Gisaengchung – Bong Joon Ho (2019)

“Baba, bugün bir plan yaptım, hayatımızı değiştirecek bir plan. Para kazanacağım, hem de çok para. Üniversite, kariyer, evlilik; bunların hepsi tamam ama önce para kazanacağım. Param olduğunda, o evi alacağım. Taşındığımız gün annemle bahçede olacağız; çünkü gün ışığı orada gerçekten çok güzel. Yapman gereken tek şey merdivenlerden yukarı çıkmak olacak. O zamana dek kendine dikkat et. Görüşmek üzere”

Yoksul bir aile ile, oynadıkları oyunlarla evlerine yerleştikleri zengin bir aile arasındaki ilişkiler üzerinden anlatılan bir sınıf çatışması hikâyesi.

Senaryosunu Bong Joon Ho’nun orijinal hikâyesinden kendisi ve Han Jin-won’un yazdığı, yönetmenliğini Bong Joon Ho’nun yaptığı bir Güney Kore filmi. Daha önce sadece 2 kez elde edilen bir başarıyı tekrarlayarak hem Cannes’da hem Oscar’da En İyi Film seçilen yapıt son yılların hem içerik hem biçim açısından vurucu bir gücü olan sinema eserlerinden biri ve yönetmenin her biri beğeni toplamış örneklerle dolu filmografisinin parlaklığının şimdilik son kanıtı. Kapitalizmin ve liberal ekonominin en parlak örneklerinden biri olarak gösterilen Güney Kore’de yoksul sınıfın varlığının altını çizen ve farklı sınflar üzerindeki iki aile üzerinden kara komedi tarzında bir sınıf çatışması hikâyesi anlatan yapıt, yakın dönemin politik olmaktan çekinmeyen ve bu bağlamda, bu tür meseleleleri tamamen unutmuş olan sinemamız başta olmak üzere, dünya sinemasında örnek alınması gereken bir başarı.

Hem sanat filmlerinin ana yarışması kabul edilen Cannes’da hem de popüler sinemanın en önemli ödülü olan Oscar’da birincilik ödülünü kazanan iki film olmuştu daha önce: İlk Cannes Festivali’nde ödülü paylaşan on bir filmden biri olan Billy Wilder’ın 1945 tarihli “The Lost Weekend” (Yaratılan Adam) ve Delbert Mann’ın 1955 yapımı “Marty”. “The Lost Weekend”in aldığı ödülün yarışmalı bölümde yer alan kırk dört film arasından seçilen on diğer filmle paylaşıldığını düşününce, “Marty”nin Oscar ile birlikte Cannes’da da birinci olan ilk film olduğunu söylemek daha doğru olabilir aslında. Bong Joon Ho’nun altmış dört yıl sonra bu başarıyı tekrarlamasındaki tek neden filmin hem üstün bir sinema değeri taşıması hem de geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir içerik / biçim sahibi olması değil; Oscar’ın, tamamı ile başka bir ülkenin yapımcısı olduğu ve İngilizce olmayan bir sinema eserine En İyi Film ödülünü verecek bir dönüşüm geçirmiş olması da etkendi bu sonuçta. Bong Joon Ho’nun yapıtının Yönetmen ve Orijinal Senaryo dallarındaki Oscar ödüllerinin yanında, En İyi Uluslararası Film ödülünü de kazanmış olması da filmin ABD için “yabancı film” olduğunun bir göstergesi kuşkusuz.

Filme adını veren parazit sözcüğü iki ayrı duruma işaret ediyor: TDK’de “Başkalarının sırtından geçinen” olarak açıklanan bu sözcüğün filmde ilk öne çıkan örneği elbette yoksul Kim ailesi; yalanlar ve oynadıkları oyunlarla evlerine yerleştikleri zengin Park ailesi ise bu sözcüğün ikinci karşılığı filmde. Kim ailesi Park ailesinin evine yerleşerek onların sırtından geçindikleri bir hayat inşa ederlerken kendilerine, Park ailesinin onların emeğini sömürmesi, onların emeği üzerine kurulu bir rahat yaşam sürmesi bir diğer asalaklığı gösteriyor bize. Bong Joon Ho’nun senaryosu bu iki asalaklığın resmini çizerken, başka meseleleri de gündeme getiriyor: Sınıf içi dayanışmanın yokluğu / gerekliliği ve sınıf çatışmasının / eşitsizliğin neden olabilecekleri.

Film Kim ailesini tanıtarak başlıyor bize; bir bodrum katında yaşıyor aile ve tek gelirleri de pek de başarılı olmadıkları pizza kutusu üretiminden geliyor. Baba, anne ve biri kız biri oğlan iki çocuktan oluşan ailenin yoksulluğu ile ilgili ilk göstergeler yaşadıkları evin kendisi ve ilk sahnede oğlanın üst kattaki komşunun wi-fi şifresini değiştirmiş olması yüzünden cep telefonundan internet bağlantısını yitirmiş olmakla ilgili şikâyeti. Açılış bölümlerinde film ailenin durumunu ve karakterlerini bir kısmı kara komedi havası taşıyan bölümlerle anlatıyor bize. Evdeki böceklerden para harcamadan kurtulmak için babanın başvurduğu yöntem ve evin dışarı ile tek bağlantısı olan zemine yakın pencereden sık sık tanık oldukları “idrarını yapan adam” karakteri gibi durumlara verdikleri tepkiler aileyi bize tanıtıyor eğlenceli bir şekilde. Onların bu yoksulluktan kurtulmak için başvurdukları yalanlar, manipülasyonlar, aldatmalar ve giriştikleri oyunlar ise bu karanlık komedi havasını muhafaza ederken, sonunda hayli sert bir doza ulaşacak olan dramı da yaratıyor. Önce ailenin oğlu Ki-woo (Choi Woo-sik), durumu onlara göre daha iyi olan bir arkadaşının yardımı ile ve bir yalana da başvurarak Park ailesinin genç kız çocuğuna (Da-hye rolünde Jung Ji-so var) İngilizce öğretmeni oluyor ve zengin evine adım atan ilk Kim üyesi oluyor. Ardından kız kardeşi Kim Ki-jung (Park So-dam) zengin ailenin küçük oğluna resim öğretmeni ve sanat terapisti (Park Da-song’u Jung Hyeon-jun canlandırıyor), babası Ki-taek (Song Kang-ho) zengin Park’ın (Dong-ik rolünde uyuşturucu kullandığı suçlamaları yüzünden bunalıma giren ve 2023’te intihar ederek yaşamına son veren Lee Sun-kyun var) şoförü ve annesi Chung-sook (Jang Hye-jin) de Park ailesinin hizmetçisi oluyor ve zengin bayan Choi Yeon-gyo’nun (Cho Yeo-jeong) hiç beceremediği ev yönetimini üstleniyor.

Her iki ailenin de biri kız biri erkek iki çocuğunun olması senaryonun özellikle düşünülmüş bir unsuru; bu benzerlik bir bakıma iki ailenin servet (“Burada evden çıkmadan gökyüzünü izleyebiliyorum, öyle harika ki!”) ve sınıf özellikleri üzerinden zıt uçlarda yer alsalar da birbirlerinin bir bakıma ayna görüntüsü olduğunu söylüyor bize; çünkü her ikisi de asalak yaşamlar sürmektedirler. Bu bakımdan, filmin karakterlerin hiçbirini bir “kahraman” olarak resmetmemesi ve her birinin bir diğerinin emeğini veya sahip olduklarını sömürmesi doğru bir tercih olmuş öykü açısından. Kim ailesinin, Park ailesinin eski şoförüne ve hizmetçisine işlerini ele geçirmek için yaptıkları ve daha sonra karşımıza çıkacak “bodrumdaki hayalet” sürprizinden sonraki gelişmeler emekçi sınıfın dayanışma eksikliğini ve üst sınıfa atlamak için birbirlerini aşağıya çekmekten çekinmemelerini gösteriyor ve bu bağlamda, bu sınıfın sert bir eleştirisi de oluyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, Bong Joon Ho alt sınıfların kayıtsız şartsız bir güzellemesini yapma hatasına düşmeyerek, bir uyarı ve hatırlatma işlevi yüklüyor öyküsüne.

Öykünün temelde bir sınıf meselesi anlattığının, “her şey sınıfsaldır” söylemine dayanan bir öyküye sahip olduğunun çok farklı kanıtları var hikâye boyunca karşımıza çıkan. “Sınıf kokusu” bunlardan biri; “Metroya binen insanların farklı bir kokusu oluyor” vb. ifadeleri duyduğumuz filmde rollerini çok iyi yapan Kim ailesini ilk ele veren de kokuları oluyor. İlk kez zengin Park ailesinin küçük çocuğunun saptadığı bu durum daha sonra anne ve babasının da dikkatini çekiyor; kuşkusuz Kim ailesinin üzerine sinen bu koku ait oldukları sınıf için bir sembol ve zengin eve İngilizce öğretmeni olarak giren genç Kim’in ders verdiği zengin kıza eve doğum günü için gelen zengin ve şık konukları göstererek, “Sence ben bu ortama uyuyor muyum?” sorusunu yöneltmesi de sınıfları ayıran yüksek duvarların sonucu. Yoğun yağış şehrin yoksul kesimlerinde felaketlere yol açarken, zengin evinin bundan hiç etkilenmemesi; Park ailesinin sadece kıyafetlere ayrılan bir odasını gördüğümüz görüntünün, selde mağdur olan yoksullara toplandıkları spor salonunda ikinci el kıyafetlerin dağıtılması sahnesine bağlanması; en önemli örnek olarak da, sondaki sınıf atlama düşünün imkansızlığı gibi pek çok farklı unsurlarla destekliyor bu meseleyi yönetmen.

Bong Joon Ho’nun, öyküsünü seyircinin ilgisini hep canlı tutan bir görsel başarı ve dinamizm ile anlatması, her bir sahnenin özenle düşünülmüş olması ve senaryonun politik bir meseleyi popüler olmaktan kaçınmayarak karşımıza getirebilmesi kuşkusuz ki çok önemli başarılar. Eski hizmetçi ile Kim ailesinin birbirleri hakkındaki gerçekleri keşfettiği ve bunun müthiş eğlenceli ve hem fiziksel hem zihinsel bir mücadeleye dönüştüğü bölüm örneğin, sıkı bir aksiyonun ve hayli komik bir vodvilin havasını taşıyarak filmin zirve anlarından birini oluşturuyor. Başta sel bölümü olmak üzere, görüntü yönetmeni Hong Kyung-pyo ile birlikte oldukça zengin, güçlü ve doğru bir görsel atmosfer inşa etmiş Bong Joon Ho ve görüntülerin “güzelliği” ile değil, “doğruluğu” ile kurdukları bu atmosfer filmin en önemli kozlarından biri olmuş. Kameranın Kim ailesinin evinin klostrofobi yaratan havası ile Park ailesinin evinin ferah ve geniş atmosferini yansıtırken farklı açılara başvurması ve alt sınıfların yaşadığı bölgelerin zengin ev ile zıtlığını güçlü biçimde sergileyen görüntülerin çarpıcılığı dışında; yönetmenin bazı ikili sahnelerde karakterleri karşı karşıya değil, yan yana ve kameraya (bize) bakacak şekilde konumlandırması gibi farklı tercihler de filme özel bir hava katıyor. Genel olarak filmin tüm görselliğinin, sinemanın bir görsel sanat olduğunu ama bu görselliğin ancak öykünün içeriğine, yönetmenin sinema diline ve karakterlerin duygu ve eylemlerine uyum sağladığı zaman doğru olduğunun sağlam bir kanıtı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Güney Kore’nin kapitalizmden beslenen üst sınıfının Batı özentisini de (Jessica ve Kevin gibi takma isimler kullanmak, günlük konuşmaların içine İngilizce sözcükler ve ifadeler yerleştirmek, yabancı müzikler dinlemek (Handel’in “Rondelia” adlı operasından “Spietati, Io Vi Giurai” adlı arya ve Gianni Morandi’nin 1960’larda İtalya’da hit olan “In Ginocchio da Te” adlı şarkısı) westernlerin “Kızılderili” mitosunu tekrarlamak vs.) eleştiren yapıtın öyküsünde bazı ufak boşluklar (manipülasyon becerisi bu kadar yüksek olan bir ailenin öykünün başında gördüğümüz hâlde olmasının pek gerçekçi olmaması, zengin evi çekip çeviren tek bir hizmetçi olması vs.) olsa da, dile getirdiği mesele ve bunu dile getiriş şekli o kadar başarılı ve finalde “çılgınlık” seviyesine varan kara komedisinin baştan çıkarıcılığı, Jung Jae-il’in yalın ama gerilimi ustalıkla destekleyen müziği ve sömürünün bir gün şiddetli bir biçimde patlayacak (ya da patlaması umut edilen) bir öfke birikimine yol açtığı uyarısına sahip olan öyküsü ile o denli sağlam bir yapıt ki bu, hiçbir önemi yok bu boşlukların. Oscar alan bir yapıtın bu öfkeyi gündeme getirmesinin önemini ABD’deki muhafazakârların filme getirdiği olumsuz eleştirilerden de anlamak mümkün. Amerikan sağının 1955’den beri yayımlanan National Review dergisinde örneğin, film için “tiksindirici”, “devrime sempati duyan aptalları eğlendiren” gibi ifadeler kullanılan bir yazı bile yayımlandı. Özetlemek gerekirse; son dönemin eğlendiren ve düşündüren en önemli sinema yapıtlarından biri olan film, öyküsündeki farklı asalaklık düzeninin asıl kaynağının bireysel eylemler değil, kapitalizmin kendisi olduğunu açık bir şekilde söyleyen ve yönetmenin önceki eserlerindeki politik bakışa sahip olması ile onun filmografisindeki tutarlılığı da güçlendiren bir çalışma.

(“Parasite” – “Parazit”)

Gwoemul – Bong Joon Ho (2006)

“Demek istediğim, onun doğumu bir kazaydı ve ölümü de öyle oldu. Eskiler, bir insanı öldüren bir hayvanın paramparça edilmesi gerektiğini, bunun insanın görevi olduğunu söylerlerdi. O canavarın karnını deşip Hyun-seo’nun bedenini bulamadan ölürsem gözüm açık giderim”

Seul’deki Han Nehri’nde ortaya çıkarak insanlara saldıran ve küçük kızlarını kaçıran canavarın peşine düşen bir ailenin hikâyesi.

Bong Joon Ho, Won-jun Ha ve Chul-hyun Baek’in senaryosunu yazdığı, Bong Joon Ho’nun yönettiği bir Güney Kore yapımı. Bir Amerikan askerî tesisinden hiçbir önlem alınmadan kanalizasyona boşaltılan formaldehitin Han Nehri’ni kirletmesi ve bunun sorumlusu olan Amerikalı yetkililerin sorumluluk üstlenmemesi ve ancak beş yıl sonra sonuçlanan davadan çıkan hapis cezasının da uygulanamamasından esinlenen yönetmenin aynı nehirde görülen ve S harfi şeklinde bir kılçığı olan balıktan esinlenerek çekildiğini söylediği fim bir canavar hikâyesini politik boyutunu hiç atlamadan anlatan, heyecan ve gerilimi hep diri tutulmuş, bir satirin (yergi) üslubuna sahip eğlenceli ve önemli bir çalışma. Ülkesinde rekor bir gişe gelirine ulaşan ve ABD eleştirisi nedeni ile Kuzey Koreli yetkililerce övülen film bir parça daha kısa olabilirmiş ve böylece daha da dinamik bir görünüme erişebilirmiş ama yine de kesinlikle görülmesi gerekli bir sinema eseri bu.

Yönetmen filminin sadece “anti-ABD” olarak tanımlanmasına itiraz etse de hikâyenin içeriğinin bu tanımlamayı teşvik ettiğini ve bu öğeleri içerdiğini de kabul ediyor. Gerçekten de daha açılış sahnesinde ülkedeki Amerikan varlığının ve bu varlığın “dokunulmazlığı”nın net bir eleştirisi var. Bu sahnede Amerikalı bir patolog Güney Koreli asistanına -onun itirazına rağmen- yüzlerce şişe formaldehiti lavaboya boşaltmasını söylüyor; kanalizasyonun boşaldığı Han Nehri’nin genişliğine göndermede bulunarak yardımcısına “geniş düşünme”sini de söylüyor aşağılayarak. Sonucu bir süre sonra nehirde ortaya çıkacak bir canavar olacak olan bu eylemde Amerikalının emreden, Korelinin ise emredilen olması çok net bir eleştiri kuşkusuz. Amerikalı -emperyalist doğasına uygun olarak- kendisinin yaşamadığı topraklara ve orada yaşayanlara hoyratça davranmak ve onları sömürmekte kendisini özgür hissetmekte ve yaptığını da doğal görmektedir çünkü. Hikâye boyunca Amerikan hükümetinin Kore’yi olağanüstü durumu doğru bir şekilde yönetememekle suçlaması, kendi üzerine en ufak bir suç almaması ve “Agent Orange”a (Amerikan ordusunun Vietnam savaşında kullandığı ve insanlar üzerindeki olumsuz etkisi bugün ülkede hâlâ görülen kimyasal madde) bir gönderme olduğu açık olan “Agent Yellow”un canavar üzerinde test edilirken Koreli protestocuları da etkilemesi gibi daha başka unsurları katabiliriz filmin satir havası içinde karşımıza getirdiği ABD eleştirisine.

Film Koreli yetkilileri de sıkı bir şekilde eleştirmekten geri durmuyor. Hükümet, güvenlik güçleri, hastane yetkilileri, medya da nasibini alıyor filmin eleştirisinden ve beceriksiz, sakar ve hatta kimileri de kötü niyetli olarak çiziliyorlar hikâyede. Buna karşılık, her birinin kusurları olan ve canavar tarafından kaçırılarak yutulan kızlarının peşine düşen aile üyeleri ise hikâyenin kahramanları; annenin kızın doğumundan sonra evden kaçtığı, sakar ve saf görünüşlü babanın “protein eksikliği” nedeni ile sık sık uyuyakaldığı, amcanın biraz fazla içtiği, millî bir okçu olan halanın atışları geç yapmak gibi bir probleminin olduğu, büyükbabanın ise geçmişte ailesini fazlası ile ihmal etmiş olmanın vicdan azabını hissettiği bu aile tüm bu problemlerine ve iç çatışmalarına rağmen bir araya gelmeyi ve ortak bir amacın peşine düşmeyi başarıyorlar bir dayanışma güzellemesi olarak görülebilecek bir şekilde.

Bong Joon Ho canavarını -pek çok filmin yaptığının aksine- gündüz gözü ile çıkarıyor karşımıza ilk göründüğünde ve önemli bir risk alıyor bunu yaparken; çünkü çok iyi tasarlanmamış ve “inandırıcı” görünmeyen bir yaratık ve onu sergilerken başvurulan efektler ikna edici olmazsa hikâyenin ciddiyeti önemli bir darbe alabilir. Burada belki mükemmel değil CGI efektler ama aslında tam da bunun ve hikâyenin bir yergi olması sayesinde dört dörtlük işliyor canavarın göründüğü tüm sahneler. Bu sayede yönetmen canavarını hiçbir zaman gölgelerin içine, nesnelerin arkasına gizlemiyor ve tüm çıplaklığı ile getiriyor seyircinin karşısına. Yaratığın usta bir jimnastikçi gibi hareket ettiği sahneler de belki bu nedenle hem eğlendiriyor hem de heyecanlandırıyor.

Filmin yergiye başvurmasının hikâyeye önemli bir zenginlik kattığı açık; örneğin canavarın ilk kurbanları arasında yer alan küçük kızları için yas tutan ailemizin dört bireyinin abartılı hareketleri veya onlarca cenazenin olduğu ve yüzlerce insanın kendilerini acıdan hırpaladığı bu ortamda arabasını kötü park eden sürücünün bulunmaya çalışılması bu anları sıradan bir yas sahnesi olmaktan çok farklı bir noktaya taşıyor. Küçük kızın babasının “aptal” görünümü, amcanın asiliği ve büyükbabanın karanlık adamlarla işbirliği ve rüşvet denemeleri gibi unsurları ile karakterler üzerinden de tekrarlıyor hikâye alaycı havasını ve ailenin peşlerindeki kötü adamlardan kaçtığı sahnedeki kullanımı ile müziği de bu alaycılığın bir parçası yapıyor. Yönetmenin filmini sadece politik boyutu olan bir canavar filmi olmaktan çıkaran bu tercih bazıları için gerilimi azaltan ve ciddiyete zarar veren bir seçim olarak görülebilir ama eğlendirdiği açık. Hikâyenin ana konusu yapmasa da, büyük şehirdeki yoksulluğu (yiyecek dışında bir şey çalmayı hırsızlık olarak gören onurlu yoksullar var şehrin karanlıkları arasında yaşamak zorunda olan) gündeme getirmesi ve eleştirisinin konularından biri yapmasını da atlamamalı filmin artılarını sıralarken. İşsiz olan amcanın bir telekom şirketinde çalıştığı için özendiği arkadaşının yıllık maaşını beğenmesi üzerine aldığı “Benim kart borcum o kadar” cevabı ve polisin “virüs taşımaları” nedeni ile başlarına ödül koyduğu ailenin peşine düşen sıradan insanlar ülkenin ekonomik sistemine ve ahlak düzeyine eleştirel bir bakışın uzantısı şüphesiz.

Ülke bürokrasisinin tüm beceriksizliği ve tehlikeli kötücüllüğünün karşısında ailenin dayanışma dolu mücadelesi (her bir birey kendi yetkinliğini cömertçe koyuyor bu mücadeleye), özellikle babanın cesur savaşı ve yaratığa ölümcül bir darbe vuranın sokaktaki insanın iktidarlara karşı savaşının sembolik silahlarından molotof kokteyli olmasının da dikkat çektiği film orta bölümlerinde bir parça sarkmış görünüyor; zaman zaman da biraz dağılıyor hikâye. Hyung Koo Kim’in parlak görüntü çalışmasının sayesinde bu bölümler de kesinlikle bir çekicilik barındırsa da hikâyenin bir parça kısaltılması kesinlikle filmi daha üst düzeye çıkarabilirmiş. İşsiz ve içkici amcanın üniversitede bir politik aktivistken şimdi içine düştüğü durumu Kore’nin politik geçmişine ve eski eylemciliğin bugün yerini konformizme bırakmasına gönderme olarak kullanan filmin, canavarın tüm şiddetine rağmen hikâyesini “korkunç yaratık” türünden uzak tutmasını ve eğlenceyi ve gerilimi birlikte götürmesini ise alkışlamak gerekiyor. Başta baba rolündeki Kang-ho Song olmak üzere tüm ana oyuncuların (büyükbabayı canlandıran Hee-Bong Byun, amcayı oynayan Hae-il Park, hala rolündeki Doona Bae ve canavarın kurbanı küçük kızı oynayan Ko Asung) keyifli ve güçlü performanslar sundukları film görülmesi gereken politik bir aksiyon, korku ve gerilim filmi.

(“The Host” – “Yaratık”)

2011 Festival Notları 4

Sal In Eui Choo Eok – Bong Joon-Ho : Güldüren bir kara mizah: bulması kolay olmayan bir keyif. Sert konusunu üstelik hiç de rahatsız edici olmadan bir mizah örtüsü ile anlatabilen benzersiz bir film. Sinemanın şaşkın polis tiplemelerine muhteşem yeni örnekler ekleyen film belli belirsiz değinmelerle diktatörlük dönemi Güney Kore’sine de dokunuyor ve aynı anda hem ciddi bir polisiye hem çok güldüren bir komedi olmayı başarıyor. Ticari sinemanın kalıpları ile dalgasını geçerken muhteşem çekilmiş iki sahne ile ve başladığı yerde bitiyor.
(“Memories of Murder” – “Cinayet Günlüğü”)

El-Haimoune – Nacer Khemir : Yıllar önce kaçırdığım bir filmi nihayet yakalamanın keyfi ile seyrettiğim bir film. Egzotik, gizemli ve çölün sıcaklığını taşıyan çalışma gösterdiklerinin gerçekliğini belirsiz bırakan yapısı ile seyredenin gerçeklik algılamasını zorluyor ve görünenin ardına bakmaya –herhangi bir ipucu vermeden- zorluyor. Hikâyenin geçtiği coğrafyaların halkının bugün de süren gizemli ve potansiyel gücünün izini filmde bulmak mümkün. Halkı ve halkı oluşturan kavramları sorgulatan bir çalışma. Sinameteki olmayan bir ülkede festivalin sürdürmesi gereken bir gelenek eski filmlerin gösterilmesi.
(“Wanderers of the Desert” – “Çöl İşaretçileri”)

Bad Ma Ra Khahad Bord – Abbas Kiarostami : Bir ustadan onun tüm karakteristiklerini ve genelde 90’lı yıllar İran sinemasının özelliklerini taşıyan bir başyapıt. Hikâyenin geçtiği köyün çarpıcı görselliğini muhteşem bir şekilde kullanan film ustanın klasik uzun planlarını, günlük ve sıradan görünen sohbet anlarını, hayatın kendi doğal akışındaki mizahı içeren anlatımı ve sondaki Hayyam alıntısı ile çok şey söylüyor. Ticari sinemanın ne ve neden oldu kalıplarını altüst eden filmde hiçbir şey olmuyor görüntüsü altında çok ama çok şey oluyor. Yeni Türk sinemasının izinden gittiği ama dozunda ve gerekli bir yerelliğini atladığı türden çok başarılı bir film.
(“The Wind Will Carry Us” – “Rüzgâr Bizi Sürükleyecek”)