Çok Güzelsin Gitme Dur – Haldun Taner

Haldun Taner’in Milliyet gazetesinde “Pazar Sohbetleri” adını taşıyan köşesinde 1976 – 1982 yılları arasında yazdığı yazılardan oluşan bir derleme. Toplam elli üç yazının yer aldığı kitapta birbirinden çok farklı konularda ve Taner’in köşesinin adına uygun bir şekilde okuyucularla sohbet havasında yazılmış yazılara yer verilmiş. Nedense sonlardaki birkaçının tarihinin belirtilmediği bu yazıların ilki 29 Ağustos 1976, sonuncusu ise 28 Şubat 1983 tarihini taşıyor. Bir Pazar gününün bir parça da rehavet içeren havasında okunacak şekilde yazmış Haldun Taner ve o gün onun için hassasiyet taşıyan konulara değinmiş. Ülkemiz için bekleneceği gibi, o konuların tamamı bugün daha da ciddi boyutlar kazanarak hayatımızda yer almaya devam ediyor ve bu nedenle kitabı okumak zaman zaman ülke ile ilgili bir yılgınlık da yaratıyor; ama bu tür derlemeler tam da bu nedenle önemli aslında: Sorunlarımızın hep var olduğunu ve onları çözmenin kolay olmadığını, yoğun bir gayret gerektirdiğini hatırlatıyor bize bu ve benzeri kitaplar.

1915 doğumlu bir yazar Haldun Taner ve bu bakımdan bir cumhuriyet çocuğu olarak tanımlayabiliriz kendisini. Yazıların tümüne sinen bir cumhuriyet coşkusunu, cumhuriyetle hedeflenen aydınlanmaya olan inancı, Atatürk’ün ifadesi ile söylersek “muasır medeniyet seviyesi”ne erişme arzusunu hissediyorsunuz kitap boyunca. Yazarın en eskisi kırk dört yıl öncesine ait olan yazılarında bahsettiklerinin bugün de aynen geçerli olması, hatta hemen tüm yazıların bugün yayınlanmış gibi güncelliğini koruması kitabı günümüze de ait kılarken, kuşkusuz bir karamsarlık da doğurmuyor değil. Çevre sorunlarından politika ve politikacılara ve her türlü toplumsal yozlaşmaya tüm başlıklar bugün de ülkenin en büyük sorunları arasında yer alıyor. Örneğin “İstanbul’a Bakmak” başlığını taşıyan, 27 Şubat 1977 tarihli yazıda şehirdeki betonlaşmadan şikâyet ediyor Taner; bu yazıyı bugün okuyan pek çok kişinin İstanbul’un 1970’lerdeki fotoğraflarına bakıp özlem ile iç çekeceğini ve yitirdiğimiz güzellikler için üzüleceğini düşünürseniz, olumlu anlamda değişen bir şey olmadığını, Taner’in şikâyet ettiği o günleri yaşadığı için aslında şanslı olduğunu anlıyorsunuz. Yıllar öncesine ait yazıların gazete arşivlerinden çıkarılıp yeniden hayatla buluşturulması demek olan bu tür derlemeler yaşadığı dünya ile ilgili meselesi olan ve o dünyayı nasıl daha iyi anlarım, daha güzel kılabilirim telaşını hissedenler için işte böyle sorgulamalara imkân verdiğinden ayrı bir değer taşıyorlar.

Doğrudan politikayı konu alan yazılar yok kitapta ama bizdeki politikacıların düzeyini eleştiri konusu yapıyor Taner ve bu konuda yazdıkları da güncelliğini koruyor. Aslında yazıların ait olduğu dönem (1970’ler ve 80’ler) düşünülürse, sırası ile önce kaos içinde daha sonra da bir askerî darbenin sonrasındaki sessizlik içinde yaşayan bir ülkede yazıyor Taner ama en azından bu kitaba seçilenlerde politika bir ağırlık taşımıyor. Buna karşılık, politik atmosferin etkisinin sızdığı yazılar var. Örneğin bir anneler günü yayınlanan 8 Mayıs 1977 tarihli yazıda “Pazarları, bayramları bile kana bulayan bir gözükızmışlık içinde…” ifadesi ile bir hafta önce yaşanan Taksim katliamına göndermede bulunuluyor.

Haldun Taner’in kıvrak öykücülüğünün ve sade dilinin zenginleştirdiği yazıların düzeyini ve zenginliğini bugün ana akım medyada yazanlarınki ile karşılaştırmak elbette günümüz için olumsuz bir sonuç veriyor. Hem dil hem içerik olarak ne kadar gerilediğimizi net bir şekilde fark etmemizi sağlıyor kitap. Örneğin 25 Şubat 1979 tarihli “Dört Emeklli” başlıklı yazıda biri gerçek, üçü kurgu 4 emekli adam karakteri üzerinden bize adeta dört kısa hikâye anlatıyor Taner ve bir edebiyatçının kaleminden çıkan bir köşe yazısının nasıl çekici olabileceğini gösteriyor.

Kızıl Saçlı Amazon – Haldun Taner

Haldun Taner’in “Yaşasın Demokrasi” ve “Tuş” adlı hikâye kitaplarının bir araya getirildiği eser, bu kitaplardan ikincisinde yer alan hikâyelerden birinin adını taşıyor. Yazarın ironik üslubunun ve her biri 1940 ve 50’li yılların Türkiye’sinden (daha doğrusu İstanbul’undan) güçlü gözlemlerle oluşturulmuş karakterlerinin çekici kıldığı kitap, o yılların toplumsal değişim/dönüşümünün sonuçlarını da sergiliyor ve bunu çoğunlukla ağızda acı bir tat bırakan şekilde yapıyor. Karakterlerin hemen tümü bir ortada kalmışlığın, ikiyüzlülüğün veya süratle değişen topluma ayak udurma çabasının izlerini taşıyor. Türkiye’nin çok partili demokrasiye geçiş yaptığı ve Demokrat Parti iktidarı ile birlikte, toplumun batı (asıl olarak A.B.D.) kültürü ile çok daha fazla muhatap olmaya başladığı yıllardaki çalkantıların izlerini taşıyan hikâyeler, toplumu oluşturan bireylerin -henüz- yerelliklerini de koruması ile ortaya çıkan komik veya trajikomik durumları da getiriyor karşımıza.

Kitaptaki son hikâye olan ve 1956 tarihini taşıyan “Salt İnsana Yöneliş” şu paragrafi ile sona eriyor: “Yine şapkalar kapışılır, pipolar aşırılır. İtişip kalkışıp, yumruklaşıp eski günleri, ilk gençliklerini anarlar. Her şeyi ilk kendilerinin keşfettiğini sandıkları, her şeyin en iyisini, en güçlüsünü, en görülmemişini kendilerinin yapacaklarına inandıkları, o bir daha geri gelmeyecek mutlu gençlik günleri…”. Sanatçı olmaya çalışan, Batı’dan duydukları sanat akımlarının peşinde ve çoğunlukla bir özenti içinde, dünyayı değiştireceklerini düşünen gençlerin zamanla yok olup giden ideallarini anlatan hikâye, içerdiği ironi (dozu kitabın ortalamasının altında kalsa da) ve arayan/savrulan karakterleri ile kitaptaki toplam yirmi beş hikâyenin havasını da özetliyor bir bakıma. Haldun Taner, bireyler üzerinden kurumları ile birlikte toplumu da eleştirisinin/taşlamasının kapsamına alıyor ve “Yağlı Kapı”da toplumda oluşmaya başlayan sınıfları ve sonuçlarını, “Heykel”de artmaya başlayan bireyselliği ve gösteriş düşkünlüğünü ve “Yaşasın Demokrasi”de çok partili hayata geçişi anlatıyor bize. Hikâyelerde yaşlı insanların düşkünlüğü de acı bir ironi ile getiriliyor önümüze, “Sahib-i Seyf-ü Kalem”, “Necmiye’nin Hatırı”, “Allegro Ma Non Troppo” veya “Sebati Bey’in İstanbul Seferi” adlarını taşıyanlarda olduğu gibi. “Made in U.S.A.” Batı hayranlığı içindeki yapay karakterleri anlatırken, “Kooperatif” gelişen, şehirleşen ve beraberinde yozlaşan bireyleri sergiliyor okuyucuya. “İstediği Şarkıyı Dinleyebilmek” radyo sahipliği üzerinden özgürlük kavramını odağına alırken, bir bakıma kitaptaki en doğrudan politik olan hikâyelerden biri oluyor.

Hikâyelerin en kısa olanlarında bile karakterlerini okuyucuya -bazen sadece birkaç satır ile- doyurucu biçimde anlatmayı başaran ve her birini gerçek kılmayı başaran Taner’in bu hikâyelerinde dikkat çeken iki hususu da belirtelim son olarak: Gayrimüslimlerin İstanbul’da bir zamanlar toplumun asıl unsurlarından olduklarını görüyorsunuz birden fazla hikâyenin hatırlattığı gibi ve gerek bu gruba gerekse kadınlara ve “öteki” olanlara yönelik kimi sorunlu bakışların ne kadarının yazara ne kadarının karakterlerine ait olduğunu düşünmeniz gereken satırlarla karşılaşıyorsunuz. Gayrimüslim karakterlerin hemen tümü toplumun onlara bakışının izlerini dikkat çekecek ölçüde fazlası ile taşırken, kadınların sık sık karakterlerin namus/ahlâk anlayışlarının çerçevesinden anlatılması dikkat çekiyor. “İşgüzar Bir Polis” adlı hikâyede karısını kendisini aldatmakla suçlayan adamın, kadının kendisi ile görülen erkeğin kardeşi olduğunu söylemesi üzerine sarfettiği “Yoksa siz kızılbaş oldunuz da benim haberim mi yok” cümlesi toplumdaki bir iğrenç söylemi hatırlatırken bize, bu söylemle ilgili bir eleştiri veya yazarın kendisini bu söylemin dışına tutma çabası görünmüyor hikâyede.

Berlin Mektupları – Haldun Taner

berlin mektuplariKendisi için “Almanya’yı en az Türkiye kadar tanır” denen Haldun Taner’in Milliyet gazetesi için yazdığı köşe yazıları ve bir yazı dizisinden derlenen bir kitap. İlk bölümde yazarın Almanya’nın tarihinden, toplumsal yaşamından ve kültüründen söz eden yazıları ve orada çalışan Türk işçilerinin iki arada bir derede kalmışlığı üzerine görüşleri var. Kitabın ikinci bölümünde, Taner’in Avusturya’nın özgür bir ülke oluşunun 25. yılında 1980’de yazdığı ve ülkenin 1918 – 1980 arasında yaşadıklarını hızlı bir özetle toparlayan, “Viyana’nın Atlattığı Vartalar” başlıklı bir inceleme yer alıyor.

En eski tarihlisi 1976 ve en yenisi 1982 olan yazıların yer aldığı birinci bölümde, Taner bir yandan Almanya’yı bir yandan da iki toplum arasındaki sıkışmışlıkları ile o dönemde bugünkünden çok daha fazla gündem olan “Alamancılar”ı ele alıyor ve usta kalemi ile günümüzün köşe yazarlarının çoğunluğunun sığlığından ne kadar uzak yazabilen köşe yazarları olduğunu hatırlatıyor bize bir zamanlar. Yazıların anlık gözlemlere ve duyulanlara dayanmayıp, yazarın köklü Almanya bağlantılarının etkisini yansıtması daha da değerli kılıyor onları kuşkusuz. Kendi cümleleri ile, “Matbaa-yı Âmire müdürü olan büyükbabasının Almanya’dan getirdiği oyuncaklarla oynayan, onun Alman purosu kokan evini hatırlayan, lisede ikinci dil olarak Almanca’yı seçen, ilk üniversite tahsilini Almanya’da yapan, ikinci üniversite tahsilinde tez olarak Alman edebiyatını seçen, kitapları Almancaya çevrilen, aralıklarla Berlin’de yaşayan ve iki ülke arasındaki kimi kültür alışverişlerinde aracılık eden” yazarın konu hakkında söyleyecek çok sözünün olduğu açık ve o da yazılarına yansıtmış bu “uzman”lığını açıkçası. Bunun yanısıra Almanya’nın ve Avusturya’nın yaşadığı kimi tarihî dönemlerde oralarda yaşamak ve yaşananların birinci elden tanığı olmak gibi bir şansı da olmuş Haldun Taner’in ve bu sadece bu iki ülke ile de sınırlı değil bu şans. Fransa’da Halk Cephesi’nin kurulduğu sırada oradaymış ve Leon Blum’un kısa iktidar dönemini yakından izleme şansı olmuş örneğin. Elbette kaderi onu Almanya ile daha çok karşılaştırmış ve Hitler’in iktidarının ilk yıllarında Heidelberg’de bir üniversite öğrencisi olmaktan Almanya’nın Rhen bölgesini işgal ettiği gece orada olmaya veya Naziler’in Avusturya’yı ilhak ettikleri gün ve 1956’da Macar ihtilalinin kanlı bir biçimde bastırılması üzerine Macarlar’ın Avusturya’ya sığınması sırasında Viyana’da olmaya kadar uzanan pek çok tesadüf yazara epey tecrübe ve birikim kazandırmış kuşkusuz. Kısacası doğru yerde doğru zamanda olmuş tesadüfen de olsa Haldun Taner.

Taner’in Almanya ve Türkiye arasında adeta iki taraflı bir kültür elçisi olarak çalıştığını gösteren yazılarında Almanya’daki Türk işçilerinin sorunlarına da sık sık değindiğini ve çözüm önerileri ürettiğini görüyoruz ama ne yazık ki birkaç kuşağa yayılan bu sorunlar için hemen hiçbir şey yapılmadığını da üzülerek hatırlıyoruz. Büyük bir çoğunluğu Almanya ile ilgili olsa da yazıların, bu kapsam dışında kalanları da var içlerinde ve örneğin Mayıs 1982 tarihli “Kılık Kıyafet Üzerine” başlıklı olanında olduğu gibi Türkiye ve Avrupa halklarının giyim alışkanlıklarını karşılaştırırken doğrudan Almanya’ya hiç değinmiyor Taner. Kitabın “Berlin Mektupları” adını taşımasının nedeni yazıların Berlin’den gönderilen “mektup”lardan oluşması belki de asıl olarak. Yazıların nedense kronolojik olarak sıralanmadığı ve bu yapılmadığı gibi konuları benzer olanların da her zaman art arda dizilmediği kitapta sayıları az da olsa kimi yazılarda Taner’in hikâyeciliğinin havası da hissettiriyor kendisini, Temmuz 1981 tarihli “Topun Ağzı” başlıklı yazıda olduğu gibi.

Bir Not:
Mart 1982 tarihli “Adama İş Değil, İşe Adam Arasak” başlıklı yazıda Berlin’de bir edebiyat toplantısında kendi eserlerini seslendiren üç Türk gencinden söz ediyor Taner. “Sarışın delikanlı” olarak bahsediyor ilkinden ve adını yazmıyor. Hikâyesini okuyan bir diğerinin ise Metin Eloğlu’nun kızı olduğunu yazıyor ismini vermeden. Bugün edebiyatçılığı ile değil ama Alman sinema ve televizyon filmlerindeki oyunculuğu ile tanınan Şiir Eloğlu olsa gerek bu kişi. Üçüncüsün adının ise Abdülkerim Abdülhalik Zeytunlu olduğunu söylüyor ve okuduğu “Ausländer – Yabancı” isimli şiirinin kendisini ne kadar çok etkilediğini yazıyor. Bugün Almanya’daki “göçmen edebiyatı“nın ilk örneklerinden biri olarak kabul edilen bu şiirin yazarının gerçekten bir Türk mü olduğu yoksa şiirin bu ismi kullanan bir Alman tarafından mı yazıldığı bilinmiyor ve dergilerde basıldığında telif hakkı için yapılan çağrıya hiçbir zaman cevap alınamadığı söyleniyor. Taner’in şahsen dinlediği kişi gerçekten şairin kendisi miydi ve o kişi şimdi nerededir, bir bilgi yok kısacası.