Aanrijding in Moscou – Christophe Van Rompaey (2008)

“Aşksız geçen bir gece kayıp bir gecedir”

Kendisini genç sevgilisi ile aldatan kocasından boşanmak üzere olan üç çocuklu ve kırklı yaşlarında bir kadının genç bir kamyon şöförüne aşık olmasının hikâyesi.

Belçika sinemasından dramını da eksik etmeyen bir romantik komedi. Yönetmen Christophe Van Rompaey’in bu ilk sinema filmi karakterlerin iyi çizildiği, türünün standartları içinde kalsa da taze bir hava yaratmayı başarmış ve baş oyuncularının keyifli oyunları ile dikkat çeken bir çalışma. Filmin ilk karesinde hayatından bezmiş bir insanın yüz ifadesi ile karşımıza çıkan kadının finaldeki son karede mutluluğun aydınlattığı yüzü filmin mesajını da seyriciye geçiriyor: Aşk güzelleştirir.

Akordeon ağırlıklı hoş ve güçlü bir müzik eşliğinde anlatılan hikâye huzurlu bir mutsuzluk ile riskli görünen bir mutluluk arasında tercih yapmak durumunda kalan kadının yaşadıklarını ilginç bir şekilde ve belki yeni bir şeyler söylemeden çekici kılmayı başarıyor. Artık hayatını aşksız yaşamaya karar vermiş bir kadını kabuğundan, çekildiği dünyadan çıkarmaya dürüst bir aşkın gücü yeter diyor film ve Barbara Sarafian güçlü ve kimi sahnelerde özellikle çarpıcı kelimesini hak eden oyunu ile karakterini adeta yıllardır tanıdığınız ve bir şekilde kendisine karşı hep sıcaklık hissettiğiniz bir karaktere dönüştürüyor. Yönetmen Christophe Van Rompaey filmde iz bırakan pek çok sahneye de imza atmış. Açılıştaki süpermarkette alışveriş ve sonrasındaki küçük kaza sahnesi başta hiçbir şey söylemeden, sonrasında ise epey konuşmalı anları ile hem baş karakterimizi çok iyi tanıtıyor bize hem de filme sıkı bir giriş yapılmasını sağlıyor. Filmin en eğlenceli sahnelerinden biri ise kadının hem kendisinden boşanmak istemeyen hem de genç sevgisilini bırakamayan kocası ile yeni erkek arkadaşı arasında yemek masasında karşılıklı atışmalarını getiriyor karşımıza.

Filmdeki aşkın iki kahramanının zengin ve güzel insanlardan değil emekçi sınıftan ve dünya güzeli/yakışıklısı olduğu söylenemeyecek karakterlerden seçilmiş olması Amerikan sinemasının seyircinin zihnine zorla yerleştirdiği romantik komedi kalıplarını alt üst ediyor. Tanık olmamız gereken aşkların kahramanlarının ille de güzel, ille de zengin ve dünya ile kendi ruh eşlerini bulamamak dışında hiçbir derdi olmayan insanlar olması, ve mekanların gösterişli ve zenginlikler ile dolu olması zorunlu bu Amerikan sineması örneklerinde. Oysa burada iki gerçek karakter, bir aşk üzerinden kendi yollarını ve mutluluklarını bulmanın peşindeler ve her yaptıkları, her söyledikleri doğrudan yansıyor seyirciye. Ve yine burada Belçika’da sıradan bir kasabada bir kadının kaçtığı dünyaya geri dönmesi ve sonrası ne olursa olsun aşkın coşkusunu hissetmesi anlatılıyor. Dürüst, sıcak ve doğal bir dil ile de romantik komedi çekilebilirmiş.

(“Moscow Belgium” – “Moskova Belçika”)

Iim Avudim – Reshef Levy (2008)

“Öyle güzelsin ki yanında kelebekler bile kendini çirkin hissediyor”

80’li yılların başında İsrail’de bir ailenin dram ve komedi ile örülü hikâyesi.

İsrail’den yönetmen Reshef Levy’in ilk ve şimdilik son yönetmenliği. Sinemanın gözde temalarından biri olan “yönetmenimiz kendi gençliğini hatırlatıyorun “bir başka örneği. Ağırlıklı olarak televizyon dizi ve filmlerinin senaristliği ile tanınan Levy’nin filmi, türünün tüm standartlarını klişelere varıncaya dek çekinmeden kullanan, örneğin evet şimdi tüm kadro dans edecek diye hissettiğiniz anda herkesin eğlenceli bir toplu dansa başladığı ve genel olarak popüler benzerlerinin izinden giden, çok da ciddiye alınmadan seyredilebilecek, dramı da eksik etmeyen bir komedi.

Bu tür filmlerin olmazsa olmazı nostaljinin zaman zaman üzerinize geleceği film, elbette anlattığı dönemin gözde şarkıları ile bezenmiş ve bu kapsamda Bonnie Tyler’dan Foreigner’a, Alphaville’den Human League gruplarına 80’lerin gözde sanatçılarının şarkıları peş peşe karşımıza çıkıyor filmde. Bu nostalji boyutu bir kenara bırakılırsa, film özellikle ilk yarısında bütünsel bir hikâyeden çok hatırladığım anılarım diye özetlenebilecek sahnelerden oluşan yapısı ile sinemasal açıdan çok da önemli görünmüyor. İkinci yarısında ise hikâye zaman zaman monotonlaşıyor ve gereğinden fazla uzamış bir havaya sahip sahneleri ile yoruyor üstelik. 1980 başından 1982’deki Lübnan savaşına kadar uzanan bir süreçte yaşanan hikâye ülkenin tarihinden kesitleri de içine almaya çalışıyor ama bunu popüler bir atmosferde ele aldığı için Lübnan savaşı gibi bir konu bile sadece hikâyeye eklenmiş tatsız bir sos gibi duruyor.

Babanın geçirdiği kazanın nedeni ile ilgili konuşulamayanlar, evet bir komedi içinde bile, çok sıkı bir hikâyeye kaynaklık edebilecekken bu fırsat da kaçırılmış ve sinemasal unsurlardan çok sözlere ve oyunculuklara dayalı tercihler ile konu harcanmış senaryoyu yazan Reshef Levy ve kardeşi Regev Levy tarafından. Burada da kardeşlerden Erez’i canlandıran Michael Moshonov’un başarılı oyunu dikkat çekiyor ve özellikle filmin dram anlarında hikâyeyi sürükleyen isim oluyor. Senaryonun aile içi ilişkiler, sadakat, aşk ve büyüme konularında yeni bir şeyler söylemeyen hikâyesi yine de eğlenceli kimi anları, 80’lerin popüler şarkılarının vereceği keyif ve özellikle nostalji düşkünlerini cezbedecek sahneleri ile seyredilebilir. İlle de beş erkek çocuklu bir aile nostaljisi isteniyorsa, “C.R.A.Z.Y.” gibi sinemasal becerileri çok daha yüksek örnekler olduğu unutulmadan…

(“Lost Islands” – “En Güzel Yıllarım”)

Stanley & Iris – Martin Ritt (1989)

“Yazamadıktan sonra ismin olsa ne olur? Okuyamıyorsan tam bir insan sayılır mısın?”

Okuma yazması olmayan bir adam ile ona öğretmenlik yapan bir emekçi kadının hikâyesi.

Martin Ritt, Robert de Niro ve Jane Fonda sinemanın ilki yönetmenlik, diğer ikisi oyunculuk alanında üç büyük ismi ve bu isimleri bir arada görünce beklentiniz ne kadar yükselirse, yaşanacak hayal kırıklığı da o kadar yüksek olacaktır bu filmi gördükten sonra. İngiliz yazar Pat Barker’ın romanından uyarlanan ama uyarlanırken de romanın karakterlerinden olay örgüsüne pek çok unsurunu ya tamamen yok eden ya da epey değiştiren ve değiştirirken de yumuşatan filmin en azından klasik Holywood filmlerinin aksine emekçi insanlar arasında yaşanan bir hikâyeye sahip olmak gibi bir güzelliği var ama sonuçta film televizyon filmi havalarında dolaşan, bir türlü kadronun vaat ettiği büyüleyiciliğe ulaşamayan bir çalışma olmuş.

Aralarında “Hud”, “The Spy Who came in From the Cold” ve “Edge of the City” gibi parlak örneklerin de bulunduğu filmlerin yönetmeni Ritt bu son filminde hak ettiği kalitede bir vedada bulunamamış. Robert de Niro’nun kendisine yakışan bir çekingenlik verdiği karakterindeki oyunu veya Fonda’nın sevgiye susamış karakterini kimi anlarda senaryoya rağmen inandırıcı kılan oyunu belki çok çarpıcı değiller ama idare ediyorlar. De Niro’nun yağmur altında otobüse binen Fonda’ya kendisine okuma yazmayı öğretmesini istediği sahnede hem De Niro’nun başarısı dikkat çekiyor hem de bu anlar filmin de nadir parlak anlarından birini oluşturuyor. Filmin vasatın üzerine çıkışlarının bu denli nadir olabilmesinin temel sorumlusu da senaryo olarak görünüyor. Ritt gibi bir yönetmenin altına imza atması imkânsız görünen anlamsız Hollywoodvari sonu (“Her şey mümkündür”!) bir kenara, senaryo olayların akışını kurmada daha doğrusu olayları akıtmakta oldukça yetersiz kalmış. Filmin başında görünen kız kardeş ve kocasının sonra ortadan kayboluvermesi, emekçinin hayatından görüntüler de olsun diye filme eklenmiş gibi görünen sahneler ve üzerine pek düşünülmemiş gibi görünen kurgusu ile film “olmamış” görünüyor kısacası.

Evet, film ana akım sinemanın görmezden geldiği bir yere, sıradan insanlara, bakmayı tercih etmiş ve sadece bu açıdan bile ilgiyi hak ediyor aslında. Güçlü bir dil ile anlatılmamış olsa da Hollywood’un zengin, dertsiz, tüketici karakterlerinin yerinde gerçek insanları görebilmek bir filmi başlı başına değerli kılıyor şüphesiz. Sinemanın o gösterişli karakterlerinin yerine insanı görebilmek perdede ki Ritt gibi televizyon kökenli yönetmenlerin Amerikan sinemasına en büyük armağanıdır bu durum, gerçek bir sinemaseveri tek başına mutlu edebilecek bir özellik şüphesiz. Keşkelerin fazlası ile söylenebileceği bir film bu nedenle karşımızdaki. Çağdaş sinemanın gürültü patırtısından uzak duran bu sosyal gerçekçi film yine de bir göz atılmayı hak ediyor özet olarak.

(“Stanley ve Iris”)

Beaufort – Joseph Cedar (2007)

“Burada bir adam öldü. Geldi, merhaba dedi ve öldü”

İsrail ordusunun 1982’de işgal ettiği Beaufort kalesindeki askerlerin 2000 yılında ve ordunun geri çekilmesinden hemen önce yaşadıklarının hikâyesi.

İsrail sineması ülkesini, savaşlarını ve bu savaşların kurbanları olan askerlerini sorgulamaya devam ediyor. Ebu Nidal örgütünün İsrailli bir elçiye suikast girişimine tepki olarak İsrail’in Güney Lübnan’ı işgali ile başlayan savaşın ve bu savaş sırasında ve sonrasında yaşanan travmaların askerler üzerindeki etkisi İsrailli yönetmenlerin ilgi alanı bir süredir. Bu filmden iki yıl sonra 2009’da çekilen Samuel Maoz’un başarılı çalışması “Lebanon” filminde olduğu gibi burada da hikâye savaşın sadece bir tarafına odaklanıyor ve iyi kötü veya doğru yanlış ayrımına girmeden savaş denen olgunun bireyleri içine düşürdüğü sefaletin resmini çiziyor. Ve “Lebanon” filminde tankın içinde geçen hikâyenin klostrofobisi kadar olmasada da bu filmde de kısıtlı ve çoğunlukla kapalı mekanlarda geçen hikâye yarattığı boğucu atmosfer aracılığı ile etkisini artırmayı başarıyor.

12. yüzyıldan kalan bir kalenin 1982 savaşı sırasında planlananın dışındaki gelişmeler sonucunda işgali ve daha sonra “İsrail ordusunun kahramanlığının” sembolüne dönüşmesi filmde konu alınan askerlerin hikâyesinin de başlangıcı. Uluslararası baskının sonucu olarak kaleyi boşaltacaklarını duymaya başlayan askerlerin bekleyiş hikâyesi özetle filmin anlattığı. Hiç görünmeyen düşmanın arada attığı bombalar, kollarında ölen asker arkadaşlarının yarattığı travmalar, anlamadıkları politik oyunların piyonları olduklarını düşünmenin yarattığı öfke ve beklemenin yarattığı bezginlik bu askerlerin içinde bulunduğu durumun özeti ve film tüm bu duyguları belki “Lebanon” filmi kadar etkileyici olmayan ama kesinlikle ilgiyi hak eden bir dil ile anlatıyor. Kalenin içinde inşa edilmiş koridorlar filmin güçlü görsel tasarımının baş göstergeleri. Kalın ve hantal görünümlü üniformaları içinde bu koridorlarda dolaşan askerlerin görüntüsü zaman zaman bir bilim kurgu havası yaratabilir seyredende. Evet, tıpkı bir bilim kurguda olduğu gibi gördüklerimizin bugüne, bildiğimiz ve anladığımız gerçeklere uymayan, farklı dünyalara ait olduklarını söylüyor bu görüntüler. İnsanlığın var oluşu ile başlayan ve hiç dinmeyen savaş fırtınasının bu derece normal karşılanır hale gelmiş olmasına rağmen, film bu genç askerlerin trajedisi üzerinden bunun normal olmasına direniyor adeta.

Filmin benzeri savaş filmi örnekleri ile kimi ortak noktaları ve bunun sonucu olarak onlarla paylaştığı klişeleri de var elbette ama bunlar pek de rahatsız etmeyecektir seyredeni. Örneğin portatif bir orgda çalınan duygusal bir veda şarkısına eşlik eden askerlerin görüntüleri çok tanıdık gelecektir ama eğer hikâyenin başından itibaren bu genç askerlerin yanında konumlandırabilmişseniz kendinizi, bu sahnede sizin de gözlerinizin ıslanması yüksek bir ihtimal. Senaryonun tercihleri de kendinizi bu karanlık ve izole ortamdaki askerlerin yanında hissetmenizi kolaylaştıracak yönde. Hem düşmanın filmde hiç görünmemesi hem de cephe gerisindekilerin, onları politik oyunlarının parçası yaparak askerlerin kaderleri üzerinde oynayan iktidar güçlerinin sesler dışında ortalıkta görünmemesi tüm ilginin bu askerlerde toplanmasını sağlıyor örneğin. Doğal oyunculukların da yardım ettiği bu durum filmin en güçlü yönlerinden biri. Başta askerlerin komutanı Liraz rolündeki Oshri Cohen olmak üzere tüm oyuncular filmin aktarmak istediği tüm duyguların seyirciye geçmesine yardımcı oluyor. Oshri Cohen bu hümanist ve liberal filmin kahramanını senaryonun başarısının da katkısı ile tüm boyutları ile getiriyor karşımıza.

Ron Loshem’in romanından yazar ve yönetmenin birlikte oluşturduğu senaryo yukarıda da belirtilen kimi klişelerden kurtulamamış ve örneğin bir karakteri yakından tanımaya başlıyorsak başına bir şeylerin geleceğinin kesin olması gibi gereksiz tuzaklara da düşmüş olsa da bu karanlık, kimi zaman gereğinden fazla ağır ve güçlü film İsrail sinemasının yüz akı örneklerinden biri. Finale doğru kaleyi terk etmek için bekleyen askerlerin sıkıntılı, gergin ve belirsizliğin yarattığı korkulu anlarında olduğu gibi yönetmen Joseph Cedar pek çok başarılı sahneye imza atmayı başarmış. Görece hareketsizliği bastıran kimi güçlü diyaloglar, piyano ağırlıklı ve basit ama güçlü bir müzik ve savaşın anlamsız korkunçluğunu gösteren asker yüzleri bir askerin filmde söylediği şarkıda olduğu gibi “bir başına kalan ve yavaşça çözülen” insanların hikâyesini seyre değer kılan diğer unsurlar. Görülmeli.

(“Bofor”)