“Suçum ne, biliyor musun? Onurumuzu korumanın, körü körüne bağlılıktan daha önemli olduğuna inanmam”
Casusluk yaptığı gerekçesi ile rütbeleri sökülen ve hapse atılan Fransız subayı Alfred Dreyfus’un davası üzerinde çalışan Picquart adındaki subayın araştırmalarının hikâyesi.
İngiliz yazar Robert Harris’in, arkadaşı Roman Polanski’nin Dreyfus davasına olan ilgisinden esinlenerek yazdığı “An Officer and a Spy” adlı romandan uyarlanan senaryosunu yine Harris’in yazdığı, yönetmenliğini Polanski’nin yaptığı, Fransa ve İtalya ortak yapımı bir film. Sessiz dönemden başlayarak daha önce de sinemanın ilgi alanına giren Dreyfus davasını konu edinen şimdilik bu son film Venedik’te Jüri Ödülü’nün yanında sinema yazarlarının verdiği FIPRESCI ödülünü de kazanmıştı. Hikâyenin asıl kahramanını değil, onun davasındaki yargılamanın âdilliğinden kuşkuya düşen Picquart’ı ön plana çıkaran film sade bir dil ile eski klasiklerin havasını seçmeyi tercih eden ve güvenli sularda kalarak -olumsuz anlamda- bir parça şaşırtan bir yapıt. Önyargıların, öteki olarak görülene karşı yürütülen linç kampanyalarının ve “devletin çıkarları” uğruna yok edilen bireysel yaşamların kurbanı olan karakterlerden birinin hikâyesi etrafında dönen film özelikle bir özdeşleşmeden uzak durma çabası, geniş kitlelerin nasıl kolayca manipüle edilebileceğini göstermesi ve Polanski’nin yılların tecrübesi ile hikâyesini hiç aksamadan anlatabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma.
5 Ocak 1895 tarihinde açılıyor film. Arka planda Eyfel Kulesi’nin göründüğü çok büyük bir kışlanın avlusundaki bir “rütbe sökme” törenini izliyoruz. Kılıcından, rütbelerinden ve rütbesini gösteren tüm sembollerden arındırılan subayın adı Dreyfus’tur ve şöyle haykırmaktadır töreni avludan izleyen rütbeli ve rütbesiz yüzlerce askere ve avlunun dışından aleyhinde tezahürat yapan halka: “Asker! Bir masumun rütbesi sökülüyor. Bir masumun onuru kirletiliyor. Yaşasın Fransa, yaşasın ordu!”. Dreyfus Yahudidir ve politik mahkûmların gönderildiği Fransız Guyanası’na bağlı Şeytan Adası’ndaki bir cezaevinde çekecektir cezasını. Polanski’nin filmi Dreyfus’u gösteren bu sahne ile açılsa da, hikâyenin asıl baş karakteri olarak, onun askerî akademide hocası olan ve askerî istihbarat örgütünün başına geçirilen Picquart’ı seçiyor ve onun Dreyfus davasının adalet kurallarına uygun olarak yürütüldüğü konusundaki kuşkularının üzerine gitmesini anlatıyor. Filmin Fransızca orijinal ismine adını veren “J’Accuse” başlıklı ünlü açık mektubu üzerinden -pek de doyurucu olmayan bir biçimde- Zola’yı ve diğer başka tarihî kişilikleri de bünyesine katan senaryo, duygusal zorlamalara ve ajitasyonlara başvurmaması ile takdiri hak etse de, bir yandan da zaman zaman bir ansiklopedi kuruluğuna bürünmüyor da değil.
Belki de filmin hikâyesi açısından en önemli eksikliği dönemin politik ve toplumsal koşullarının oluşturduğu arkaplanla pek ilgilenmemesi ve Dreyfus’a “Yahudileri sevmediğini ama bunun onlara haksızlık yapacağı anlamına da asla gelmeyeceğini” söyleyen Picquart’ın bu sözleri ile somut karşılıklarından birini bulan Yahudi karşıtlığını öne çıkarması sadece. Film de aslında Dreyfus’tan çok Picquart’ın hikâyesi olarak ilerliyor ve öyle ki onun özel hayatındakiler Dreyfus’un kendisinden daha çok geliyor karşımıza. Kötü işleyen ve / veya çarpıtılan adelet mekanizmalarının güçlülerin elinde ve masumların aleyhine nasıl ölümcül bir silaha dönüşebileceğinin örneklerinden biri olan bu davanın kurbanının değil, gerçeğin peşine düşeninin öne çıkarılmasında temel olarak bir sakınca yok elbette; ama tıpkı filmin adı Zola’nın mektubunun başlığı olsa da odak noktasının bu mektup değil, Picquart’ın “dedektiflik” çalışması olması ve Zola’nın kendisinin de öylesine görünüp kayboluvermesi gibi senaryo tam olarak ne anlatacağını çok iyi seçememiş gibi görünüyor.
Sahte veya savunmanın görmesine izin verilmeyen delliler, âdil yürütülmeyen duruşmalar, tek hedefi suçlu olduğuna önceden karar verilmiş olanları cezalandırmak olan davalar ve bu davalara önyargıları ile destek olan kamuoyu… tüm bunlar ülkemiz için hiç de yeni şeyler değil kuşkusuz; bu bakımdan hikâye bizim için ayrıca önem taşıyor ve Polanski bu bir parça kuru görünen hikâyeyi tecrübesi ile ilgi çekici kılmayı başarıyor. Örneğin Dreyfus’un mahkûm edildiği davada kritik bir rol üstlenmiş olan bir el yazısı uzmanının çalıştığı yerde bir adamın kafatasını ölçerken görülmesi, yaşananlarda kurbanın Yahudi olmasının taşıdığı kritik önemi ima eden önemli bir sahne. Çok daha çarpıcı bir örnek ise, ordunun üst düzey generalleri duruşma salonuna girerken kalabalık bir kitlenin onları alkışlarla ve “Yahudilere ölüm” (Burada Yahudi sözcüğü yerine egemen güçlerin ve onların manipüle ettiği kitlelerin nefret nesnesi olan başkalarını da koyabilirsiniz rahatlıkla) sloganları ile karşıladığı sahne. Benzeri başka örnekler de var filmde ve geri dönüşlerde bir parça yorgun görünen bir dili olsa da, Polanski filmini ilgi ile seyrettirmeyi başarıyor bu sahneler sayesinde.
1977’de on üç yaşındaki bir kız çocuğuna uyuşturucu vererek tecavüz etmekle suçlandığı ABD’ye giremeyen ve hatta kendisini arandığı ABD’ye iade edebilecek ülkelerden de uzak duran Polanski’nin konuşmalarında kendi hikâyesini (ve yargılanmasını) Dreyfus’unki ile özdeşleştirmesi ise oldukça benmerkezci bir davranış elbette. #MeToo hareketinin de etkisi ile Polanski filmin festival gösterimlerinde ve tanıtımlarında çeşitli protestolarla karşılaşmıştı. Örneğin, Venedik’te jüri başkanı Lucrecia Martel filmin ödül alması durumunda yönetmeni kutlamayacağını söylemişti. Picquart rolündeki Jean Dujardin’in karakterini karizmasının da yardımı ile ilgi çekici kıldığı film, bu antisemitik adamın adaleti sağlamak için verdiği uğraşı abartmadan destekleyen bir şekilde anlatmasının da gösterdiği gibi, Dreyfus dahil hiçbir karakteri özellikle sevilmeyi hak eden bir şekilde resmetmiyor. Dramatik etkilerin peşinde koşmayan film Picquart ve Dreyfus’un son kez görüştükleri sahnede yalın bir şekilde yansıtılan ve adaletin çoğunlukla hayal kırıklığı yarattığı bir sistemin profilini çıkarması ile önemli bir yapıt kuşkusuz. Polanski’nin kendi kişisel hikâyesini bu yapıt üzerinden aklamaya girişmesinin yanlışlığı ve eleştiriyi hak etmesi bir yana, film günümüzde ne yazık ki hâlâ geçerli olan bir adaletsizliği hatırlatıyor bize. Daha güçlü ve yaratıcı bir Polanski yapıtı bekleyenleri tatmin etmeyecektir ama yine de izlenmesi gereken bir eser bu.
(“An Officer and a Spy” – “Subay ve Casus”)