Thank You for Smoking – Jason Reitman (2005)

“Bugünlerde birisi bir filmde sigara içiyorsa, ya psikopattır ya da Avrupalı”

Büyük bir sigara üreticisi şirketin sözcülüğünü yapan ve lobi faaliyetlerini yürüten bir adamın bir yandan da oğluna rol modeli olma çabasının hikâyesi.

Jason Reitman’ın ilk uzun metrajlı filmi. Bu çalışması ile yakaladığı başarısını daha sonra “Juno” ve “Up in the Air” adlı filmlerle de sürdüren Reitman’ın bu filmi uzun bir süredir insanlığın nerede ise bir numaralı düşmanı ilan edilmiş olan sigarayı üreten bir şirket için çalışan bir adamı anlatan ve bu adamın sözcülük konumuna da gayet uygun bir şekilde bol konuşmalı ve diyaloglarından da sık sık güç alan ama görselliği de ihmal etmeyen bir çalışma.

Kendi ifadesi ile hayatını günde 1200 insanı öldüren bir kurumu savunarak kazananan ve Aaron Eckhart tarafından oldukça başarılı bir biçimde canlandırılan adamın yaptığı iş karşısında film herhangi bir taraf tutmayan bir tavır takınmış görünüyor. Üç çağdaş ölüm aracının (sigara, alkol ve silah) lobi faaliyetlerini yürüten üç kişinin sık sık buluşmasını gösteren ve tam bir satir havasını taşıyan sahneler bile seyirciye bu sahnelerin taşıdığı mizah duygusu, karakterlerin sinik ve umursamaz tavırlarının çarpıcılığı ve elbette diyalogları nedeni ile bir eleştiriden çok tarafsız bir sergilemenin, ama komik bi sergilemenin, izlerini taşıyor. Benzer şekilde adamın oğlu ile birlikte olduğu tüm sahneler veya sigaranın zararlarının tartışıldığı bir televizyon programını gösteren bölümde film derdinin asıl derdinin sigara olmadığını, odaklandığı konunun bireylerin yaptıkları seçimlerin etikliği veya bu seçimlerin savunulurlabiliği olduğunu vurguluyor sürekli. Tüm bunlar da başta sıkı bir giriş ile, ki bunda sigara paketlerini temel alan açılış jeneriğinin yaratıcısı Gareth Smith’in ciddi bir payı var, sonrasında ise zaman zaman sit-com’a kayan bir anlatım ve bunu biraz fazla süslemiş görünen şık bir ambalaj içinde getirilince karşımıza ortaya çıkan da eğlenceli, dinamik ama kalıcı bir gücün eksikliğini taşıyan bir film olmuş.

Hikâyenin odağındaki sektör, sigara tüketimini artırmak için ünlü oyuncuların ödenecek sponsorluk bedeline bağlı olarak sigara içeceği sinema filmlerine yatırım yapan, halka ilişkiler faaliyeti olarak gençleri sigaradan uzak tutma programları hazırlayan ama öte yandan bu programların gençleri sigaradan çok da soğutmamasına özen gösteren veya kahramanımızın oğlunun okulundaki sunumunda yaptığı gibi sigara içme kararının ebevenlerden bağımsız alınması gereken bir “özgürlük” seçimi olduğunu vurgulamaktan imtina etmeyen bir endüstri ve filmin bu bağlamda doğrudan sigara aleyhtarı olmak gibi bir kolaycılığa kaymamasını takdir etmek gerek. Evet film bu sıraladığım ve daha başka bir çok örneği getiriyor karşımıza sigara lobilerinin faaliyetleri olarak ama asıl derdi sigaranın kendisi değil yukarıda da belirttiğim gibi. Üç farklı sektörün lobicisi arasındaki “kim daha çok öldürüyor” tartışmasında olduğu gibi hikâye asıl olarak politik doğruculuktan etik seçimlerimize pek çok hassas noktayı “hayatını kazanmak için ne yapıyorsun” gibi basit ama önemli bir soru etrafında anlatmayı deniyor ve başarıyor.

Film bir yandan da yeterince güçlü değil ve bunun da birkaç nedeni var. Menejerlik şirketinin çalışanları üzerinden gösterilen yuppilik ve burada geçen sahneler kendi başına bakıldığında çok başarılı ve komik ama öte yandan belki kahramanımızın kendi yaptığı işi sorgulaması için eklenmiş olan bu bölümler filmin bütünü ile yeterince entegre olamamış görünüyor. Filmi ayakta tutan temel unsurlardan biri olan dinamikliğinin biraz düşer gibi olduğu kimi anlar da filmi zayıflatıyor şüphesiz.

Jason Reitman’ın bu esprili, şık ve kelimelerin gücünün söyleyenine de ne kadar bağlı olduğunu gösteren filmini görmekte yarar var. Eeckhart’ın filmin atmoferine çok yakışan oyunu ve hikâye boyunca duyduğumuz zeki diyaloglar bile yeterli bu kararı vermek için. Evet, ölüm tacirleri bize teşekkür ediyor!

(“Sigara İçtiğiniz İçin Teşekkürler”)

Good Neighbours – Jacob Tierney (2010)

“Hayatımda hiç bu kadar kötü bir şey görmedim. Televizyonda bile!”

Semtlerinde kol gezen bir seri katilin korkusu altındaki bir apartmanda komşular arasında yaşananların hikâyesi.

Genç Kanadalı yönetmen Jacob Tierney’den bir önceki filmi olan “The Trotsky” adlı çalışmasının gerisinde kalsa da eğlenceli, hafif ve komik bir film. Sık sık Woody Allen’ın “Manhattan Murder Mystery” tarzı filmlerini çağrıştıran filmde yönetmenin kendisi de küçük bir rolde oynarken bir başka Kanadalı genç sinemacı ve “J’ai Tué Ma Mère” adlı ilk yönetmenlik denemesi ile dünya sinemasına çarpıcı bir giriş yapan Xavier Dolan’a da rol vermiş. Bu gençlik dayanışmasının da vurguladığı bu uçarı tarzlı genç film seyre değer bir çalışma ama kimi kusurlardan da kurtulamamış görünüyor.

1995’te Quebec’in bağımsızlığı ile ilgili referandumun yapıldığı günlerde geçen film hem bu konu üzerinden hem de Kanada’nın Frankofon bölgesine yerleşmiş/yerleşen Anglo-Sakson kökenli karakterler üzerinden Kanadalı olmak üzerine ince değinmeleri de olan bir çalışma ama filmin odak noktası bununla hemen hiç ilgili değil. Modern dünyada bir apartmanda bir yandan ortak bir yandan da tamamen bağımsız hayat süren insanların komşuluk ilişkileri eski günlerden çok farklı elbette. Hikâyedeki komşular arasındaki ilişkiler üzerinden belki de film bize Kanada’nın da hem iç içe hem de birbirinden izole hayatlar süren insanların ülkesi olduğunu söylemeye çalışıyor ama bu mesajın, eğer böyle bir mesaj var ise, epey soluk kaldığını söylemek gerek.

Filmin türünü en iyi özetleyen ifade muhtemelen kara komedi ve film bu türün gereklerini de yerine getiriyor ama kimi kara yanlarının epey sert olduğunu söylemek gerek. Örneğin bir cinayet sahnesindeki boğaz kesme veya tecavüz(!) görüntüsünün gereksiz bir sertliğe sahip olduğu ve yarattığı rahatsızlık nedeni ile komedi havasına da zarar verdiği rahatça söylenebilir. Poe’nun gerçeküstü öğeleri olmayan hikâyelerinin havasını taşıyan filmin finali ile de genel olarak hissettirdiği yaratıcı, zeki ve farklı havanın dışında bir seçim yaptığı da ilave edilebilir kusurlarının arasına. Başrol oyuncularının üzerlerine düşeni yaptığı filmde sanki bundan fazlası da onlardan beklenmemiş gibi bir tarzı var filmin. Hafifliğe ama arada gereksiz sertliğe başvurmuş bir hafifliğe film kendini gereğinden fazla kaptırmış görünüyor çünkü. Üç baş karakterden Victor filmin taşıdığı Woody Allen havasının en bariz göstergelerinden biri. Özellikle seri katille ilgili planı veya tüm film boyunca sergilediği vücut dili ya da kimi diyalogları ile Allen’In filmlerinde kendisinin canlandırdığı karakterlerden birini getiriyor karşımıza adeta.

Hikâyesinin kimi eski gerilim romanlarındaki havasını da vurgulamak gerek. Hani bazı eski romanlarda bir giriş sahnesi vardır; hemen çoğunlukla aristokrat kökenli insanlar (ve çoğunlukla sadece erkekler çünkü anlatılacak olanlar kadınlar için fazlası ile korkutucudur) soğuk bir kış gecesinde bir şömine etrafında toplanırlar ve içlerinden birisi bir korku hikâyesi anlatır. İşte film mizansen anlayışı ve tarzı ile bu havayı taşırken anlatılan da o hikâyelerin kara komedi versiyonu sanki. Hem pop hem gerilim öğeleri ile hayli çekici olan müziğini de hikâyesini anlatmak için başarı ile kullanan film özellikle kedi severlerin de hoşuna gitme potansiyeline sahip, özellikle de Balthazar adlı “karakteri” ile.

Kadının iki erkek ile ayrı ayrı plan yaptığı sahne, biri işlediği cinayetten dönen diğeri yeni bir cinayete giden iki karakterin karşılaştığı sevimli bir absürtlük içeren bölüm ve başta Victor olmak üzere pek çok sevimli karakteri ve anı ile eğlendireceği açık ama çarpıcılıkta eksik kalmış film sevimliliği ile yine de kendisini beğendirecektir. Daha iyi bir final, daha bütüne yayılmış eğlence ve eksikliği hissedilen kreşendo anlarının varlığı ile bir kült olabilecekken, bunu ıskalamış olsa da keyifli bir film özet olarak.

(“Canım Komşularım”)

Kings of the Sun – J. Lee Thompson (1963)

“Tanrılarımız ölmemizi değil, onurlu, güçlü ve dürüst bir yaşam sürmemizi istiyor”

İstilacılardan kaçan Maya kralının maiyeti ile birlikte yerleştiği topraklardaki yerli kabilenin reisi arasındaki çatışmadan dostluğa uzanan ilişkinin hikâyesi.

1962 tarihli “Taras Bulba” filminden hemen sonra yönetmen J. Lee Thompson ve Yul Brynner bir kez daha eski bir uygarlığın ve egzotik bir hikâyenin peşinde. İlk filmdeki Tony Curtis’in yerini başka bir jön, George Chakiris almış bu kez. Egzotik bir hikâye anlatıp da egzotizm içinde boğulmamayı ve seyircisini de boğmamayı başaran film belki türünün klasikleri arasına giremiyor ki bunun epey bir nedeni var ama yine de kendini izletmeyi başarıyor.

Senaryoya göre uygarlıkta hayli ilerlemiş ama inançlarında epey ilkel bir toplum Maya krallığı. Babasının ölümü ile krallığı devralan genç, cesur ama deneyimsiz yeni Maya kralının yerleştiği yeni toprakların asıl sahibi olan cesur ve tecrübeli yerli şefle olan mücadelesini anlatan film aslında en az onun kadar bir başka konuyu daha öne çıkarıyor. Yeni Maya kralının nerede ise seküler denebilecek yaklaşımı ve bilimsel bakışı ile rahip sınıfının fanatizmi arasındaki çatışma da film boyunca sık sık karşımıza geliyor. Sürekli tanrılara kurban verme peşindeki baş rahip ile sulama, tarım ve barış gibi daha dünyevi dertler peşinde olan kral arasındaki bu çekişmede film kralın yanında taraf tutuyor açıkça. Bunu filmin artı yanına yazalım ama ikisi de akılcı bir tavrın ve barışın peşinde görünen iki liderin bir kadın için kapışmalarını filmin yaratıcılarının filme hikâyenin pek de ihtiyacı varmış görünmeyen bir aşk boyutu katma çabasının gereksiz bir sonucu olduğunu da söylemek gerek. Chakiris’in filmden sonra herkesin diline düşmüş bir 1960’lar saç modeli içinde yetersiz kaldığı filmde Brynner en iyi oyunlarından birini vermese de hikâyeye uygun fiziğinin avantajını kullanmayı başarıyor. Hikâyenin asıl kahramanı Chakiris gibi görünse de Brynner’in karakteri senaryonun kendisine çizdiği profil ile sık sık öne çıkıyor film boyunca. Sanatçının oldukça maskülen bir manken eda ile yürüdüğü kimi sahneler Brynner’in bu konuda epey pratik yaptığını da gösteriyor açıkçası.

İstiladan kaçarak sonradan ABD topraklarına dönüşecek bir yere yerleşen ve buranın yerlileri ile ortak bir uygarlığın temelini atan insanların bugün nerede olduklarının cevabını vermesini bekleyeceğimiz bir film değil elbet karşımızdaki ama yine de düşünmeden edemiyor insan, bu insanların sonradan nasıl bir kıyıma uğrayacaklarını. Elmer Bersntein’in gösterişli ve filmin hemen her anının altını çizen müziği kendi başına epey etkileyici ama bu yoğun kullanım günümüz anlayışının da epey uzağında. Başta filmin sonundaki savaş sahnesi olmak üzere binlerce figüranın rol almış göründüğü sahnelerde yönetmen Thompson üzerine düşeni yapıyor ve filmini aksiyon meraklısının da ilgi alanına sokmayı başarıyor. Her ne kadar gereksiz görünse de duygusal sahnelerde ve iki güçlü adam arasında kalan kadının dramını aktarmakta da epey başarılı bir film karşımızdaki. Thompson ile birlikte görüntü yönetmeni Joseph MacDonald’ı da takdir etmek gerek. Kendisi hakkında verilen kararı anladığı sahnede Yul Brynner’in ölüme yaklaştığının altını çizen ve tüm yüzünü gölgede bırakarak adeta başsız vücudunu gösteren sahne veya kadının Yul Brynner’in suçlamalarını dinlerken karanlıkta kalan yüzünde sadece gözlerinin aydınlatılması filmin ışığın kullanımı konusunda da hayli özenli olduğunun göstergeleri.

Chakiris’in rolüne oturmaması, kimi oyuncuların hayli garip duran perukları, kendi başlarına başarılı ama birbirine yeterince iyi bağlanamamış bazı sahneleri ve Brynner ile kadın arasındaki yakınlık gibi gelişimi yeterince iyi anlatılmayan yan hikâyeleri ile film çarpıcı bir klasik olmayı başaramıyor ama egzotizmi sömürmeden egzotik olmayı başarmış, akıl ve barışı öne çıkaran ve profesyonelliği yerinde bir filmden keyif almaya engel olmamalı bu durum.

(“Güneşin Kralları”)

Teza – Haile Gerima (2008)

“Bu ağaç hayatımın bir özeti: Bir tarafı kökleri ile tutunmuş, diğer yanı çökmüş ve çürümekte”

Bir Etiyopyalı doktor üzerinden anlatılan ülkesinin baskı, savaş ve geri kalmışlık hikâyesi.

ABD’de yaşayan Etiyopyalı yönetmen Haile Gerima’nın ülkesini, genel olarak tüm Afrika kıtasını ve siyah derili insanları anlatan filmlerinden biri. 70’li yıllardan başlayarak 80’li yılların sonuna kadar uzanan hikâyede ülkesinin baskı, savaş, katliam ve açlıklarla dolu tarihinin bir özetini yapmış senaryosunu da yazdığı filmde yönetmen Gerima. Filmin asıl ilgi çeken yanı belki de bir ülkenin hikâyesini anlatmaktan çok bir entelektüelin (ve genel olarak tüm entelektüellerin) savunduğu değerler ile gerçekler, peşinde koştuğu devrim ile devrimin sonuçları arasında sıkışıp kalmışlığına odaklanması ve filmi önemli kılan da daha çok bu yanı olmuş.

Sırası ile imparatorluk, İtalyan işgali, imparatorluk, Sovyetler Birliği güdümlü bir cunta ve hayli sancılı bir demokrasi deneyimi yaşayan bir ülkenin tarihinde filmin odaklanabileceği epey konu olsa gerek. Film geriye dönüşlerle 70’lerde imparatorluğun son günlerinde Almanya’da sürgünde olan öğrencilerin ülkelerinde bir devrim yapma hayallerinden bu devrimin askeri bir cuntanın yönetimi ile sonuçlanmasından sonraki hayal kırıklıklarına uzanan hikâyelerini seçmiş kendisine. İlkel gelenekler, inançlar, baskıcı yönetimler ve sefaletlerle iç içe yaşayan bir toplumu değiştirebilmek inancı ile yola çıkan entelektüellerin veya daha doğru bir deyişle entelektüel bir neslin uğrunda çaba harcadıkları halkın kendisi tarafından ret edilmeleri ve hatta yok edilmeleri dünya tarihindeki entelektüel-halk çatışmasının da örneklerinden birini oluşturuyor hikâye boyunca. Devrimi hayal etmek ve sonrası üzerine bir eser olarak da nitelenebilecek film kimi politik tartışmalardan ırkçılığa, kişisel dramlardan inançlara kadar pek çok başlığı da konu ediniyor kendisine uzun süresi boyunca. Bu farklı başlıkları genel olarak dengeli bir biçimde ele aldığı ve hemen her anında ilgiyi ayakta tuttuğu söylenebilir filmin ama aksayan birkaç yanı da var. Öncelikle filmin kahramanın köyünde geçen kimi sahnelerinin filme çok da bir şey katmadığını ve kurguda rahatça çıkarılabilir olduğunu söylemek mümkün. Seyirciye tekrar duygusu vermekten öteye geçemeyen bu sahnelerin yanısıra bazı bölümlerin de yeterince yaratıcı olmadığını eklemek gerek. Örneğin kahramanın yaşadığı travmaların etkisini yaşadığı anlar biraz vasat görünüyor filmin bütünü ile karşılaştırıldığında. Hayli başarılı bir müzik ile birlikte filmin etkili bir görüntü çalışması da var. Afrika’da geçen sahneleri olan bir filmin olmazsa olmaz kareleri olan batan/doğan güneş görüntüleri burada da yerini almış ama bu kaçışı yok görünen (!) kareler bir yana bırakılırsa özellikle Afrika bölümlerinde renk ve ışık tercihlerinin filme çok katkısı olduğu söylenebilir.

Komünist cunta idaresi altındaki özeleştiri bölümü, kısa ama etkileyici suikast sahnesi ve Berlin Duvarı’nın yıkılmasından sonra kahramanımızın ırkçıların saldırısına uğradığı bölüm yönetmenin başarı ile kotardığı kimi anların en çarpıcı örnekleri. Başta Araba E. Johnston Arthur olmak üzere kimi oyuncuların zayıf performanslarının da dikkat çektiği filmde baş roldeki Aaron Arefe yeterli ama çarpıcı olmayan bir oyunculuk vermiş. Özetle dikatik olmayan yaklaşımı, geniş bir konu yelpazesini başarı ile toparlamış olması ama hepsinden de öte demokrasi ve uygarlık kriterlerinde hayli geride kalmış bir ülkenin aydını olmanın sert ve yıldırıcı gerçekleri üzerine gösterdikleri ile ilgiye değer bir film.