The Nice Guys – Shane Black (2016)

“Tamam, bir plan yapıyoruz: Önce kusuyoruz, sonra bu cesetten kurtuluyoruz”

Kayıp bir kızı ve bir porno yıldızının ölümünü araştıran iki özel dedektifin hikâyesi.

Bret Halliday’in (gerçek adı ile Robert Terrall) “Blue Murder” adlı romanından esinlenerek yazılan senaryosu Shane Black ve Anthony Bagarozzi’ye ait olan, Black’in yönetmenliğini de üstlendiği bir ABD yapımı. Bir ara bir televizyon dizisi olarak da düşünülen ama sonradan sinema filmi olarak çekilen hikâye iki özel dedektifin eğlenceli bir macerasını anlatıyor bize. Russell Crowe ve Ryan Gosling’in canlandırdığı iki dedektifin seyrettiğimiz hikâyesi çok da orijinal görünmüyor ama iki oyuncunun (özellikle de Gosling’in) keyifli performansları, hiç düşmeyen temposu ve eğlencesi ile dikkat çeken bir çalışma bu. 1977’de geçen hikâyede Hollywood’un dönem filmi çekme ustalığına bir kez daha tanık oluyoruz ve film iki saate yakın süresi boyunca seyircisini hiç sıkmamayı da başarıyor. Dozunda bir “edepsizlik” ile hikâyesini anlatan film vakit geçirmek için birebir olan ama yeterince orijinal olmadığı için kalıcılığı da tartışmalı bir sinema eseri.

David Buckley ve John Ottman’ın orijinal müzikleri, 1970’lerin bugün hâlâ keyifle dinlenen şarkıları ve tüm görsel unsurları (açılış jeneriğinin yazı karakterlerinden hayli başarılı kostüm ve set tasarımlarına kadar) adeta 1970’lerde çekilmiş denecek kadar tam bir dönem filmi bu. Filmin özellikle final bölümünde doruğuna çıkan eğlencesi ile birlikte en başarılı yanlarından biri de bu kesinlikle. Amerikan sinemasının teknik ustalığının iyi örneklerinden biri olarak rahatlıkla nitelendirebiliriz bu filmi. Bu sinemanın, anlattığı hikâye ne olursa olsun, onu bir şekilde seyredilebilir kılma becerisi burada da kendisini gösteriyor ve film seyircinin gözünü alacak numaralarla kendisini seyrettirmeyi başarıyor. Buradaki hikâye kesinlikle kötü değil, hatta zaman zaman vasatın üzerine bile çıkıyor ama yeterince orijinal değil ve ortalarından itibaren de sırrı yavaş yavaş çözmeye başlıyorsunuz ki bu da hikâyenin türü açısından bakıldığında filmin zayıf noktalarından birini oluşturuyor. İşte burada bu hikâyeyi anlatma becerisi devreye giriyor ve filmi seyredilir kılıyor.

Filmin önemli bir kozu iki baş oyuncusu: Crowe ve Gosling. Pek çok filmde veya TV dizisinde gördüğümüz uyumsuz ikiliyi (polis veya özel dedektif) canlandıran oyuncular senaryonun onlara pek de yardımcı olmamasına rağmen rollerinin altından başarı -ve anlaşılan keyifle- kalkmışlar. Senaryonun özellikle onların karakterlerine yansıttığı sıkıntı, uyumsuzluklarını pek de belirgin kılamaması. Ortada çok da dikkat eden bir zıtlık yok çünkü ve bu nedenle bu zıtlıktan yola çıkılarak bir eğlence pek de üretememiş film. Burada Gosling bir parça daha şanslı çünkü onu daha iyi ele almış senaryo ve kızının da varlığı nedeni ile sahnelerini daha ilgiye değer kılmış. İki oyuncunun performansı tam da bu nedenle önem kazanmış filmin başarısı için ve Crowe -hikâye için özellikle kilo almış hali ile- bir parça yaşlı ve yorgun görünen ama becerisi diğerine göre daha üst düzeyde olan karakterini aksamadan canlandırmış. Gosling ise daha genç ve bir parça da beceriksiz karakterini tempolu ve keyifli bir performansla getirmiş karşımıza ve onun da keyif alır göründüğü bu performansı da filme ciddi bir katkı sağlamış.

Açılış sahnesindeki beklenmedik şoku ve eğlenceli anlatımını tüm hikâye boyunca koruyan film peş peşe ve eğlencesini inkâr edemeyeceğiniz sahneler getiriyor karşımıza. Gosling’in tam bir fiziksel performans örneği sunduğu tuvalet sahnesinden California’daki çevre kirliliğini protesto eden gruba, hemen tümü bir mizah içeren diyaloglarından (filmin bol konuşmalı olmasına rağmen hiç tempoyu aksatmıyor bu diyaloglar) Nixon esprisine ve bir cesetten kurtulma bölümüne kadar film eğlence arayanları tatmin edecek bir içeriğe sahip. 1970’lerin toplumsal konuları ele alan polisiyelerine ve komplo teorili hikâyelerine göndermeler de barındıran film eğlenceli kavga sahneleri ve tüm finale yayılan ve çok iyi koordine edilmiş görünen kaos ve çatışma anları ile de dikkat çekiyor ve aksiyonseverlere de göz kırpıyor. Hikâye yeterli bir çekiciliğe sahip olmasa da ve Gosling’in kızı karakterinin varlığı ve karıştıkları ciddi bir inandırıcılık problemi yaratsa da eğlenceli ve komik olmayı hedefleyen ve bunu da başaran bir film bu.

(“İyi Adamlar”)

Kiss Kiss Bang Bang – Shane Black (2005)

“Parmağını al, köpeği öldür ve hemen çık oradan”

Ters giden bir soygun girişiminden sonra kendisini önce bir deneme çekiminde, ardından Los Angeles’ta bulan New Yorklu bir hırsızın hikâyesi.

Shane Black’in yazdığı (Brett Halliday’in “Bodies are Where You Find Them” adlı romanından “kısmen” esinlenerek) ve yönettiği bir A.B.D. yapımı. Amerikalıların “pulp fiction” (ucuz roman diye çevirebiliriz herhalde) dedikleri türden bir hikâye yazmış Black ve tam da bu hikâyeye uygun bir yönetmenlik tercihi ile eğlendiren, dinamik ve esprili bir film koymuş ortaya. Türün klişeleri ile dalga geçen bir havası olan ama sonuçta kendisi de tam da bu türden olan bu “ucuz film”, göndermeleri ile de kimi sinemaseverlerin ilgisini çekebilecek bir içeriğe sahip. Belki daha sakin bir dil ve hikâyesine kendisini gereğinden fazla kaptırmamış bir anlatım biçimi ile sinemasal açıdan daha başarılı olabilirmiş gibi görünen film, yine de eğlenmek için keyifle seyredilebilir açıkçası.

Shane Black hikâyesini beş bölümde anlatmış ve bu bölümlerin her birine, “ucuz roman” türünün ve dedektiflik eserlerinin ustalarından Raymond Chandler’ın çalışmalarının isimlerini koymuş: “Trouble is My Business”, “The Lady in the Lake”, “The Little Sister”, “The Simple Art of Murder” ve “Farewell, My Lovely” adını taşıyan bu bölümlerin içerikleri isimlerine hayli uygun ve bu açıdan Black’in ödevini çok iyi yaptığı anlaşılıyor; herhangi bir zorlama hissi vermiyor bu isimlendirmeler çünkü. Gary Mau’nun imzasını taşıyan açılış jeneriğinin üslubu ve animasyonu ile de hem klasik dönem Bond filmlerini hem de dedektiflik türündeki sinema örneklerini çağrıştırıyor Black’in filmi ve senaryosunun tüm temel ögelerinde olduğu gibi esinlendiği türe saygısını eksik etmiyor (veya ek olarak, bir başka ifade ile türün birikiminden epey yararlanıyor). Filmin adını da eklemek gerek, Black’in türe “saygı”sını anarken: “Kiss Kiss Bang Bang” ifadesi 1960’lı yıllarda özellikle Avrupa’da ve özellikle de Bond filmlerini tanımlamak için kullanılırdı. Sonuçta silahlar patlar (“Bang Bang”) ve kahramanımız güzel kızları öper (“Kiss Kiss”) bu filmlerde. 1966 yılında İtalyan sinemacı Duccio Tessari’nin yönettiği “Kiss Kiss Bang Bang” adında bir casusluk komedisi de çekilmiş hatta. Amerikalı ünlü film eleştirmeni Pauline Kael de eleştirilerini topladığı kitaplarından birine bu ismi vermiş ve “silahların ve öpücüklerin çoğu seyirciyi sinemaya çeken şeyler olduğunu ve sinemanın nadiren bu formülün dışına çıkabildiğini” yazmış.

Küçük bir hırsızlık girişimi sırasında işler ters gidince polisten kaçarken kendisini bir deneme çekiminin içinde bulan ve burada gösterdiği başarı üzerine Los Angeles’a götürülen baş karakter Harry’i Robert Downey Jr. canlandırıyor ve hikâye onun ağzından anlatılıyor esprili bir şekilde. Zaman zaman doğrudan seyirciye de hitap ediyor kahramanımız (hatta finalde Val Kilmer ile birlikte yapıyor bunu) ve hikâyenin diğer iki ana karakteri olan Gay Perry (bir eşcinsel dedektif olan bu karakteri Val Kilmer oynuyor) ve Harmony Faith Lane (Los Angeles’a ünlü olmaya gelen bir yıldız adayı olan bu karakteri canlandıran isim ise Michelle Monaghan) ile birlikte. Yaklaşık 100 dakika boyunca bu üç karakter bir olaydan diğerine, bir tehlikeden diğerine koştururken bol bol konuşuyorlar (neyse ki bu konuşmalar Tarantino’nun karakterleri için yazdığı türden “havalı” diyaloglar değil), bol bol hareket ediyorlar ve sık sık da eğlendiriyorlar izleyeni. Kara mizaha da bulaşıyor hikâye zaman zaman ve bir ucuz romandan beklenebilecek hemen tüm ögeleri (dedektif, güzel bir kadın, cinayet, zengin adam, sosyete dünyası vs.) barındırarak kendisini seyrettirmeyi başarıyor. Tıpkı ucuz romanların hızlı okumaya müsait olması gibi, bu roman da hızlı bir seyir ihtiyacını karşılıyor amaçladığı şekilde.

Eşcinsel dedektif karakteri belki de Shane Black’in en özgün buluşu olarak görünüyor hikâyede. Val Kilmer’ın keyifli bir biçimde canlandırdığı karakter türünün ağır basan maço yanına tam zıt bir noktada duruyor. Cep telefonunun melodisi “I will Survive” ama kendisi tam bir aksiyon kahramanı ve cesareti ile ucuz romanların ünlü dedektiflerinden kesinlikle geride kalmıyor. İç çamaşırının içinden ateşlenen tabanca sahnesi hem eğlencesi hem de türün erkeksiliğine eleştirel bir gönderme olması ile dikkat çekiyor kesinlikle. Downey Jr.’ın filmdeki en parlak performans olarak gösterilebilecek bir oyunculukla canlandırdığı Harry karakterini de dedektifin önüne geçirerek baş karakter yapması ve bu “sıradan hırsız”ı bir “kahraman” olarak biçimlendirmesini de Black’in artıları arasına eklemek gerekiyor türün klişelerinin dışına çıkmak açısından.

Pek çok eğlenceli sahnesi olan (bunlardan birinde kahramanımız bir köprüde asılı haldeyken bir tabutun içindeki cesedin koluna tutunarak aşağıya düşmekten kurtuluyor örneğin) filmin zaman zaman “ucuz bir film olmak”la “bir ucuz film parodisi olmak” arasında kararsız kaldığı ve bunun da bir turtarsızlığa yol açtığı görülüyor içerik açısından. Val Kilmer’ın karakterine ve bu karakterle Downey Jr.’ın Harry karakteri arasındaki ilişkiye daha fazla yer vermemesini de filmin, bir eksiklik olarak dile getirmek gerek. Bu iki unsurdan çok daha fazla komedi ve gerilim çıkarılabilirmiş çünkü.

Michelle Monaghan’ın tipik bir “femme fatale” olmaktan uzaklaşıp karakterine farklı boyutlar da katabilen oyunculuğu, zaman zaman kafa karıştırsa da (bunu ve kimi gerçekçilik problemlerini -Downey Jr. ile Monaghan arasındaki yaş farkına rağmen onları aynı yaşta olarak görmemizi beklemesi gibi- hiç dert etmediğini söylemek gerek filmin ve bu da filmi hem olumlu hem olumsuz anlamda etkiliyor) sürprizli hikâyesi, Saul Bass’a selam gönderen jenerik çalışması ve John Ottman’ın türün havasına çok uygun müziği ile de ilgiyi hak eden bir film bu. Shane Black ilk yönetmenlik denemesinde sınavını geçmiş açıkçası ama yukarıda sıralananan nedenlerle de bir eğlencelik olmaktan çok da öteye taşıyamamış filmini.