Zulüm – Atıf Yılmaz (1972)

“Beni seviyor, biliyorum… ama nasıl söyleyeyim… ben başka birini seviyorum. Başka birini, beni bırakıp giden, izini bulamadığım, kim olduğunu bilmediğim ama… ama gene de gece gündüz dönüşünü beklediğim, unutamayacağım, hissettiğim birini. Ne olur anla beni, Saime Teyze. Bu duyguyu içimde yaşadıkça, bir başkası ile evlenemem. Ona ihanet etmiş olurum, haysiyetsizlik etmiş olurum, evleneceğim adamı kandırmış olurum”

İlk görüşlerinde birbirlerine tutkulu bir şekilde bağlanan bir şarkıcı kadın ile bir bestecinin, erkeğin geçirdiği bir kaza üzerine yarım kalan aşklarının hikâyesi.

Bülent Oran’ın senaryosundan Atıf Yılmaz’ın çektiği bir Yeşilçam filmi. Sinemamızda o tarihlerde pek görülmedik bir şekilde üç başrol oyuncusu olan (Türkan Şoray, Kartal Tibet ve Murat Soydan) film 1972’de En İyi Film, Erkek Oyuncu (Murat Soydan), Yönetmen ve Görüntü Yönetmeni (Cengiz Tacer) dallarında Altın Portakal kazanmış bir çalışma. Klasik bir Yeşilçam, bir Bülent Oran hikâyesi olan film bugün bu ödülleri almış olmasına şaşıracağınız bir eser ama özellikle 1974’ten itibaren sinemamızın daha güçlü hikâyelerle daha toplumsal meselelere eğilmeye başlamasından önce düzenlenen bu festivalde o yılın diğer filmleri de çoğunlukla benzer düzeyde çalışmalardı. Ayrıca Sadık Şendil’e kendisinin de üyesi olduğu jüri tarafından “Sev Kardeşim” (Ertem Eğilmez) filmi için “En İyi Senaryo” ödülü verildiğini de düşünürsek çok da şaşırmamak gerekiyor festivaldeki kararlara! Klasik ve klişelerle dolu bir hikâyeye Atıf Yılmaz’ın bir farklık getirmeye çalıştığı açık ama ne sonuç ikna edici ne de Yılmaz’ın ödülü hak eden bir başarısı var burada. Filmden bugün geriye kalan 3 başrollü oluşu, Şoray’ın güzelliği ve kıyafetleri ve Nesrin Sipahi’nin muhteşem sesinden dinlediğimiz şarkılar temel olarak. Sevginin kanıtı olan trajik bir eylem gibi ögeleri ise bugün belki saçma ve komik gelebilir ama bir yandan da cüretkârlığı ile dikkat çekiyor.

Yoksul mahalledeki evinden konservatuardaki mezuniyet törenine geç kalmamak için fırlayarak çıkan genç bir kadın (Şoray) ve aynı anda zengin evinden ve yine aynı törene gitmek için acele ile çıkan bir besteci (Tibet). Erkek ile kadın yolda karşılaşırlar ve âşık olurlar. Adamın erkek kardeşi (Soydan) iyi yürekli ama karanlık işlere de bulaşmış birisidir. Âşık çift birbirlerinin isimlerini bile öğrenemeden erkeğin iş için İspanya’ya gitmesi yüzünden geçici olarak ayrılırlar ama orada yaşanan bir kaza bu üç karakterin de hayatını derinden etkileyecektir… Yeşilçam’ın çalışkan senaristi Oran’ın hikâyesi tesadüfler, zorlamalar, gerçekçiliğin yanına bile yaklaşmayan eylem, konuşma ve gelişmeler ve elbette melodramın / trajedinin uç noktalarına uzanan unsurları ile tipik bir Oran çalışması olurken, Yılmaz’ın bu hikâyeyi farklılaştırma çabasının sonucu ise oldukça cılız kalıyor. Baştan sona bir tesadüf ve abartı hikâyesi olan çalışma kuşkusuz özellikle ve sadece Yeşilçam fanatikleri için çekici olabilecek bir yapıt.

Bir Yeşilçam geleneği olarak yabancı müzikleri -elbette herhangi bir telif derdi olmadan- bolca kullanıyor bu film de. Açılış sahnesinde dinlediğimiz Tony Osborne ve Orkestrası’ndan “Can I Trust You” ve gece kulübündeki sahnede kullanılan Osibisa’dan “Music for Gong Gong” şarkılarının da aralarında bulunduğu yabancı müzikler bir yana, filmin müzik açısından asıl önemli yanı Nesrin Sipahi’nin sesinden dinlediğimiz şarkılar: “Sevil de Sevme”, “Rüyalar Gerçek Olsa”, “Artık Sevmeyeceğim” ve “Hicran” adındaki sanat müziği klasikleri Şoray’ın tüm güzelliği ve etkileyici kostümlerinin eşliğinde Sipahi’nin güçlü sesi ile yorumlanınca ortaya epey keyifli sahneler çıkıyor ve bu sahneler işitsel ve görsel açıdan filme sadece renk katmanın da ötesine geçiyorlar. Gereksiz bir şekilde uzun tutulmuş defile sahnesindeki kıyafetler (dönemin ünlü modacısı Nurten Boytüzün’ün imzasını taşıyorlar) ve Şoray’ın gazino sahnelerindeki kostümleri filmin görsel estetik açısından bir diğer dikkat çeken yanı ve onları giyenin Şoray olması da bu estetik değerin seviyesini epey yükseltiyor.

1970’li yılların başlarının İstanbul’unda mahalle çeşmeleri hâlâ aktiftir ve ahşap evler henüz tamamı ile yanmamış / yakılmamıştır. Kadın bu yoksul çevredendir, erkek ise zengin sınıftan; ne var ki Bülent Oran’ın senaryosu -hem olumlu hem olumsuz anlamda- sınıf farklılığını görmezden gelir, onun tek derdi en kabasından bir melodram yaratmak ve kadının yoksulluğunun nedeni olan trajedi ve onun sonuçlarını bunun için araç olarak kullanmaktır. Sonuçta tipik bir Oran senaryosudur bu ve gerçekliğin tam karşısında durmaktan hiç çekinmez. Tesadüfler akıl almazdır ve birbiri ardına üzerinize boca edilirler, mantık hataları umursanmaz (ya da o kadar hızlı üretince umursamak için zaman ayrılamaz) ve belki en vahim problem olarak da bu tesadüfler üzerinden kaderin kaçınılmazlığı kazınır seyircinin beynine. İşte bu nedenle burada yoksulluk ve zenginlik farkı göz ardı edilir ve tüm hikâyeyi düşünürseniz de kadere boyun eğmenin, yazgıyı kabullenmenin propagandası yapılır; sondaki korkunç eylem ise kadının daha önceki kadere isyanının bir cezası olarak görülebilir.

Atıf Yılmaz’ın birkaç farklı sahnede görüntüyü dondurup bir süre karakterlerin sabit görüntülerini (fotoğraflarını bir başka deyişle) peş peşe göstermesi dışında dikkat çeken özel bir mizansen çabası yok açıkçası; sinema dili böyle bir senaryo için olması gerektiği gibi ve en iyimser yorumla aksamadığını söyleyebiliriz. Buna karşılık filmde bir nezarethane sahnesi var ki fikir kimindir bilmiyorum ama kesinlikle Atıf Yılmaz’ın elinden çıkacak türden bir ”müzikal” bölüm bu ve filmin en keyifli anlarına tanık oluyoruz burada. Yeşilçam’da o döneme kadar pek görülmedik bu “koroların karşılıklı şarkı söylemesi” bölümü Yılmaz’ın becerisinin izlerini taşıyor kesinlikle. Buna karşılık Oran’ın senaryosunun tutarsızlıklarına çok da yapabileceği bir şey yok Yılmaz’ın açıkçası: Piyano çalan bir adamın aynı ellerle yumuruk yumruğa dövüşmesi, hayli kaba duran ve hikâyeye hiç uymayan “silah sesleri eşliğinde çete elemanlarını dans ettirme” sahnesi, kopmuş bir kolun aynı evde yaşanan insanlardan günlerce saklanabilmesi, yolcuların binmesi için yanaştırılan merdivenin hâlâ yanında durduğu uçaktan gelen motor sesi, gece kulübünde fark edilmemek için karanlık bir masaya oturan adama yanındakinin yanlış yere oturduğunu, oradan sahneyi göremeyeceğini söylemesi (sahne ışıl ışıl aydınlıkken üstelik), Soydan’ın karakterinin iyi ile kötü arasında gidip gelen tutarsızlıkları, kimin çaldığını bilmediği kapıyı çıplak göğüsleri ile açan kadın ve hikâyeye uymayan sert bir final… Daha niceleri sayılabilir senaryo ile ilgili problemlerin ama özellikle bir konuda Oran’ın hakkını teslim etmek gerek: Klasik iyi ve kötü ayrımı yok filmde. Ana karakterlerin üçünün de karşılıklı fedakârlıklarla diğerlerinin mutluluğu için çaba gösterdiği hikâyede Yeşilçam’ın iyi ile kötünün çatışması kolaycılığından kaçınmış Oran ve bir farklılık yaratmış kendisinin en tipik örneklerini verdiği Yeşilçam hikâyelerine göre.

Altın Portakal’da ödül alan ama özellikle vahşi kahkahalarını attığında bir parça eğreti oynayan Murat Soydan’ın Türkan Şoray ve Kartal Tibet ile birlikte işlerini yaptıklarını söyleyebileceğimiz film öncelikle Yeşilçamseverlere hitap eden; Şoray’ın güzelliği, Sipahi’nin şarkıları ve üç Yeşilçam yıldızı ile ilgi çekebilecek bir yapıt.

Vivre Sa Vie – Jean-Luc Godard (1962)

“Bence yaptığımız her şey bizim sorumluluğumuzda. Özgürüz. Elimi kaldırıyorum, ben sorumluyum; başımı çeviriyorum, ben sorumluyum; üzgünüm, ben sorumluyum; sigara içiyorum, ben sorumluyum; gözlerimi kapatıyorum, ben sorumluyum. Bazen sorumluluğumu unutsam da, hayat bu! Ve dediğim gibi, ondan kaçış yok. Yine de her şeye rağmen, yaşamak güzel.. Sadece hayatın tadını çıkarmaya çalışmalısın. Sonunda her şey olacağına varıyor. Mesaj mesajdır, tabak tabaktır, erkek erkektir… ve hayat hayattır”

Sinema artisti olmak isterken hayat kadınlığını seçmek zorunda kalan Parisli bir kadının hikâyesi.

Bir Fransız yargıç olan Marcel Sacotte’un “Où en est la Prostitution” adını taşıyan ve 1960’larda Fransa’daki fahişelik üzerine bir inceleme olan kitabından esinlenen, senaryoyu da yazan Jean-Luc Godard’ın yönettiği bir Fransız filmi. Godard’ın kariyerindeki üçüncü uzun metrajlı (arada çektiği, çok yönetmenli “Les Sept Péchés Capitaux” adındaki filmi saymazsak) filmi olan çalışma onun öncülerinden olduğu Nouvelle Vague (Yeni Dalga) akımının örneklerinden biri. Anna Karina’nın Godard ile evli olduğu dönemde başrolünde yer aldığı film onun neden sinema tarihinin en önemli ikonlarından biri olduğunu kanıtlayan, bir yandan Yeni Dalga’nın diğer yandan da yönetmenin kariyerinde gittikçe artan bir şekilde öne çıkacak olan kendine özgülüğünün izlerini taşıyan ve Godard’ın özellikle ilk dönem eserlerinden hoşlananlar için çok çekici olacak bir çalışma. Kuşkusuz sinema tarihinin önemli yapıtlarından biri olan yapıt bir Godard filminden beklenmesi gerektiği gibi “entelektüel” içeriği ve göndermeleri ile de ilgi çekebilir.

Film Anna Karina’nın canlandırdığı Nana karakterini profilden gösteren bir çekimle başlıyor. Kısa süren müzik hemen kesiliyor ve açılış jeneriğinin yazılarını görüyoruz bu portre üzerinde. Kadının dudaklarını hafifçe aralayıp ıslatması dışında sabit olan bu görüntü daha sonra yerini kadının doğrudan bize bakan portresine bırakıyor; yine kısa süren bir müzik, kadının başını hafifçe yere eğip kaldırması dışında sabit bir görüntü ve ardından da bu kez kadının diğer profilden görüntüsü. Bu açılıştaki portre karakollarda çekilen suçlu resimlerini tekrarlayarak kadının fahişeliğe kayacak olan yaşamına bir gönderme belki ama öncelikle seyredeceğimiz hikâyenin, kahramanı Nana’ya ve -elbette- onu canlandıran Anna Karina’ya ait olduğunu söylüyor seyirciye. Montaigne’ın “Her şeyini başkalarıyla paylaşsan da, özünü hep kendine sakla” sözünü jenerikten hemen sonra karşımıza çıkaran Godard, Nana’nın özüne her seyircinin farklı yorumla erişeceği -dolayısı ile Montaigne’ın önerisine uygun olacak- bir şekilde anlatıyor hikâyesini bu kadının. On iki farklı tablodan oluşuyor hikâye ve her bir tablo o bölümde seyredeceklerimizi özetleyen başlıklar ile açılıyor. Örneğin birinci tablonun başlığı olan “Bir Kafe – Nana Paul’den Ayrılmak İster – Tilt Masası” bu bölümün bir kafede geçtiğini, bir terk etme anına tanık olacağımızı ve tilt oyununun oynanacağını söylüyor seyirciye. Bu başlık tercihi ile seyirciye göreceklerini önceden haber veriyor Godard ve olası bir sürpriz ögesini özellikle eliyor baştan. Sinema oyuncusu olmak isteyen ve bir plakçıda çalışan Nana’nın, terk ettiği adamın bunun nedenini sorgulamasını çok da net olmayan, daha doğrusu erkeği ikna edemeyen sözlerle geçiştiriyor. Kadının gerçekliği, daha doğrusu onun özü ile ilgili gerçekliği kurgulamanın seyirciye bırakılacağının baştan verilen işaretlerinden biri bu. On iki farklı tablo (daha doğrusu bir tabloyu oluşturan on iki farklı parça) sunuyor seyirciye Godard ve seyircinin kurguyu kendisinin yapmasını bekliyor. Burada gizemli, karışık veya belirsiz bir hikâye değil söz konusu olan, aksine olan biten net; Godard’ın seyirciye bıraktığı Nana karakterinin özü. O öze ne kadar ulaşabileceğimiz ise belki de Montaigne’ın sözünde gizli.

Bu ilk tablodaki sinema dili filmin tamamı için de bir gösterge: Bir kafedeki iki kişiden kadın sırtı bize dönük olarak otururken, yüzünü de aynadaki görüntüsü ile bir parça belirsiz ve küçük olarak görüyoruz. Erkeğin ise sadece sesini duyuyoruz konuşmanın sonuna kadar. Bunu Godard’ın ona has bir oyunu olarak görmek de mümkün ve onun bu biçimsel oyunları ille de bir anlam taşımıyor her zaman (ya da sadece onun için bir anlam taşıyor olabilir) ama bir başka görüşle tıpkı bu sahnedeki karakterlerin yüzleri gibi onun Nana’nın gerçekliğini -en azından bir süreliğine- seyirciye bırakmasının da sembolü oluyor. Bu sahnede erkeğin, öğretmen olan babasının bir öğrencisinin ödevindeki “Dış kalkınca iç, iç kalkınca da ruh görünür” ifadesine atıfta bulunmasını da yine öze ulaş(ama)mak ile ilişkilendirmek gerekiyor sanki. Godard hikâye boyunca benzer oyunlara girişmiş ve Yeni Dalga’nın hafif havasını -ama kendine özgü biçimde- yaratmış. Burada örneğin ikisi de Yeni Dalga’nın öncülerinden olan Truffaut ile Godard arasındaki bir farkı vurgulamakta yarar var: Akımın “uçarılık / hafiflik” kelimeleri ile açıklayabileceğimiz bir özelliği Truffaut’da daha sıcak, samimi ve doğal görünürken, Godard’da bu, karakterlere biraz daha mesafeli, hatta bazılarına üstten bakan ve bir entelektüel boyut gayreti ile birlikte sunulur. Truffaut ne kadar sıcaksa, Godard o kadar soğuktur sanki; ya da Truffaut karakterlerini ne kadar çok severse, Godard onlara o kadar ve kendi meselelerinin nesnesi yapmak için mesafeli durur. Nana’nın yazdığı bir mektupta “1 metre 69 cm” olduğunu söylediği boyunu karışı ile ölçtüğü sahne ise Godard’ın Trufaut’ya en çok yaklaştığı an bu filmde.

“Kaçmak tatlı bir hayal, gerçek hayat ise bu” diyor Anna bir sahnede bir kadın arkadaşına ve hemen ardından onu bir müzik kutusunda çalınan bir şarkı (Sol siyasî görüşlerini şarkılarına hep yansıtmış olan Jean Ferrat’nın “Ma Môme” adlı şarkısı bu) eşliğinde genç ve mutlu görünen bir çifti izlerken görüyoruz. Ferrat’nın şarkısı zengin olmayan ama mutlu bir çifti anlatırken bir bakıma Nana’ya da kendi seçimlerini sorgulatıyor sanki. Hayli ilginç bir sorgulama da Nana ile bir kafede karşılaştığı, kitap okuyan bir yaşlı adam arasında geçiyor. Fransız filozof Brice Parain’in oynadığı bu yaşlı adam Nana ile insanlar arası iletişim, konuşmak ve düşünmek arasındaki ilişki, aşk gibi konular üzerinden konuşurken, Parain’in görüşlerini dinliyoruz aslında. Burada felsefeye uzanan Godard hikâye boyunca sanat ve sanatçılara da çeşitli göndermelerde bulunuyor. Edgar Allan Poe’nun “The Oval Portrait” adlı öyküsü (Bu öykünün sanat ile hayat arasındaki ilişki üzerine kurulduğunu ve burada Godard’ın filminin “Cinéma Vérité” (Gerçek Sinema) diye adlandırılan ve “ham gerçeğin arkasında gizlenenleri göstermeyi amaçlayan” belgeselci sinema anlayışına sahip olduğunu hatırlamakta yarar var), Truffaut’nun “Jules et Jim” adındaki başyapıtının gösterildiği sinemanın önündeki kuyruk ve Nana’nın sinemada büyük bir ilgi ile ve ağlayarak seyrettiği Carl Theodore Dreyer başyapıtı “La Passion de Jeanne d’Arc” (Jeanne d’Arc’ın Tutkusu) filmi gibi çeşitli örneklerle karşılaşıyoruz bu Godard filminde.

Michel Legrand’ın müzikleri ile sağlam bir katkı sağladığı ve örneğin “Nana’nın tek başına dans ettiği” sahneye eşlik eden parçası ile bu katkısının iyi bir örneğini verdiği filmi Susan Sontag “Bildiğim en olağanüstü, güzel ve orijinal sanat eserlerinden biri” olarak tanımlamış ve övgülere boğmuştu. Beklenmedik (ama söz konusu Godard olunca da bir o kadar da beklendik) sonu ile de şaşırtan film Godard’ın tarafından Anna Karina’ya yazılmış bir aşk mektubu olarak da nitelenebilecek, oyuncunun neden bir ikon olduğunu çok iyi açıklayacak ve Godard’ın onun muhteşemliğinin hiçbir detayını kaçırmadığı bir çalışma. Görüntü yönetmeni Raoul Coutard’ın parlak kamera çalışması ve Karina’yı görüntülerken gösterdiği özen ile de önemli, görülmesi gerekli bir sinema eseri.

(“Vivre Sa Vie: Film en Douze Tableaux” – “My Life to Live” – “It’s My Life” – “Hayatını Yaşamak”)

Magari – Ginevra Elkann (2019)

“Göklerin kraliçesi Aziz Meryem, Aziz Serafim, Aziz Keşiş Theofanis; bir özveride bulunup bu bir bardak sidiği içeceğim. Bu jestime karşılık, anne ve babamı tekrar bir araya getirin… Bir yudum da iş görür”

Annesi ve iki ağabeyi ile birlikte Fransa’da yaşayan sekiz yaşındaki bir kız ve kardeşlerinin annelerinden ayrılan ve bir yıldır görmedikleri babalarının yanında geçirdikleri yeni yıl tatilinin ve küçük kızın ebeveynlerinin tekrar bir araya gelmesini umut etmesinin hikâyesi.

Senaryosunu Ginevra Elkann ve Chiara Barzini’nin yazdığı ve yönetmenliğini Elkan’ın yaptığı İtalya ve Fransa ortak yapımı bir film. 2019’da Locarno Festivali’nin açılış filmi olarak seçilen ve yarışmalı bölümde de yer alan çalışma, Elkann’ın 2005’te çektiği bir kısa filmle başladığı yönetmenlik kariyerindeki ilk uzun metrajlı eser. Bir boşanma, babalarından bir yıldır ayrı olan çocukların ailenin parçalanması ile farklı şekillerde baş etmeye çalışması, tekrar aile olabilme umudunu hiç yitirmeyen küçük bir kız, onun biri on dört diğeri on bir yaşında olan iki erkek kardeşinin büyüme sıkıntıları ve kendilerine farklı hayatlar kurmaya çalışan bir erkek ve bir kadın… Ginevra Elkann tüm bunları kendi hayatından da esintiler taşıyan bir hikâye ile anlatırken ortaya samimi ve sıcak bir sonuç koyuyor. Eğlencesi de hüznü de olan hikâyeyi hafif bir sinema dili ile anlatan yönetmenin en önemli başarısı bizi anlattığının gerçekliğine ve dürüstlüğüne ikna etmesi ve bunu sesini yükseltmeden yapması. Belki çok orijinal değil hikâye ve arada bir “hatırlanan şeyler” havası da taşıyor ama seyri keyifli ve hayatın acı ve tatlı yönleri ile sürdüğünü ve sürmek zorunda kaldığını hatırlatması ile önemli.

Anne üç çocuğu ile Fransa’da yaşamaktadır ve birlikte Kanada’ya yerleşme planı yaptıkları erkek arkadaşından hamiledir. Onunla beş yıldır görüşmeyen baba ise İtalya’dadır ve pek de başarılı görünmeyen bir senaryo yazma çabası içindedir. Hikâye annenin hamileliğinin neden olduğu rahatsızlık nedeni ile çocukların yılbaşı tatili için babaların yanına Roma’ya gitmeleri ile başlıyor asıl olarak ve orada babaları ve onun asistanı / kız arkadaşı ile geçen günlerini anlatıyor. Yanında annesi ile babasının mutlu günlerinden kalan bir fotoğrafla gezen küçük kız ve iki erkek kardeşi annelerinin yönlendirmesi ile protestandırlar ve dinsel duyguları da yüksektir. Babanın ise o taraklarda hiç bezi yoktur ve çocuklarının inançlarını hem şaşkınlık hem de kızgınlıkla karşılamaktadır. Pek de iyi bir baba değildir adam ve hatta çocukları kendi babasına bırakıp asistanı ile bir haftalığına tatile gitmeyi düşünmektedir ama bu planını gerçekleştiremez. Sonrası deniz kenarındaki bir evde çocuklarla geçen, acı ve tatlı yanları olan ve hayatın da sonuçta bundan başka bir şey olmadığını herkese öğreten / hatırlatan günler olur.

Elkann hikâyesini kendi hayatından da esinlenerek yazmış; seyrettiğimizin ne kadarı onun kendi çocukluğundandır bilmiyoruz ama 1970’lerin sonlarında (veya 80’lerin başlarında) geçen hikâyenin her anını sahici kılmayı başarmış yönetmen. Bazı olaylar -örneğin babanın köpeği ile ilgili olan olay bir itirafa ve bunun sonucu olan bir yakınlaşmaya neden olsa da- filmin geneli içinde bir parça ayrıksı duruyor ve bazı karakterler (örneğin eşcinsel çift) -belki gerçek bir anının izdüşümü olsa da- beklenen işlevi yerine getiremiyorlar ama yine de senaryo genel olarak amaçlanan noktaya ulaşmış gibi. Babanın ortada olmaması nedeni ile küçük kardeşler için onun rolünü de üstlenmiş görünen büyük oğlanın yavaş yavaş kendisini gösteren ergenliği, diyabeti olan ortancanın 70’lerin popüler TV dizisi ve bizde de gösterilen”The Six Million Dollar Man”in kahramanı Steve Austin karakterine olan hayranlığı ve küçük kızın hiç yitirmediği ailenin tekrar birleşmesi umudu ile bu üç cocuğun büyüme hikâyesini anlattığını da söyleyebileceğimiz senaryo seyirciyi etkilemeyi başarıyor. Bu büyüme hikâyelerinde tanık olduklarımız (uyanan cinsellik, büyüklere özenme, ilk aşk vs.) çok da orijinal değil ama film yine de kendine özgü bir kimliğe sahip gibi görünüyor ki bunu sağlayan temel faktörler de Ginevra Elkann’ın doğal sineması ve bu sinemanın bize geçirdiği dürüst gerçekçilik. Karakterlerin tümüne kusurları ile birlikte ısınacağınız ve bunu yaparken zoraki bir sevimlilik görüntüsünden uzak durabilen bir sonuç koymuş ortaya yönetmen. Gökyüzünün dönüştüğü mavi fon üzerinde el yazısı ile oluşturulan kapanış jeneriği yazıları ve son sahnede küçük kızın “aile olduk” konuşmasındaki samimiyet kadar gerçek hayatın bir yansıması Elkann’ın bu ilk filmi.

Julio Iglesias’tan “Se Mi Lasci Non Vale” (Bizde Ajda Pekkan “Yeniden Başlasın” adı ile yorumlamıştı bu şarkıyı) ve Ricchi e Poveri’den “Sarà Perché Ti Amo” gibi hikâyenin geçtiği dönemin şarkılarını eğlenceli sahneler için kullanan, kapanışta ise “bir aile olmayı başaran”ların birlikte yedikleri yemeğe eşlik etmek için günümüzden bir şarkıyı (Riccardo Sinigallia’dan “Prima di Andare Via”) seçen film çoğunlukla çocukların bakış açısı ile anlatıyor hikâyesini ki yukarıda sözü edilen sıcaklığın nedenlerinden biri de bu olsa gerek. Tümü ilk kez bir sinema filminde rol alan üç küçük oyuncunun (yaş sırasına göre söylersek; Milo Roussel, Ettore Giustiniani ve Oro De Commarque) sade ve sıcak performansları ve üç tecrübeli oyuncunun (Baba rolündeki Riccardo Scamarcio, onun kız arkadaşını canlandıran ve performansı ile öne çıkan Alba Rohrwacher ve anneyi oynayan Céline Sallette) yalın oyunculukları ile görülmeyi hak eden bir ilk film bu. Hayatın küçük kızın hayalleri gibi kimi karşılanan kimi karşılanmayan beklentilerden oluştuğunu bilenler ve “iddiasız” bir hikaye izlemek isteyenler için.

(“If Only”)

Hopscotch – Ronald Neame (1980)

“Adamdaki cesarete bak, benim evimde saklanıyor!”

Operasyonlardan çekilerek masabaşı göreve atanan bir CIA ajanının, örgütü mahcup edecek hatıralarını yayımlama tehdidi üzerine peşine düşenlerden kaçmasının hikâyesi.

Brian Garfield’ın 1975 tarihli ve aynı adı taşıyan romanından uyarlanan bir ABD yapımı. Senaryosunu Garfield ve Bryan Forbes’un yazdığı ve yönetmenliğini Ronald Neame’in üstlendiği bu casusluk komedisinin başrolünde sağlam bir kadro var: Hikâyenin kahramanı Miles Kendig’i canlandıran Walter Matthau, kendisi de eski bir ajan olan kız arkadaşı rolünde Glenda Jackson, peşine düşen CIA görevlilerini oynayan Ned Beatty ile Sam Waterston ve Rus ajan rolünde seyrettiğimiz Herbert Lom. Garfield’ın kara komedi olarak sınıflanabilecek romanından bir komedi çıkartabilmesi ve üstelik bunu romanın içeriğinden fazla sapmadan yapabilmesi ile dikkat çeken filmde başta Matthau olmak üzere tüm kadronun sağlam ve eğlenceli performansları önemli katkılar sağlamışlar hikâyeye. Eğlenceli hikâyesi, Kendig’in zekice hazırlanmış planı ve Neame’ın hikâyenin gerektirdiği şekilde su gibi akan mizanseni ile başarılı bir komedi.

Brian Garfield’ın Edgar Allan Poe anısına verilen Edgar Ödülü’nü kazanan romanının ve ondan kaynaklanan filmin adının Türkçe anlamı bir çocuk oyunu olan seksek. Burada oyunu büyükler oynuyor ama kurallar aynı; bir kareden diğerine belli bir hedef doğrultusunda ilerlerken sürekli olarak dikkatli ve dengeli olmak zorundadır oyuncular. Kendig de hamle sırasını karşısındakilere hiç bırakmadan tüm eylemlerin başlatıcısı oluyor ve peşindekilerle kedinin fare ile oynaması gibi oynarken bizi de eğlenceli bir hikâyenin içine sürüklüyor. Önemli olan onun hep inisiyatifi elinde bulundurması, çok dikkatli bir şekilde ilerleyerek dengesini hiç yitirmemesi ve konsantrasyonunu hep korumasıdır ve o da öyle yapıyor finale kadar…

Almanya’da başlayan, İngiltere, Avusturya, İsviçre, Fransa, Bahamalar ve İngiltere’ye de uğrayarak ABD’de sona eren film bu açıdan tıpkı bir James Bond filmi gibi ilerliyor ve seyirciyi farklı mekânlarda keyifle ve heyacanlı bir şekilde dolaştırıyor. Ne var ki Kendig Bond’dan çok farklı ve onun çevik ve güçlü görünümünün aksine hantal ve yavaş görünüyor; ama Bond kadar zekidir ve ustaca yapmaktadır planını ve peşine düşenleri çok iyi tanımasından kaynaklanan avantajını da çok iyi kullanmaktadır. Rusların Almanya’daki bir operasyonunu başarı ile durduran ama eskiden beri tanıdığı ve birbirlerine karşılıklı saygı besledikleri Rus ajanını (Yaskov rolünde Herbert Lom var) serbest bırakan Kendig’in bu hareketi amirini (Myerson rolünde Ned Beatty) çok kızdırır ve ajanımızın “yeni bir Rus ajanının daha büyük bir risk olacağı, oysa Raskov’u çok iyi tanıdığı için tüm hamlelerini tahmin edebildiği” açıklamasından tatmin olmadığı için onu masabaşı göreve atar. Kendig’in tepkisi ise istifa etmek, kendisi de eskiden CIA’de çalışan eski kız arkadaşının (Glenda Jackson) aldığı destekle anılarını yazarak bunları parçalar halinde farklı ülkelerdeki istihbarat örgütlerine göndermek olur. Amacı daha sonra bu anıları bir kitap olarak yayımlamak ve bu örgütlerin beceriksizliklerini ve aptallıklarını kamuoyuna duyurmaktır ve bu arada amirinin peşine taktığı ve kendisinin yetiştirdiği bir ajandan da (Joe Cutter rolünde Sam Waterston var) kurtulması gerekmektedir.

Film Matthau üzerinden eski usul casuslara bir övgü olarak görülebilir. Tarafların birbirlerini tanıdığı ve yetkinliklerine karşılıklı saygı duyduğu, işlerin adeta bir amatörün sevgisi ile yapıldığı günlerin yerini Myserson’ın sembolü olduğu hırs ve düşmanlık almıştır. Senaryonun altını çizmeden zarif bir biçimde dile getirdiği bu durumun doğal sonucu olarak da hikâyenin başından sonuna kadar seyirci kendisini Kendig’in tarafında buluyor ve onun başarılı olmasını umut ve arzu ediyor; bu kahramanla özdeşleşme durumu filmin lehine oluyor elbette. Kendig’in tıkır tıkır işleyen planı hem eğlenceli hem heyecanlı sahnelerle baş başa bırakıyor seyirciyi. Özel bir güldürme çabası olmadan güldüren, zorlamalara başvurmadan heyecenlandıran içerik Ronald Neame’ın Hollywood zanaatkârlığı ile birleşince de ortaya keyifle izlenen bir film çıkıyor doğal olarak. Matthau ile Jackson’ın karakterlerinin ilk ikili sahnelerinden tüm kaçış bölümlerine eğlencesi ve küçük sürprizleri (finaldeki dahil olmak üzere!) ile bu keyif hiç eksilmiyor.

Hikâyenin bir bölümünün geçtiği Salzburg’dan esinlenerek olsa gerek, Kendig karakterinin hayranı olduğu (Matthau da çok severmiş bu ölümsüz besteciyi) Mozart’ın müziklerinden de bolca yararlanıyor film. Seçilen melodiler hikâyenin ruhuna ilginç bir şekilde çok uygun ve bu klasik müzik tercihi kahramanımızın sembolü olduğu eski dünyaya da bir gönderme oluyor böylece. Hikâyenin Kendig’e olduğu kadar, Mozart’a da ait olduğunu söyleyebileceğimiz kadar çok kullanılan bu müzikler intikam oyununun keyfini artırken sık sık bu melodilere ıslığı veya vokali ile eşlik eden Kendig’in oynadığı oyundan kendisinin de çok keyif aldığını gösteriyor bize. Deniz uçağının pilotu rolünde gerçek hayattaki kızının (Lucy Saroyan) ve peşine düşen ajanlardan biri olan Leonard Ross karakterinde de oğlunun (David Mathau) oynamasının da katkısı ile birlikte belki de Mattahau karakterini sevmekten kendinizi alamayacağınız bir sevimlilikle getiriyor karşımıza ve hikâyeye çok önemli bir katkı sağlıyor. Beatty, Lom, Waterston ve senaryo tarafından yeterince değerlendirilmemiş görünmesine rağmen Jackson da onun bu başarısına eş düzeyde performanslarla eşlik ediyorlar ve ortaya sağlam bir takım performansı çıkıyor.

Kahkaha attırmaktan çok yüzünüzde bir gülücüğü hep canlı tutmayı hedefleyen ve bunu kesinlikle başaran film eğlenceli bir intikam hikâyesi. Onca aksiyonu ve oyunu içerip bu kadar hafif olabilmesini de önemli başarılarından biri olarak gösterebileceğimiz filmin kahramanı Kendig de John Le Carre’nin karakterlerinin hafif bir versiyonu gibi. İyi yazılmış diyalogları ve onlar üzerinden üretilen esprileri, oyuncuların bu diyalogları konuşurkenki doğal ve sıcak oyunları ile görülmesi gerekli bir çalışma bu. Ronald Neame ve Brian Garfield’ın Kendig karakterini biraz da Matthau’nun “The Odd Couple” (Gene Saks – 1968) filmindeki Oscar Madison karakterinden esinlenerek çizdiklerini söyledikleri film yavaş başlayan ama sonra süratle sizi telim alacak bir sinema eseri.

(“Bir Casusun Hatıraları”)