“Kendine bir bak; bir hanımefendininki gibi parlayan gözleri olan yakışıklı bir delikanlı. Bu kayalığa gelip, sert adamı oynuyorsun. Sahte huysuzluğunla beni güldürüyorsun. Sessizliğinde bir gizem varmış taklidi yapıyorsun; ama ortada hiçbir gizem yok. Açık bir kitapsın sen, açık bir resim bence. Sahne ışıkları altında çığlıklar atan bir aktris; sadece doğduğu için imrenilmek isteyen, doğuştan sahip olması gerektiğini düşündüğü zenginlik ve rahatlık için ağlayan bir kaltak. Şuna bak, nasıl da ağlıyor. Ne yapacaksın? Öldürecek misin beni; söyle, öldürecek misin? O martıya yaptığın gibi beni de öldürecek misin?”
1890’larda New England’da büyük bir kayalıktan ibaret ıssız bir adadaki fenerde çalışan biri genç, diğeri tecrübeli iki adam arasındaki gerilimin hikâyesi.
Orijinal senaryosunu Robert ve Max Eggers kardeşlerin birlikte yazdığı, yönetmenliğini Robert Eggers’in yaptığı bir ABD ve Kanada ortak yapımı. Jarin Blaschke imzalı görüntüleri Oscar’a aday olan ve diğer pek çok ödül adaylığı ve sahipliğinin yanında Cannes’da “Yönetmenlerin On Beş Günü” bölümünde FIPRESCI (Sinema Yazarları) ödülünü de alan film, çok kısa bir iki sahne dışında sadece iki oyuncusu olan; görsel atmosferi, Willem Dafoe ve Robert Pattinson’ın güçlü performansları, baştan sona koruduğu gerilimi ve gizemi, zaman zaman barok bir korku filmini hatırlatan içeriği ve biçimi, ilham kaynakları ve göndermeleri ile hayli ilginç bir çalışma. İlk filmi “The Witch”de olduğu gibi New England yöresinde geçen bir hikâye anlatan Eggers yine halkın inançlarını ve efsanelerini de katıyor öyküsüne ve ilgiyi kesinlikle hak eden bir sonuç elde ediyor.
Mark Korven’in imzasını taşıyan müzik çalışmasının filmin tarzının çok iyi bir örneği olduğu bir yapıt bu; klasik anlamda bir film müziği değil dinlediğimiz, Korven daha çok, kendine has notaları ile hikâyenin iniş çıkışlarını yakalayan, filmin başarılı ses tasarımı ile çok iyi bir uyum içinde olan ve diyaloglar ve görsellik kadar hikâyenin ana parçalarından biri olan bir çalışma çıkarmış. Onun müziğindeki alışılanın dışına çıkma hedefi, filmi oluşturan diğer unsurlarda da kendisini gösteriyor. Robert Eggers bu siyah-beyaz filmde sinemada özellikle sessizden sesliye geçiş döneminde (kabaca 1926 ile 1932 arasında) kullanılan çerçeve oranı olan 1.19:1’i tercih ederek hikâyesine eski filmlerin havasını katmış ve Alman sinemacı F. W. Murnau’yu hatırlatan bir ekspresyonizmin modern karşılığı denebilecek bir biçimsellikle de yine eskiye dönmüş yüzünü. Filmin gotik havasını, eski dönemlerde geçen bir hikâye anlatmasını ve klasik sinemanın küçük ve sağlam hikâyelerini hatırlatmasını da buna eklersek, Eggers’in bir yandan eski bir yandan da hayli yeni ve modern görünen sinemasının çekici bir düzeye ulaştığını rahatlıkla söylemek mümkün.
Filmin senaristlerinden Max Eggers aslında başta Poe’nun yarım kalmış bir hikâyesi olan “The Light-House”u uyarlamayı düşünmüş ama tıpkı Amerikalı yazarın öyküsü gibi bu düşünce de bir sonuca ulaşamadan kalmış. Sonuçta orijinal bir hikâye ile ilerlemiş Eggers kardeşler ama yine de bilinen iki esin kaynağı var filmin: Bunların ilki Chris Crow’un 2016 tarihli “The Lighthouse” adlı filminin de esinlendiği ve Galler’deki Smalls fenerinde 1801’de yaşananan ve fenercilerden birinin diğerini öldürmesi ile sonuçlanan trajedi (o tarihten sonra fenerlerde iki değil, üç kişinin olmasına karar vermiş yetkililer). Bunun dışında, film farklı sahnelerinde mitolojiden kimi öyküleri ve denizci efsanelerini de hikâyeye yedirmiş ama sonuç yaratıcılarının kesinlikle orijinal sözcüğünü kullanabileceği bir içeriğe sahip. Eggers hikâyeyi daha çok genç karakteri (Robert Pattinson) öne çıkararak anlatsa da ve onun çalışma arkadaşları hakkındaki endişelerine ağırlık verse de, senaryo seyirci için şaşırtıcı denebilecek şekilde ilerliyor ve film her iki karakter ve aralarındaki ilişki için sinema eserlerinde semboller, referanslar ve imalar keşfetmeyi seven sinemaseverlere hayli çekici anlar sunuyor ilham kaynaklarını hayli zengin tutarak.
Filmin zengin esin kaynakları ve göndermeleri “film okumayı” sevenler için hayli sıkı bir eğlence kaynağı olabilir. Örneğin bir düş sahnesinde çıplak haldeki bir karakterin gözlerinden çıkan ışığın (fenerin ışığı bir bakıma) diğerinin yüzüne vurduğu kare Alman resam ve heykeltraş Sascha Schneider’ın “Hypnose” (Hipnoz) adlı tablosundan birebir alınmış. Schneider’ın eşcinsel kimliğinin yansıdığı bu eseri Eggers’in filminde vurgulanmayan ama sık sık ima edilen homoerotizmin de kaynaklarından biri. Yönetmen karakterlerinin cinsel kimliği konusunda belli bir cevaba işaret etmiyor ama farklı ögelerle birden fazla cevabı da düşündürüyor seyircisine. Aslında filmin eril bir iktidarın niteliğini ve bu iktidar için verilen mücadeleyi de gündemine aldığını düşünürsek, hikâyenin cinsel kimlikleri yorumlamayı teşvik ettiğini ve cinsel gerilimi de dikkat çekecek şekilde karakterlerin eylem ve düşüncelerinin parçası yapabildiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Aynı bağlamda, fenerin kendisinin de -karakterler tarafından- bir fallik obje olarak görüldüğü söylenebilir. Yaşlı olanın fenerin ışığının yönetimini paylaşmaya kesinlikle yanaşmaması ve hikâye boyunca genç adamın fenerin ışık kaynağına ulaşma arzusu duyarak bunun için yaptıkları, cinselliğe ve cinsel iktidarın kaynağına yönelik bir iktidar savaşının göstergesi olsa gerek. İki karakter arasındaki ilişkinin hem nefretin hem hayranlığın izlerini taşıyan içeriği veya pek çok eleştirmen tarafından dile getirilen ve aralarında H.P. Lovecraft, Herman Melville ve Robert Louis Stevenson gibi sanatçıların eserlerinin olduğu ilham kaynakları da bu kapsamda hatırlanabilecek örneklerden sadece bir kaçını oluşturuyor.
Bir filmi sinema sanatı açısından değerli kılan ana unsur referanslarının zenginliği olamaz elbette; önemli olan tüm referansların ve ilham kaynaklarının hikâyenin doğal bir parçası olabilmesi ve filme ek bir zenginlik katarken, hikâye ile bağlantıları açısından hiçbir zaman boşa düşmemeleri. Bu açıdan bakıldığında Eggers’in yapıtı sınıfını geçiyor; çünkü tüm bu göndermeleri bir kenara bıraksanız ve hatta farkında bile olmasanız, film görsel atmosferi ve hikâyesi ile bir bütünlük oluşturabilmiş kesinlikle. Bir diğer çekicilik kaynağı ise karakterlerin birbirleri hakkındaki düşünce, endişe ve (ön)yargıları üzerinden seyirci ile de oynanması bir parça. Hikâye ilerledikçe öğrendiklerimiz onları daha iyi tanımamızı sağlarken, öte yandan bir parça da belirsizleştiriyor profillerini ve bu da tanık olduklarımız ile ilgili merak duygusunun canlı kalmasını sağlıyor. Çok önemli bir kısmı sadece iki karakter arasında geçen bir filmde oyuncuların performansları şüphesiz ki filmin başarısını belirleyen bir diğer önemli faktör; Willem Dafoe ve Robert Pattinson fiziksel yanı da önemli olan performanslarda karakterlerini ve yaptıklarını inandırıcı ve çekici kılıyorlar tüm hikâye süresince. Uzun repliklerinde iki adamın öfkesini, saçtıkları laneti, coşkularını, hırslarını ve meraklarını sergilemekte gösterdikleri başarı hayli önemli; çünkü sadece iki karakter üzerine kurulu bir hikâye onların bu başarısı olmasa bir süre sonra yorucu olabilir ve / veya tekrara düşebilirdi.
Amerikalı şair Lydia Sigourney’in “Sailor’s Hymn, At Parting” şiirinden esinlenerek yazılmış görünen “Tiz dehşetiyle ölümün soluk yüzü / Yatağımız yapar koca okyanusu / Dalgaların sesini duyan yüce Tanrı / Yalvaran ruhlarımıza uzatır bir yardım eli” dizelerinin sıkça dile getirildiği film bu mısraları, karakterlerinden birinin denizci geçmişi, denizci efsanelerinin (örneğin martılarla ilgili tüm konuşmalar ve görüntüler) kullanımı ve elbette denizcilerin yol göstereni olan feneri ile bir denizci filmi kuşkusuz. Kapanış jeneriğinde İngiliz folk şarkıcısı A. L. Loyd’un sesinden dinlediğimiz “Doodle Let Me Go (Yaller Girls)” adındaki denizci türküsü de bu içeriğe uygun bir bitiş sağlıyor filme. Arada korku türüne göz kırpan bu psikolojik boyutlu gerilim filmi fenerin gemicileri uyaran sesi dışında, daha başka pek çok kaynaktan doğan seslerin kullanımı konusunda da göz dolduruyor. İlk filmi olan “The Witch” ile kadın odaklı bir hikâye anlatırken, burada erkeklerin dünyasına giren Eggers’in bu yapıtı sinemanın iki karakter arasında geçen gerilim dolu hikâyelerin,n en parlak örnekleri arasında olmayacak belki; çünkü hikâye yeterince güçlü değil ve seyirciyi sarsmıyor, ve zaman zaman bir mekanik bakış kendisini hissettiryor. Yine de bu problemler, Eggers’in yapıtının verdiği heyecan ve gerilimin tadını pek de azaltmıyor ve film iyi bir gerilim arayanlara kendisini sevdirecek bir düzeye ulaşmaktan geri kalmıyor.