Goldfinger – Guy Hamilton (1964)

“Bu, altın, Bay Bond. Hayatım boyunca rengine, parlaklığına, ilahî ağırlığına hayran oldum”

A.B.D.’deki altın rezervlerini işe yaramaz hale getirerek kendi elindeki altının değerini artırmayı planlayan, altına düşkün, çok zengin ve güçlü bir iş adamı ile mücadele eden ajan James Bond’un hikâyesi.

Ian Fleming’in aynı adlı romanından Richard Maibaum ve Paul Dehn tarafından uyarlanan, toplam dört Bond filmi çeken Guy Hamilton’ın ilk kez bu ajanın hikâyesini yönettiği çalışma. Sağlam hikâyesi ve teknolojinin altında ezilmeyen Bond’un varlığı ile serinin en iyilerinden biri olan çalışma bir Bond filminden beklenen tüm keyfi sağlayabilmesi ile görülmesi gereken bir sinema eseri. Monty Norman’ın ölümsüz tema müziği ve John Barry’in parlak müzik çalışması, Ted Moore’un başarılı görüntüleri, Robert Brownjohn’un yarı çıplak bir kadın bedenine yansıttığı ve filmden alınmış sahnelerle oluşturduğu altın sarısı açılış jeneriği ve elbette Sean Connery’in varlığı ile bir sinema klasiği bu.

Klasik açılış ile başlıyor film. Maurice Binder’ın tasarladığı bu sekans sinema tarihin en bilinen anlarından biri: Seyirciyi bir suikastçinin gözünden ve bir silahın namlusunun içinden, yürümekte olan Bond’a baktıran bu sekansta, Bond bize (kameraya, seyirciye) doğru döner ve ateş eder. Sonuç ekranın üst kısmından aşağıya doğru inen kan görüntüsüdür. Bu görüntüye de Monty Norman’ın ilk Bond filmi “Dr. No – Doktor No” için yazdığı muhteşem ezgi eşlik eder. Bu sekansın ardından esprili bir girişi olan bir keyifli aksiyon sahnesi sunuyor bize film ve ajanımızın en dar vaktinde bile kadınları “ihmal etmeyen” karakterini sergiliyor, sonraki Bond filmlerinde de daima göreceğimiz gibi. Daha sonra Robert Brownjohn’un tasarladığı parlak jenerik ile devam ediyor film ve Bond fimlerinin jeneriklerinin hikâyenin renklerine sahip olması geleneğini benimseyen bu çalışma altın sarısı renkleri ile keyif katıyor filme. Kuşkusuz, bu jeneriğe eşlik eden ve Shirley Bassey’nin seslendirdiği (ve film ile aynı adı taşıyan) şarkıyı da atlamamak gerek. Billboard dergisinin listesine göre A.B.D.’de ilk 10’a giren ilk Bond şarkısı olan çalışma tipik bir Bond şarkısı olarak açılış jeneriğini daha da keyifli hale getiriyor.

Ian Fleming’in romanı sinemaya aktarılırken kimi değişiklikler yapılmış ama senaryo genel olarak romana sadık kalmış ve belki de filmin tüm seri içinde hikâyesi en sağlam olanlar arasında yer almasına katkı sağlamış bu tercih. Elbette gerektiği kadar aksiyon sahneleri var filmin ve beklendiği gibi iyi çeklimiş ve heyecan verici sahneler bunlar; ama tüm bu hızlı sahneler filmin hikâyesinin önüne geçmiyor ve hikâyenin gerçekçiliğine zarar vermeden onu destekliyor çoğunlukla. Filmin kötü adamı ve onun şeytanî planı da benzer şekilde doğal kabul edilebilecek bir kötülüğün sembolü olarak görünüyorlar. İtalyan sinemacı Federico Fellini’nin filmin Roma’daki galasında söylediği “Sinemanın ileri gitmesini sağlayan filmlerden biri bu” cümlesi de muhtemelen filmin hikâyeyi ihmal etmeyen aksiyonunun keyif vericiliğinin bir sonucu. Bond’un zekâsını ve bilgisini de konuşturmasına imkân veren senaryonun (kötü adam ile golf oynarken yaptığı oyun, tadar tatmaz adını ve yılını bilecek kadar şaraptan anlaması vs.) onu bir süper aksiyon kahramanı olmaktan çok, zeki, becerikli ve güçlü bir insan olarak sergilemesi filmi zenginleştirmiş diyebiliriz, sonuç olarak.

Bond kadınının doğrudan erotik bir çağrışımı olan “Pussy Galore” ismini romandaki gibi koruması (buna karşılık bu karakterin romandaki açık lezbiyenliğini pek kapalı olmayan bir şekilde de olsa ima etmekle yetiniyor film anlaşılır bir şekilde) ile dikkat çeken filmde kimi esprili anlar ve karakterler de var. Örneğin, ünlü sinemacı Alfred Hitchcock’un çok beğendiği, yaşlı bir kadının bir aksiyon karakterine dönüştüğü sahne hayli eğlenceli ve filmin tıpkı erotizm gibi mizah alanını da (örneğin Bond’u banyodayken gözetlemeye çalışan kadın) ihmal etmediğini gösteriyor bize. Yakalanıp bir masaya bağlanan Bond’u lazer silahı ile yok etmeye karar veren kötü adamın silahından çıkan ışının Bond’un bacakları arasından “malum” yere doğru ilerlemesi de bu bağlamda görülmeli. Evet, Bond yine tanıştığı her kadını (dost ya da düşman) bir şekilde yatağa atmayı başarıyor ve film onun başına gelenlerin bir kısmının bunun doğurduğu tedbirsizliğin sonucu olduğunu gösteriyor bize.

Bond filmlerindeki en “güzel” cesetlerden ve ölüm şekillerinden birini karşımıza getiren filmin çekimleri A.B.D., İngiltere ve İsviçre’de gerçekleştirilirken hikâye adı belirtilmeyen bir Latin Amerika ülkesine de uğruyor aslında. Bond bu gezilerini yaparken film de bize heyecanlı ve eğlenceli pek çok sahne ve hikâye sunuyor: Kötü adam ve filme adını veren Goldfinger’ın müthiş planını anlattığı sahnedeki şovu, bir arabanın hurdalıkta yamyassı edilmesi ve elbette Goldfinger’ın dünyayı ele geçirmesini sağlayacak planının kendisi bunların sadece birkaçı. Sean Connery’nin ve baş kötü adam rolündeki Alman oyuncu Gert Fröbe’nin sağlam oyunlar verdikleri, Goldfinger’ın baş yardımcısı rolündeki Harold Sakata’nın karakterinin ve sahip olduğu silahın (bir melon şapka bu) ilginçliğinin de katkısı ile eğlendirdiği ve Pusy Galore rolündeki Honor Blackman’ın karakterinin isminin de katkısı ile kalıcı Bond kadınları arasına girmeyi başardığı film izlenmesi gereken örneklerinden biri serinin; sadece ne olursa olsun bir Bond filmi olduğu için değil, sağlam bir aksiyon da olduğu için aynı zamanda.

(“Altınparmak”)

Live and Let Die – Guy Hamilton (1973)

“İsimler, mezar taşları içindir”

Bir tarot falcısından da destek alan güçlü bir uyuşturucu kralına karşı savaşan Bond’un hikâyesi.

Resmî Bond serisindeki sekizinci, Roger Moore’un ünlü ajanı canlandırdığı ilk film. Ian Fleming’in aynı adlı romanından serbest bir biçimde uyarlanan filmin senaryosunu Tom Mankiewicz yazarken, yönetmen koltuğunda Guy Hamilton oturmuş. Açıkçası serinin en iyilerinden biri değil bu film ve cazibesini temel olarak Moore’un varlığından ve ne olursa olsun bir Bond filmi olmasından alıyor. 1970’li yıllarda özellikle Amerikan sinemasında moda olan “Blaxploitation” akımından (Black ve exploitation kelimelerinin bir araya getirilmesi ile oluşturulan bu ifade, A.B.D.’deki siyahlarla ilgili klişeleri bolca “sömüren” ve çoğunlukla suç hikâyeleri anlatan filmler için kullanılmıştı) esinlenmiş görünen çalışma, bir Bond filmindeki ilk siyah kötü adamı karşımıza getirmesinin yanısıra, kurgusal bir ülkede geçen ilk hikâyenin de sahibi olmuştu aynı zamanda. Bond’un defalarca ve türlü tehlikeleri atlattığı, eğlenceli ve heyecanlı farklı sahneleri olan filmin problemi bir müzik terimi ile söylersek bir kreşendosunun olmaması; hikâye defalarca sakinleşiyor, hızlanıyor, tekrar sakinleşiyor ve böyle olunca da vurucu bir zirve noktasına sahip olamıyor heyecan açısından.

Kötü adamı canlandıran siyah oyuncu Yaphet Kotto filmin tanıtım etkinliklerine ve galasına davet edilmediğini söylemiş bir röportajında ve dönemin modası gereği siyah karakterleri kullanmayı özellikle seçen filmin yapımcılarının ikiyüzlülüğünün altını çizmiş. 1973’ten bu yana epey yol aldı sinema “eşitlik” konusunda şüphesiz ama gelinen nokta hâlâ tatmin edici olmanın çok uzağında ve bu sadece Amerikan sinemasında değil, Avrupa sinemasında da var olan bir problem. Örneğin İtalya’da “12 Years A Slave – 12 Yıllık Esaret” filminin afişinde hikâyenin asıl kahramanı olan siyah oyuncu Chiwetel Ejiofor değil, kısa bir rolü olan Brad Pitt öne çıkarılmıştı.

Klasik jenerik ve Bond tema müziği ile başlayan filmin açılış jenerikleri Maurice Binder imzalı ve Binder yine siluetlere yer verdiği tasarımında bir voodoo ayini, dans eden bir siyah kadın ve ateş görüntülerini kullanmış. Günümüzün kriterlerine göre basit ama etkileyici bir tasarım bu ve kendinden önceki açılış sahneleri ile birlikte filme keyifli bir giriş yapmamızı sağlıyor. B.M. Güvenlik Konseyi’ndeki bir toplantı sırasında işlenen bir suikast, New Orleans’da işlenen hayli “keyifli” bir cinayet ve Karayipler’de -gerçekte var olmayan- San Monique adasında bir voodoo ayini sırasında kurban edilen bir adamı anlatan açılış sahnesi, klasik Bond girişine uygun bir biçimde Bond’un görev başına çağrılacağını duyuruyor bize. Paul McCartney ve Linda McCartney’in yazdığı ve Beatles dağıldıktan sonra kurulan Wings grubu tarafından seslendirilen şarkının eşlik ettiği açılış jeneriği bizi Bond’un yatak odasına (bu kez bir İtalyan kadının yanında olduğu) bağlıyor. Bond, “M”den görevi alıyor ve New York (Harlem bölgesi), New Orleans ve San Monique’de geçen macerasını yaşamaya ve elbette bizi de eğlendirmeye girişiyor. Kuşkusuz esprili ve “cool” bir Bond var karşımızda ve anlık refleksler dışında havasını hiç bozmuyor kendisinden beklentimize uygun olarak.

Tom Mankiewicz’in hikâyesi yeterince doyurucu değil, kötü adam yeterince karizmatik değil ve Jane Seymour’un canlandırdığı Bond kızı da yeterince çekici değil. Böyle olunca film de seri içinde öne çıkanlardan biri olamıyor. Oysa ilk ve şimdilik son kez bir Bond filminde doğaüstü bir tema kullanımı var karşımızda (tarot falı ve voodoo ayinleri) ve Roger Moore gibi rolüne yakışan bir oyuncu. Yılan, timsah ve köpekbalığı saldırılarından, kurşunlardan, takip eden arabalardan vs. kurtulmayı başaran Bond hikâye boyunca o kadar çok kez kötü adamların eline düşüyor ki bir süre sonra bir heyecan yaratamaz oluyor bu anlar; çünkü bir tekrar hissine kapılmaya başlıyorsunuz. Neyse ki ve iyi ki bir Bond filmi sonuçta bu ve sizi bir şekilde kendisini izletecek bir havaya sokmayı başarıyor. Sonradan Bond’u hayli tehlikeli bir durumdan kurtaracak olan ve onun için özel olarak tasarlanan bir saati kullanarak bir kadının fermuarını onu mutlu edecek bir yumuşaklıkla açması, Harlem’de sadece siyahların gittiği bir kulüpte bir beyaz ve tam bir İngiliz centilmeni olarak soruşturma yapması, eğlenceli timsah sahnesi, şanına yakışır bir şekilde karşısına çıkan üç kadınla da yatması ve hayli uzamış olsa da nehirdeki eğlenceli ve heyecanlı takip sahnesi filmi çekici kılıyor, özellikle de Bond hayranları için. Tarotçunun adeta canlı yapar gibi, sadece geleceği değil o anda olup biteni de bilmesi gibi bir garipliğin yanısıra, hikâyenin bir başka problemi Bond dışındaki kimi karakterlerin hikâyenin odağını bozacak ve heyecana zarar verecek şekilde öne çıkarılması. Örneğin zaten gereksiz uzun görünen tekneli takip sahnesi, şerif karakteri Clifton James’in abartılı oyununun rahatsız ediciliği yüzünden de, adeta ucuz bir Amerikan komedisinden fırlamış gibi görünüyor ve filme ve temel olarak Bond’un ruhuna hiç uymuyor.

Filmi pek başarılı bulmayan ünlü eleştirmen Roger Ebert şöyle bitirmiş yazısını: “… ama siz de aynısını düşünmüyor musunuz, dokuz Bond filmi artık yetti galiba?” Tarihin epey haksız çıkardığı bir yargı oldu bu ve hiçbir Bond filmi gereksiz değildir yargısı hemen tüm sinemaseverlerin kabul ettiği bir gerçek oldu. Dublörlerin epey zorlandığı kesin olan sahneleri, geçen ay hayatını kaybeden Roger Moore’un ilk Bond rolü olması, başta New Orleans’takiler olmak üzere tüm o birbirinden farklı ve “eğlenceli” cinayet sahneleri ve belki de sadece tek başına timsah çiftliği bölümü filmi görmeye değer kılıyor; Bond hayranları için bunlar da gerekmiyor elbette; sonuçta bu bir Bond filmi ve görülmeli!

(“Yaşamak İçin Öldür”)

Funeral in Berlin – Guy Hamilton (1966)

“Satranç oynamayı biliyorum ama hile yapmanın daha kolay olduğu oyunları tercih ederim”

İngiliz İstihbaratı adına casusluk yapmak zorunda kalan bir adamın soğuk savaş yıllarında iltica etmek isteyen bir Doğu Bloku generalini Doğu Berlin’den kaçırma hikâyesi.

İngiliz yazar Len Deighton’ın aynı adlı romanından uyarlanan film, casus Harry Palmer’ın sinemaya aktarılan ikinci macerası. Michael Caine’in canlandırdığı Palmer karakteri sinemaya ilk kez Sidney J. Furie’nin yönetmenliğinde 1965’te çekilen “The Ipcress File” adlı çalışma ile girdi ve tümünü Caine’nin canlandırdığı bu karakterin sinemada toplam beş macerası oldu. Serinin en başarılı filmi ilk çekilen filmdi ve sonraki çalışmaların kalitesi gittikçe düşen bir çizgi izledi. “Funeral in Berlin” ise serinin ikinci filmi ve orta karar bir eski usul casusluk macerasını getiriyor karşımıza. Caine tüm İngiliz casuslarının olması gerektiği gibi cesur, esprili, çapkın ve zeki. Bir farklı yönü var yine de; dozunda tutulmuş bir anti-kahramanlığı var karakterimizin.

İsrail istihbaratından İngiliz istihbaratına, Doğu Almanlardan Batı Almanlara pek çok tarafın karıştığı ve bir süre sonra olay örgüsünün seyrinin zorlaşmaya başladığı filmin hikâyesi klasik casusluk filmlerinden pek ayrılmayan bir içeriğe sahip. Çift taraflı çalışan ajanlar, tarafların birbirini alt etmeye çalışırken giriştikleri zekâ oyunları ve istihbarat örgütlerinin amaca giden yolda her aracı mübah görmesi gibi tüm standart unsurlar bu filmde de yerlerini bulmuşlar. Bir Bond filminde göreceğiniz tüm o teknik teçhizatın olmamasının yanında hikâyenin asıl farklı yanı Palmer karakterinin espriler ve iğnelemeler şeklinde dışarı çıkan alaycı ve kuşkucu tavrı. Başka seçeneği olmadığı için bulaştığı bu casusluk dünyasında hem aynı tarafttan oldukları ile hem de düşmanları ile ilişkilerinde bu tavrını sürekli gösteriyor ve adeta bu dünyadan nefretini kusuyor. Caine’in karakterine uygun bir soğukluk ile canlandırdığı Palmer’ın bu macerası Bond filmlerine göre daha yavaş akan, gürültü patırtının çok daha az olduğu ve karakterinin yılgınlığını filmin tüm atmosferine yayan bir havaya sahip. Yönetmenin bu kimi yapay öğelerden uzak durması filme zaman zaman bir belgesel havası da katıyor ve bir duvar ile ortasından ikiye bölünmüş bir şehrin yaşamak zorunda kaldığı ve doğasına aykırı bu durumun neden olduğu şaşkınlığını hissetmemizi sağlıyor zaman zaman.

Hikâyenin filmin bazı anlarında fazla karmaşık bir hal alması romandan gelen bilinçli bir seçimin sonucu belki ama kitapta okurun kontrolü altında tutabileceği ve bu nedenle onu yormayacak bu durum sinema perdesinde kitapta durduğu gibi durmuyor. Sadece Palmer’ın değil seyredenin de kafasını karıştıracak bu durum, Soğuk Savaş’ın tedirgin ve yorucu kaosunu aktarmaya yarıyor bir yandan ama filmin çekiciliğini de azaltıyor. Görüntülerin başarısı ile de dikkat çeken film farklı bir casus karakterini farklı bir atmosferde karşımıza getirmesi ile de takdiri hak ediyor ama hikâyenin kaynağı John le Carré değil Len Deighton olunca da film bir “The Spy Who Came in From the Cold” olamıyor. Aralarında “Goldfinger” adlı serinin parlak örneklerinden birinin de olduğu dört James Bond filmini de yönetmiş olan Guy Hamilton arada çektiği bu filmde aksiyondan çok düşüncenin peşinde olan seyirciye yönelmiş ve sinemaya orta karar ama yine de farklı bir film armağan etmiş özetle.

(“Berlin’de Cenaze” – “Cehennem Dönüşü”)

Battle of Britain – Guy Hamilton (1969)

“Tarihin hiçbir döneminde bu kadar çok insan bu kadar çok şeyi bu kadar az insana borçlu olmadı”

1940 yılında Almanların yoğun hava saldırısına maruz kalan Britanya’da Kraliyet Hava Kuvvetleri subaylarının mücadelesinin hikayesi.

İngiliz sinemasından “kahraman” pilotlarına adanmış bir İkinci Dünya Savaşı filmi. Savaşın tümüne değil Almanların İngilizleri savaştan caydırmak üzere planladığı ve birkaç ay süren yoğun hava saldırısına odaklanan film oyuncuları, yapımcıları ve tarzı ile tam bir İngiliz ulusal filmi. Tarihin bu ikinci büyük savaşını (veya kıyımını) anlatan bir filmde arada geçen birkaç kelime dışında ABD kuvvetlerinin kahramanlığını ve kurtarıcılığını duymamak ne hoş!

“Diamonds are Forever” ve “Goldfinger” gibi iki parlak örneğin de aralarında bulunduğu dört James Bond filminin de yönetmeni olan Guy Hamilton’ın bu filmi yapımının üzerinden kırk iki yıl geçmiş olmasına rağmen özellikle uçakların savaşını gösteren ve dönemine göre hayli başarılı bölümlerdeki teknik becerisi ile ilgi çeken bir çalışma. Filmin nerede ise yarısı havada geçiyor ve kamera pilotların gözünden veya genel açılarla havadaki çarpışmaları görüntülüyor sürekli. Filme büyüklük katma çabasının uzantılarından biri gibi görünen uzun süresinin de etkisi nedeni ie bu sahneler bir süre sonra yormaya başlıyor da seyredeni öte yandan. Öyle ki farklı zamanlarda geçen tüm o hava savaşı sahnelerini bir süre sonra birbirine karıştırmanız mümkün seyrederken. Filmin havada geçen sahnelere ağırlık vermesi kalabalık kadrodaki karakterlerden hemen hiçbirinin gerçek bir karaktere dönüşememesine de neden oluyor. İngiliz sinemasının hemen tüm ünlü erkek oyuncuları irili ufaklı rollerde karşımıza geliyor ve tüm bu oyunculardan herhangi birinin karakterini gerçek anlamda tanımamıza fırsat vermiyor film ve böyle bir derdi de yok görünüyor. Filmin ana karakterlerinden sadece birisi kadın ve dönemin ünlü yıldızlarından Susannah York’un canlandırdığı bu karakter ile Christopher Plummer’ın canlandırdığı kocası arasında geçen sahneler ise filmin genel havasından çok uzak ve adeta filme katılmaya çalışılan anlamsız bir romantizm çabasının sonucu gibi duruyor.

Churchill’in ünlü sözü ile Fransa savaşının bittiği ve Britanya savaşının başladığı zamanı anlatan filmin açılışındaki Britanya bayrağı renklerini taşıyan jeneriğinden tüm o İngiliz oyuncuların adeta resmi geçit yaptığı kadrosuna film, evet tam bir “geçmiş şanlı zaferimiz” filmi. Yine de burada kaba bir propagandanın veya açıkçası herhangi bir propagandanın kesinlikle söz konusu olmadığını ve filmin bu işi incelikle hallettiğini teslim etmek gerek. Kalabalık figüran kadrosunun ve film için harcanmış görünen tüm o çabanın gösterdiği gibi film İngilizler için bir onur kaynağının sinemaya aktarılmış hali daha çok ve bu açıdan sinemasal değerinden bağımsız ele almak gerekli belki de. Bu açıdan bakınca da Almanların Britanya topraklarına düzenlediği ilk hava saldırısı başta olmak üzere kimi etkileyici sahneleri ile seyre değer bir film karşımızdaki. Karşı cephedeki Almanların karakterlerinin ilginç bir şekilde İngilizlerden daha detaylı karşımıza getirildiği film eski tarz savaş filmlerinden hoşlananların da ilgisini toplayabilecek ve Michael Caine’den Laurence Olivier’e, Michael Redgrave’den Ralph Richardson’a uzanan zengin kadrosu ile hayli nostalji yaratabilecek bir çalışma.

(“Göklerde Vuruşanlar”)