Gisaengchung – Bong Joon Ho (2019)

“Baba, bugün bir plan yaptım, hayatımızı değiştirecek bir plan. Para kazanacağım, hem de çok para. Üniversite, kariyer, evlilik; bunların hepsi tamam ama önce para kazanacağım. Param olduğunda, o evi alacağım. Taşındığımız gün annemle bahçede olacağız; çünkü gün ışığı orada gerçekten çok güzel. Yapman gereken tek şey merdivenlerden yukarı çıkmak olacak. O zamana dek kendine dikkat et. Görüşmek üzere”

Yoksul bir aile ile, oynadıkları oyunlarla evlerine yerleştikleri zengin bir aile arasındaki ilişkiler üzerinden anlatılan bir sınıf çatışması hikâyesi.

Senaryosunu Bong Joon Ho’nun orijinal hikâyesinden kendisi ve Han Jin-won’un yazdığı, yönetmenliğini Bong Joon Ho’nun yaptığı bir Güney Kore filmi. Daha önce sadece 2 kez elde edilen bir başarıyı tekrarlayarak hem Cannes’da hem Oscar’da En İyi Film seçilen yapıt son yılların hem içerik hem biçim açısından vurucu bir gücü olan sinema eserlerinden biri ve yönetmenin her biri beğeni toplamış örneklerle dolu filmografisinin parlaklığının şimdilik son kanıtı. Kapitalizmin ve liberal ekonominin en parlak örneklerinden biri olarak gösterilen Güney Kore’de yoksul sınıfın varlığının altını çizen ve farklı sınflar üzerindeki iki aile üzerinden kara komedi tarzında bir sınıf çatışması hikâyesi anlatan yapıt, yakın dönemin politik olmaktan çekinmeyen ve bu bağlamda, bu tür meseleleleri tamamen unutmuş olan sinemamız başta olmak üzere, dünya sinemasında örnek alınması gereken bir başarı.

Hem sanat filmlerinin ana yarışması kabul edilen Cannes’da hem de popüler sinemanın en önemli ödülü olan Oscar’da birincilik ödülünü kazanan iki film olmuştu daha önce: İlk Cannes Festivali’nde ödülü paylaşan on bir filmden biri olan Billy Wilder’ın 1945 tarihli “The Lost Weekend” (Yaratılan Adam) ve Delbert Mann’ın 1955 yapımı “Marty”. “The Lost Weekend”in aldığı ödülün yarışmalı bölümde yer alan kırk dört film arasından seçilen on diğer filmle paylaşıldığını düşününce, “Marty”nin Oscar ile birlikte Cannes’da da birinci olan ilk film olduğunu söylemek daha doğru olabilir aslında. Bong Joon Ho’nun altmış dört yıl sonra bu başarıyı tekrarlamasındaki tek neden filmin hem üstün bir sinema değeri taşıması hem de geniş kitlelerin ilgisini çekecek bir içerik / biçim sahibi olması değil; Oscar’ın, tamamı ile başka bir ülkenin yapımcısı olduğu ve İngilizce olmayan bir sinema eserine En İyi Film ödülünü verecek bir dönüşüm geçirmiş olması da etkendi bu sonuçta. Bong Joon Ho’nun yapıtının Yönetmen ve Orijinal Senaryo dallarındaki Oscar ödüllerinin yanında, En İyi Uluslararası Film ödülünü de kazanmış olması da filmin ABD için “yabancı film” olduğunun bir göstergesi kuşkusuz.

Filme adını veren parazit sözcüğü iki ayrı duruma işaret ediyor: TDK’de “Başkalarının sırtından geçinen” olarak açıklanan bu sözcüğün filmde ilk öne çıkan örneği elbette yoksul Kim ailesi; yalanlar ve oynadıkları oyunlarla evlerine yerleştikleri zengin Park ailesi ise bu sözcüğün ikinci karşılığı filmde. Kim ailesi Park ailesinin evine yerleşerek onların sırtından geçindikleri bir hayat inşa ederlerken kendilerine, Park ailesinin onların emeğini sömürmesi, onların emeği üzerine kurulu bir rahat yaşam sürmesi bir diğer asalaklığı gösteriyor bize. Bong Joon Ho’nun senaryosu bu iki asalaklığın resmini çizerken, başka meseleleri de gündeme getiriyor: Sınıf içi dayanışmanın yokluğu / gerekliliği ve sınıf çatışmasının / eşitsizliğin neden olabilecekleri.

Film Kim ailesini tanıtarak başlıyor bize; bir bodrum katında yaşıyor aile ve tek gelirleri de pek de başarılı olmadıkları pizza kutusu üretiminden geliyor. Baba, anne ve biri kız biri oğlan iki çocuktan oluşan ailenin yoksulluğu ile ilgili ilk göstergeler yaşadıkları evin kendisi ve ilk sahnede oğlanın üst kattaki komşunun wi-fi şifresini değiştirmiş olması yüzünden cep telefonundan internet bağlantısını yitirmiş olmakla ilgili şikâyeti. Açılış bölümlerinde film ailenin durumunu ve karakterlerini bir kısmı kara komedi havası taşıyan bölümlerle anlatıyor bize. Evdeki böceklerden para harcamadan kurtulmak için babanın başvurduğu yöntem ve evin dışarı ile tek bağlantısı olan zemine yakın pencereden sık sık tanık oldukları “idrarını yapan adam” karakteri gibi durumlara verdikleri tepkiler aileyi bize tanıtıyor eğlenceli bir şekilde. Onların bu yoksulluktan kurtulmak için başvurdukları yalanlar, manipülasyonlar, aldatmalar ve giriştikleri oyunlar ise bu karanlık komedi havasını muhafaza ederken, sonunda hayli sert bir doza ulaşacak olan dramı da yaratıyor. Önce ailenin oğlu Ki-woo (Choi Woo-sik), durumu onlara göre daha iyi olan bir arkadaşının yardımı ile ve bir yalana da başvurarak Park ailesinin genç kız çocuğuna (Da-hye rolünde Jung Ji-so var) İngilizce öğretmeni oluyor ve zengin evine adım atan ilk Kim üyesi oluyor. Ardından kız kardeşi Kim Ki-jung (Park So-dam) zengin ailenin küçük oğluna resim öğretmeni ve sanat terapisti (Park Da-song’u Jung Hyeon-jun canlandırıyor), babası Ki-taek (Song Kang-ho) zengin Park’ın (Dong-ik rolünde uyuşturucu kullandığı suçlamaları yüzünden bunalıma giren ve 2023’te intihar ederek yaşamına son veren Lee Sun-kyun var) şoförü ve annesi Chung-sook (Jang Hye-jin) de Park ailesinin hizmetçisi oluyor ve zengin bayan Choi Yeon-gyo’nun (Cho Yeo-jeong) hiç beceremediği ev yönetimini üstleniyor.

Her iki ailenin de biri kız biri erkek iki çocuğunun olması senaryonun özellikle düşünülmüş bir unsuru; bu benzerlik bir bakıma iki ailenin servet (“Burada evden çıkmadan gökyüzünü izleyebiliyorum, öyle harika ki!”) ve sınıf özellikleri üzerinden zıt uçlarda yer alsalar da birbirlerinin bir bakıma ayna görüntüsü olduğunu söylüyor bize; çünkü her ikisi de asalak yaşamlar sürmektedirler. Bu bakımdan, filmin karakterlerin hiçbirini bir “kahraman” olarak resmetmemesi ve her birinin bir diğerinin emeğini veya sahip olduklarını sömürmesi doğru bir tercih olmuş öykü açısından. Kim ailesinin, Park ailesinin eski şoförüne ve hizmetçisine işlerini ele geçirmek için yaptıkları ve daha sonra karşımıza çıkacak “bodrumdaki hayalet” sürprizinden sonraki gelişmeler emekçi sınıfın dayanışma eksikliğini ve üst sınıfa atlamak için birbirlerini aşağıya çekmekten çekinmemelerini gösteriyor ve bu bağlamda, bu sınıfın sert bir eleştirisi de oluyor. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, Bong Joon Ho alt sınıfların kayıtsız şartsız bir güzellemesini yapma hatasına düşmeyerek, bir uyarı ve hatırlatma işlevi yüklüyor öyküsüne.

Öykünün temelde bir sınıf meselesi anlattığının, “her şey sınıfsaldır” söylemine dayanan bir öyküye sahip olduğunun çok farklı kanıtları var hikâye boyunca karşımıza çıkan. “Sınıf kokusu” bunlardan biri; “Metroya binen insanların farklı bir kokusu oluyor” vb. ifadeleri duyduğumuz filmde rollerini çok iyi yapan Kim ailesini ilk ele veren de kokuları oluyor. İlk kez zengin Park ailesinin küçük çocuğunun saptadığı bu durum daha sonra anne ve babasının da dikkatini çekiyor; kuşkusuz Kim ailesinin üzerine sinen bu koku ait oldukları sınıf için bir sembol ve zengin eve İngilizce öğretmeni olarak giren genç Kim’in ders verdiği zengin kıza eve doğum günü için gelen zengin ve şık konukları göstererek, “Sence ben bu ortama uyuyor muyum?” sorusunu yöneltmesi de sınıfları ayıran yüksek duvarların sonucu. Yoğun yağış şehrin yoksul kesimlerinde felaketlere yol açarken, zengin evinin bundan hiç etkilenmemesi; Park ailesinin sadece kıyafetlere ayrılan bir odasını gördüğümüz görüntünün, selde mağdur olan yoksullara toplandıkları spor salonunda ikinci el kıyafetlerin dağıtılması sahnesine bağlanması; en önemli örnek olarak da, sondaki sınıf atlama düşünün imkansızlığı gibi pek çok farklı unsurlarla destekliyor bu meseleyi yönetmen.

Bong Joon Ho’nun, öyküsünü seyircinin ilgisini hep canlı tutan bir görsel başarı ve dinamizm ile anlatması, her bir sahnenin özenle düşünülmüş olması ve senaryonun politik bir meseleyi popüler olmaktan kaçınmayarak karşımıza getirebilmesi kuşkusuz ki çok önemli başarılar. Eski hizmetçi ile Kim ailesinin birbirleri hakkındaki gerçekleri keşfettiği ve bunun müthiş eğlenceli ve hem fiziksel hem zihinsel bir mücadeleye dönüştüğü bölüm örneğin, sıkı bir aksiyonun ve hayli komik bir vodvilin havasını taşıyarak filmin zirve anlarından birini oluşturuyor. Başta sel bölümü olmak üzere, görüntü yönetmeni Hong Kyung-pyo ile birlikte oldukça zengin, güçlü ve doğru bir görsel atmosfer inşa etmiş Bong Joon Ho ve görüntülerin “güzelliği” ile değil, “doğruluğu” ile kurdukları bu atmosfer filmin en önemli kozlarından biri olmuş. Kameranın Kim ailesinin evinin klostrofobi yaratan havası ile Park ailesinin evinin ferah ve geniş atmosferini yansıtırken farklı açılara başvurması ve alt sınıfların yaşadığı bölgelerin zengin ev ile zıtlığını güçlü biçimde sergileyen görüntülerin çarpıcılığı dışında; yönetmenin bazı ikili sahnelerde karakterleri karşı karşıya değil, yan yana ve kameraya (bize) bakacak şekilde konumlandırması gibi farklı tercihler de filme özel bir hava katıyor. Genel olarak filmin tüm görselliğinin, sinemanın bir görsel sanat olduğunu ama bu görselliğin ancak öykünün içeriğine, yönetmenin sinema diline ve karakterlerin duygu ve eylemlerine uyum sağladığı zaman doğru olduğunun sağlam bir kanıtı olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.

Güney Kore’nin kapitalizmden beslenen üst sınıfının Batı özentisini de (Jessica ve Kevin gibi takma isimler kullanmak, günlük konuşmaların içine İngilizce sözcükler ve ifadeler yerleştirmek, yabancı müzikler dinlemek (Handel’in “Rondelia” adlı operasından “Spietati, Io Vi Giurai” adlı arya ve Gianni Morandi’nin 1960’larda İtalya’da hit olan “In Ginocchio da Te” adlı şarkısı) westernlerin “Kızılderili” mitosunu tekrarlamak vs.) eleştiren yapıtın öyküsünde bazı ufak boşluklar (manipülasyon becerisi bu kadar yüksek olan bir ailenin öykünün başında gördüğümüz hâlde olmasının pek gerçekçi olmaması, zengin evi çekip çeviren tek bir hizmetçi olması vs.) olsa da, dile getirdiği mesele ve bunu dile getiriş şekli o kadar başarılı ve finalde “çılgınlık” seviyesine varan kara komedisinin baştan çıkarıcılığı, Jung Jae-il’in yalın ama gerilimi ustalıkla destekleyen müziği ve sömürünün bir gün şiddetli bir biçimde patlayacak (ya da patlaması umut edilen) bir öfke birikimine yol açtığı uyarısına sahip olan öyküsü ile o denli sağlam bir yapıt ki bu, hiçbir önemi yok bu boşlukların. Oscar alan bir yapıtın bu öfkeyi gündeme getirmesinin önemini ABD’deki muhafazakârların filme getirdiği olumsuz eleştirilerden de anlamak mümkün. Amerikan sağının 1955’den beri yayımlanan National Review dergisinde örneğin, film için “tiksindirici”, “devrime sempati duyan aptalları eğlendiren” gibi ifadeler kullanılan bir yazı bile yayımlandı. Özetlemek gerekirse; son dönemin eğlendiren ve düşündüren en önemli sinema yapıtlarından biri olan film, öyküsündeki farklı asalaklık düzeninin asıl kaynağının bireysel eylemler değil, kapitalizmin kendisi olduğunu açık bir şekilde söyleyen ve yönetmenin önceki eserlerindeki politik bakışa sahip olması ile onun filmografisindeki tutarlılığı da güçlendiren bir çalışma.

(“Parasite” – “Parazit”)

La Vie de Bohème – Aki Kaurismäki (1992)

“Ayrıca sıcakkanlıyım ve siz de çok güzelsiniz”

Paris’te hayata tutunmaya çalışan üç sanatçı arkadaşın hikâyesi.

Fransız yazar Henri Murger’in 1847-49 arasında yazdığı ve ilk basımı 1851’de yapılan “Scènes de la Vie de Bohème” adlı kitabından uyarladığı senaryosunu yazan Aki Kaurismäki’nin yönetmenliğini de yaptığı ve Fransa, Finlandiya, Almanya ve İsveç ortak yapımı olarak çekilen bir film. Sinemacının Fransızca çektiği ilk film olan yapıt, Forum bölümünde gösterildiği Berlin’de sinema yazarlarının FIPRESCI ödülünü kazanan ve yönetmenin kendine has bir şekilde mizah ve dramı bir araya getirdiği ilginç ve elbette minimalist bir çalışma. Parasızlıklarına, sanatçı olarak hedeflediklerini yakalayamamalarına ve karşılaştıkları zorluklara rağmen, bir şekilde hayata tutunan üç adamın “bohem yaşam”larını anlatan yapıt, Kaurismäki’nin insan ve yaşam sevgisini, karakterlerine olan sempatisini ve absürt olanı gerçekle keyifli ve doğal bir biçimde birleştirebilme yeteneğini gösterdiği ve Fin ruhunu Paris’in romantizmi ile evlendirdiği başarılı bir çalışma.

Aki Kaurismäki’nin senaryoyu yazarken hayli serbest bir biçimde uyarladığı Henri Murger’in kitabı, 1840’larda Paris’in bohem hayatından farklı karakterleri anlatan, yazarın kendisinin ve sanatçı arkadaşlarının yaşamlarından izler taşıyan ve farklı yapıtlara da esin kaynağı olan bir eser. Sessiz sinema döneminden başlayarak sinemada da karşılığını (Amleto Palermi’nin 1916 tarihli “La Bohéme”, King Vidor’un 1926 yapımı “La Bohéme”, Paul L. Stein’in 1935 tarihli “Mimi”, Marcel L’Herbier’in 1945 tarihli “La Vie de Bohéme” ve romandan kısmen ilham alınan Baz Luhrmann’ın 2002 tarihli “Moulin Rouge!” adlı yapıtlar) bulan kitap iki ayrı opera olarak müzikseverlerin de karşısına çıktı: Her ikisi de “La Bohéme” adını taşıyan bu eserler Puccini’nin 1896 ve Leoncavallo’nun 1897 tarihli yapıtları. Franco Zeffirelli’nin Puccini’nin operasından uyarladığı, 1965 tarihli “La Bohéme” adlı filmi de eklememiz gereken sinema uyarlamalarının -şimdilik- sonuncusu Kaurismäki’nin filmi oldu. Murger’in eserinin bu popülerliğinde “bohem hayat” gibi doğal bir çekiciliği (yoksul ve genç sanatçıların ve entelektüellerin romantik trajedisini düşünün!) olan bir konuyu ele alması, bu yaşamların Paris’in romantik imajı ile bir araya geldiğinde ortaya çıkan etkileyicilik ve aralarında Murger’in kendisinin de olduğu bazı gerçek karakterleri ele alması etkili olurken, kitap doğal olarak özellikle Fransızlar için hayli önemli olmuştu. Bu gerçek karakterleri de analım merak edenler için: Romandaki Marcel karakterine ilham kaynağı olan ressam François Tabar; filmde yer almayan, romanda heykeltraş Jacques olarak karşımıza çıkan Joseph Desbrosses; romanda kendisi için çizilen tasvirden hoşlanmayan ve Murger’i hiç affetmeyen yazar Charles Barbara ki kitapta Carolus adlı yazar olarak çıkıyor okuyucunun karşısına; romanda Gustave olarak hayat bulan, yazar ve felsefeci Jean Wallon; kitapta Colline olarak karşımıza çıkan yazar ve felsefeci Marc Trapadoux; romandaki Schaunard karakterine model olan ressam, müzisyen ve şair Alexandre Schanne. Kaurismäki’nin bu popüler eseri yola çıkış noktası olarak kullandığı filmi ise tam da kendisine has bir havası olan, bohem yaşamı üç ana karakter üzerinden anlatırken yaşamın kendisine de dram, komedi ve hatta trajedi unsurlarını aracı kılarak sevgi ile bakan bir çalışma olmuş.

Kaurismäki siyah-beyaz çekmiş filmi ve öykü boyunca kullandığı müziklerin önemli bir kısmı ile de nostalji havasını desteklemiş. “Pour Tout l’or du Monde” (Marcel Mouloudji); “De Velours et de Soie” ve “Je Bois” (Serge Reggiani; şarkıların sözleri Boris Vian’a ait olan ikincisi adeta film için yazıldığını düşündürecek bir sahnede kullanılmış); “Chantez Pour Moi, Violons” ve “Pour un Seul Amour” (Damia) isimli şarkıları filmin temposu ve ruhuna uygun sahnelerde kullanan yönetmen, yapıtlarında popüler müziklerden bolca kullanma geleneğine burada da başvurmuş ve Mozart’tan favori grubu olan ve farklı filmlerde birlikte çalıştığı Leningrad Cowboys adlı Finli grubun elemanlarına farklı sanatçıların eserlerini de öyküsünün parçası kılmış her zamanki gibi. Nostalji duygusu sadece şansonlarla ve siyah-beyaz ile sınırlı değil; zaman zaman görüntüye gelen Eyfel Kulesi, Paris’in çatıları ve iki farklı görüntüde karşımıza çıkan “sokakta öpüşen çiftler” nostalji ile birlikte Paris romantizmini de, ama bu duyguyu asla abartmadan yaratıyor keyifli bir şekilde.

Öykü üç temel karakter ve hayatlarındaki kadınlar üzerinden dönüyor: Şiir ve oyun yazan ama eserleri hep ret edilen Marcel (André Wilms); kaçak olarak Paris’te yaşayan ve Marcel kadar parasız olan Arnavut ressam Rodolfo (filmden sadece 3 yıl sonra 44 yaşında hayatını kaybeden Matti Pellonpää) ve avangart modern müzikler besteleyen ve parasızlıkta diğerlerinden geri kalmayan İrlandalı müzisyen Schaunard (Kari Väänänen). Rodolfo’nun Mimi (Évelyne Didi), Marcel’in ise Musette (Christine Murillo) adında sevgilileri vardır ama Schaunard şanssızdır bu konuda (“Tipin kızların ilgisini çekmiyorsa, bu bizim suçumuz mu?”). Senaryo Rodolfo karakterini diğerlerinden bir parça öne çıkarırken, onunla Mimi arasındaki ilişki de romantizm, tutku ve melodram boyutları ile öykünün çekiciliklerinden birini oluşturuyor. Kaurismäki bu aşkı ve öykünün diğer öğelerini karşımıza getirirken, dramı (hatta trajediyi) ve mizahı hep kendine has bir biçimde, altını çizmeden ve en absürt olanı bile sıradan bir hava içinde sunarak getiriyor önümüze ve bu seçim özellikle mizahı oldukça orijinal kılıyor. Marcel’in editör tarafından “kısaltılması gerekir” diyerek geri çevrilen 21 perdelik oyunu, Schaunard’ın bohem yaşamını ve kaderini paylaştığı iki arkadaşına ve sevgililerine piyanosunda verdiği mini konserde çaldığı avangart bestesi (gürültü ve müzik karışımı bir eserdir bu ve özellikle iki kadının yapıta verdikleri tepki “sessiz ve sıradan” komedi anlarından biri olarak oldukça eğlenceli) ve Rodolfo’nun sadık ve tek müşterisi ile olan sahneleri bu orijinalliğin örnekleri olarak gösterilebilir. Bu ilginç müşteri karakterinden bahsetmişken, bu rolü canlandıran ve göründüğü her âna damgasını vuran Jean-Pierre Léaud’yu anmakta yarar var; Léaud mükemmel bir “ciddiyet komedisi” katıyor yer aldığı sahnelere. İki ünlü sinemacı, ABD’li Samuel Fuller ve Fransız Louis Malle’in de kısa rollerde (ilki Marcel’in çalıştığı derginin yayıncısı, ikincisi ise Rodolfo’nun ödeyemediği restoran ücretini karşılayan yan masadaki adam rolü ile) konuk oyuncu olarak yer aldığını da belirtelim filmde. Tüm oyuncuların Kaurismäki’nin ruhuna uygun oyunculuklar sergileyerek çekici bir uyum yarattıkları filmde; André Wilms, Matti Pellonpää, Kari Väänänen ve onlardan geri kalmayan Évelyne Didi duygularını hep dizginleyen ve kendilerinin özenle maskeledikleri bu duyguları bizim hissetmemizi sağlayan performansları ile önemli birer katkı sağlıyorlar yapıta.

Tanışmalardan birinin “Yani sizin eşyanız var ama eviniz yok, benimse evim var ama eşyam yok” cümlesi ise başladığı film bohemlerin dayanışması olarak da okunabilir. Üç ana karakter de parasızdır ama Rimbaud veya klasik müzikteki Viyana ekolü üzerine sohbet etmekten geri durmazlar; Rodolfo’nun köpeğinin adı da Baudelarie’dir örneğin. Ellerine para geçtiğinde bunu değerlendirme becerileri yoktur pek ama birbirlerine yardım etmekten de asla çekinmezler koşullar ne olursa olsun. Esprili sözlerin sıradan konuşmalarmış gibi kullanıldığı diyaloglara da yansıyan kendine has mizah (“Gençtik ve âşıktık. Mevsimlerden de bahardı” veya Rodolfo ile tek müşterisi arasındaki, ressamın otoportresi hakkındaki “Kim bu?” / “Annem” sahneleri vb.) eylemler üzerinden de gösteriyor kendisini sık sık. Örneğin yazarın gideceği bir iş görüşmesi için ihtiyaç duyulan ceketi ve eve davet edilen kadına yapılacak çorba için gerekli et parçasını ele geçirme şekli, gece vakti hapishane hücresindeki derin sessizliği bozan gürültü ve mezarlıkta geçen bir sahnede karakterlerden birinin, senaryonun uyarlandığı Henry Murger’in mezarına çiçek koyması gibi pek çok farklı sahnede tadına varıyoruz bu mizahın.

Çok kısa ve vurgulanmadan gösterilse de Eyfel Kulesi, siyah-beyaz görüntüler, klasik şansonlar ve sokakta öpüşen çiftler ile yaratılan nostalji dışında, birkaç sahnede Aki Kaurismäki Fransız sinemasının klasiklerinin havasını da yeniden yaratıyor ve bunu yine o derece “sıradan” bir şekilde yapıyor ki gördüklerinizin doğallığı ve gerçekliği konusunda en ufak bir kuşku duymuyorsunuz. Bunlardan biri özellikle önemli; yağmurlu bir gece vaktinde, bir gece kulübünün önünde geçen bu sahnede kulüpten çıkan kadının kendisini bekleyen arabalardan hangisine bineceği 1950’lerin Fransız filmlerinde görseniz yadırgamayacağınız bir hava ile anlatıyor ve görüntüyü, gücünü doğallığından alan bir romantizm ile dolduruyor yönetmen. Bohemliğin farklı örneklerini mizahı elden bırakmayan bir şekilde sergilediği (bir kadının küreklerini çektiği bir kayıkta uzanan ve bir elinde çiçek, diğerinde kadeh olan adam; zor gelen bir paranın Balzac’ın eserlerinin ilk baskısını almak için kullanılması; üşüyen sevgiliyi yakmak için, bir gün basılması umut edilen şiirlerin yakılması vs.) ve filmografisine örnek teşkil eden bir minimal hava yarattığı yapıtını çekimlerden kısa bir süre önce, 1991’de hayatını kaybeden babasına ithaf etmiş Kaurismäki. 20 yıl sonra çektiği “Le Havre” (Umut Limanı) adlı filmde “La Vie de Bohème“deki birkaç oyuncuya; André Wilms, Évelyne Didi ve Jean-Pierre Léaud’ya tekrar rol veren yönetmen, Wilms’in canlandırdığı Marcel karakterini artık yazarlık hayallerini ve bohem hayatı geride bırakmış olarak tekrar çıkarır seyircinin karşısına.

İşçi sınıfı kökenli olan Henry Murger’in farklı tarihlerde, Paris’te 1823 – 1858 arasında yayımlanan ve yazarları arasında Baudelaire, Paul de Musset ve Jean Wallon’un da olduğu Le Corsaire-Satan adlı gazete için yazdığı öyküler derlenip bir kitapta toplandığında çekmişler asıl olarak ilgiyi. Edebiyat eleştirmenlerinin “sefaletle ihtişamı bir arada taşıyan karakterlerle” dolu olduğunu söylediği kitaptaki “bohem”lerin bir kısmı moda olan bu hayata özenenlerdi ama bir kısmı da işte Kaurismäki’nin filmindeki gibi sanata duydukları inancın kurbanı olan ve gerçek insanlardan esinlenen kişilerdi. Filmdeki üç bohemin; Marcel, Rodlfo ve Schaunard’ın bastırdıkları ya da farklı gösterdikleri duyguları Mimi karakteri üzerinden ve elbette yine dizginlenmiş bir şekilde gösteren film tipik ve çok çekici bir Aki Kaurismäki çalışması olarak ilgiyi hak ediyor.

(“The Bohemian Life” – “Bohem Hayatı”)

Neredesin Firuze – Ezel Akay (2004)

“İntihar edeceksek, yaşayarak edelim”

Çok satacak bir albüm yaparak zengin olmaya çalışan bir yapımcı ve arkadaşları ile, yıldız olmaya çalışan genç bir şarkıcının çakışan hikâyeleri.

Senaryosunu Özcan Deniz’in orijinal hikayesinden Levent Kazak’ın yazdığı, yönetmenliğini Ezel Akay’ın yaptığı bir Türk filmi. Bir dönem Unkapanı’ndaki Plakçılar Çarşısı’nın yönettiği müzik sektöründe yaşananlara odaklanan bu zengin kadrolu, bol şarkılı, bol renkli ve bol şatafatlı film sinemamızın en özgün yapıtlarından biri ve özellikle mizahı açısından amaçladığı düzeyi yakalayamasa da, ilginç ve çekici olmayı başarıyor. Azay’ın, birlikte reklam ve film şirketi IFR’yi kurduğu ve kendisinden “Hep bir “Türk filmi” çekmesini” isteyen Mehmet Budak’a ve müzik yapımcısı Hilmi Topaloğlu’na ithaf ettiği yapıtın, kusurlarına karşın, sevilmesinin sırrın tam da bu nitelemede yatıyor: “Türk Filmi”. Diyaloglarından görselliğine müziklerinden oyunculuklarına çılgın olmayı hedefleyen film bunu başarıyor ama mizahı pek güçlü olmadığı gibi, senaryosu da zaman zaman, sansüre takılmamış bir TV güldürüsü yaratmaktan öteye geçemiyor. Yine de, Unkapanı gibi ülkenin müzik sektörünün göbeğinde yer alan bir dünyayı yansıtan ve iyi gözlemlerin sonucu oluşan resimler, aralara hikâye ile pek de doğal bir uyum içerisinde yerleştirilememiş olsa da, popüler şarkıcılarının çekiciliği, özenli set ve kostüm tasarımları ve Akay’ın bilinçli yaratılan kaosun altından başarı ile kalkan sineması ile ilgiyi hak eden ve “gerçek kişi ve olaylardan ilham alan” bir çalışma bu.

İngiliz sinemacı ve yazar Jamie Russell BBC için 2004’te kaleme aldığı eleştirisinde 5 üzerinden 1 yıldız verirken, hayli sert ifadeler kullanmış film hakkında: “Firuze’nin nerede olduğu kimin umurunda, biz sadece esprilerin nerede olduğunu bilmek istiyoruz” ifadesi ile bitirdiği eleştirisinde Russell şöyle yazmış: “Önemli bir müzikal parodi olabilirmiş film ama… hiçbir zaman bulamadığı esprinin peşinde koşturuyor… yakın zamanlarda gördüğüm en komik olmayan ve bu yüzden acı veren bir yapıt”. Olumsuz cümlelerin bu derece sert birer dozu olmasının nedenlerinden biri Akay’ın hedeflediği gibi bir “Türk filmi” çekmeyi başarmış olması belki de. “Kaset yaparak” bir gecede yıldız olmak isteyenler, mafya ile iç içe geçmiş arabesk ağırlıklı bir müzik sektörü, hikâye boyunca irili ufaklı rollerde karşımıza çıkan onlarca ünlü yerli isim, bazılarını farklı versiyonları ile dinlediğimiz onlarca popüler şarkı ve bol bol yerel küfürlü konuşmalar… tüm bunların bir İngiliz eleştirmene cazip gelmesi çok zor kuşkusuz ve beğendiğini söylediği şatafatlı görsellik ve yüksek tempolu dil, ona bir anlam ifade edecek bir içerik ile desteklenmeyince; bir başka şekilde ifade edersek, hikâye ile arasında bir duygusal yakınlık kuramayınca eleştirinin bu derece olumsuz olması da normal görünüyor.

Senaryoya çıkış noktası oluşturan hikâyeyi yazan Özcan Deniz kendi hayatından ve bir dönem Unkapanı’nın en güçlü firması olan Prestij Müzik’te yaşadıklarından esinlenmiş. 2023’te Mahsun Kırmızıgül’ün kendi senaryosundan çektiği “Prestij Meselesi”, Kırmızıgül’ün kendisinin de bir dönem bağlı olduğu bu müzik şirketini doğrudan ve ismini belirterek ele aldı; Ezel Akay’ın filminde ise isimler tamamen değiştirilmiş ama yine de meraklısı pek çok karakterin hangi gerçek isimden esinlenerek yaratıldığını keşfederek eğlenebilir. Birkaçını burada anmakta yarar var karakterin ismini ve kimden ilham alındığını belirterek: Ferhat karakterinde kendisini oynadığını söyleyebileceğimiz Özcan Deniz, Hayri (Haluk Bilginer) Prestij Müzik’i Burhan Aydemir ile birlikte kuran Hilmi Topaloğlu, Orhan (Cem Özer) Burhan Aydemir, Melih (Ragıp Savaş) Mahsun Kırmızıgül, Tayyar (Bora Ayanoğlu) İbrahim Tatlıses, Sibel (Janset) Yıldız Tilbe. Levent Kazak’ın senaryosu bu gerçek dünyayı -yeterince güçlü olmayan- mizah ve bir çılgın karnaval havası içinde anlatsa da, anlattığı dünyadaki yozlaşmaları çok açık bir eleştiri ile birlikte ortaya koyuyor.

Zaman içinde Unkapanı’ndaki çarşının müzik sektörünün merkezi olmaktan uzaklaşıp kabuk değiştirmesi nedeni ile, Ezel Akay şehrin mimarlık açısından başarılı yapıtlarından biri olan ve üç başarılı mimarımız olan Doğan Tekeli, Metin Hepgüler ve Şami Sisa’nın imzasını taşıyan bu çarşı yerine, İstanbul’un mimari facilarından biri olan ve dünyadaki en büyük monoblok yapılarından biri olması ile de bilinen PERPA’da kurmuş seti. İstanbul’un nereden nereye doğru ve giderek artan bir süratle gittiğini gösteren çarpıcı bir örnek bu kuşkusuz. Bu vahim durum bir yan bırakılırsa, filmin genel olarak tüm sahnelerinde kendisini gösteren başarılı set tasarımı (Hakan Yarkın ve Naz Erayda) o denli güçlü ki İstanbul’u ve bu çarşıları iyi bilenler bile Unkapanı’nda olduklarını hissedeceklerdir öykünün ilgili bölümlerinde. Set tasarımları gibi, kostümler ve başta kapanış jeneriği olmak üzere filmin diğer pek çok görsel unsuru da kesinlikle çok çekici. Film için özel dikilen kostümler, başta hikayenin ana karakterlerininkiler olmak üzere, hep göz alıcı ve janjanlı. Düğün sahnesinde onca figüran için özel hazırlananların da gösterdiği gibi, bütçeyi sonuna kadar zorlamış yapımcılar ve Akay’ın görkemli şatafatına önemli bir katkı sağlamışlar. Karikatürist Kemal Gökhan Gürses’in kapanış jenerikleri de benzer bir şekilde, esprili havası ve rengârenk biçimselliği ile öykünün atmosferine çok uygun bir tasarım çalışmasının ürünü ve ayrı bir takdiri hak ediyor.

Görüntü yönetmeni Hayk Kirakosyan ile birlikte bizi, eserlerini Ezop imzası atmasının da gösterdiği gibi renkten renge hayalden hayale uzanan ama bu arada ilginç bir şekilde ve gördüklerimize yerelliklerinin sağladığı aşinalığımız nedeni ile gerçek de olabilen bir dünyanın içine sokuyor Ezel Akay. Bazen çılgınca hareket eden, bazen aniden duruveren kameranın hareketleri ile seyirciyi hiç rahat bırakmıyor film; sabit çekimde bile set ve kostümlerin göz alıcılığı sayesinde bir içsel hareketlilik yakalanıyor ve tempo hiç düşmüyor. Sık sık araya giren müziklerin gücü ve Mustafa Presheva’nın her bir sahne için özenle düşünülmüş kurgusu da eklenince tüm bunlara, Ezel Akay’ın seyircinin gözünü hep olan bitende tutma hedefini kesinlikle tutturulmuş görünüyor. Hikâye boyunca her türlü oyuna başvurarak patlayacak bir albüm yapma peşindeki beş ana karakterinkiler başta olmak üzere, gece kulüplerinin neon tabelaları gibi parlak ve canlı renkleri olan kıyafetler elbette dönemin gerçekleri ile pek uyuşmuyor ve önemli bir abartı içeriyor ama bu seçim pek de yanlış görünmüyor; çünkü hikâye ve Ezel Akay’ın sinema dili tam da bu vurguyu gerektiriyor.

Pek çok ünlünün bir şarkı yarışması organizasyonunun parçası olarak kendisini oynadığı filmde, adı Tanju Göksoy olarak değiştirilen ve kendisine yapılan rol teklifini ret eden Bülent Ersoy’u Ata Demirer’in taklidin ötesine geçen bir başarı ile canlandırdığı filmde kesinlikle sinemamızın kült sahnelerinden biri olmayı başaran ve “Olur mu öyle şey, çocuklar! Ben Hep evdeyim” repliği ile sona eren “Ya Evde Yoksan” sahnesi başta olmak üzere iyi kotarılmış pek çok bölüm var. Sağlam bir Amerikan müzikalinde görmeyi bekleyeceğiniz bir düzeyde olan bu bölüm müziği ve koreografisi ile dört dörtlük. Buna karşılık aksayan bölümler de var; örneğin Ferhat karakterinin televizyon programına konuk olmaya çalıştığı bölüm hayli zorlama (Özcan Deniz’in tüm filme yayılan olmamış oyunculuğunun da payı var bunda) ve filmin ortalamasının çok altında kalmış. “Yüzü son sahnesine kadar görünmeyen tetikçi” karakteri ile amaçlanan da elde edilememiş açıkçası; bu karakteri canlandıran oyuncunun kimliği üzerinden bir espri yakalanmak istenmiş olabilir ama en azından seyirci için pek de bir anlamı yok bunun. Filmin bir başka kusuru ise aralara serpiştirilen ünlüler; Müslüm Gürses’ten Işın Karaca’ya Ciguli’den Burcu Güneş’e pek çok isim çıkıyor karşımıza ve müzikal performansları ile filme önemli bir renk katıyorlar ama varlıklarını hiç de doğal kılamamış senaryo.

Toplu intihar girişimi ve sonrası, ve öykünün kaçıncı gününde olduğumuzu gösteren karelerin üzerinde özenle düşünülmüş olması gibi diğer başarılı öğelerini de anmamız gereken filmde Ender Akay ve Sunay Özgür’ün gerek orijinal müzikleri gerekse eski şarkılara yaptıkları yeni düzenlemeler oldukça başarılı ve filmin soundtrack’ini her zaman ve filmden bağımsız olarak da dinlenebilir kılmış. Düğündeki kaos sahnesine “Maskeli Balo” şarkısının seçilmesinin tuhaflığı bir yana, müzikler öykünün ve filmin vazgeçilmez bir unsuru olmuş kesinlikle ve çok iyi değerlendirilmişler. Bir otelin ve bir hastanenin adının örneği olduğu gibi, ürün yerleştirmenin seyircinin bu adları kaçırmamasını garanti edecek şekilde vurgulu bir şekilde kullanılmasının rahatsız edici olduğu yapıtta, Demet Akbağ’ın Firuze karakteri iyi bir buluş ve filme kendisini baştan belli etse de, çekici bir sürpriz katıyor ama onun ve arkadaşlarının dahil olduğu plan pek de gerçekçi değil. Neyse ki Akbağ’ın güçlü performansı bu sorunu gideriyor çoğunlukla. 9 günlük bir öykü anlatan eser, renklerin karakterlerin ait olduğu gruba göre seçilmesinin bir örneği olduğu gibi özenle düşünülmüş ve “sınırsız” bir hayal gücü ile çekilmiş bir “Türk filmi” ve görülmesi gerekli bir modern klasik.

Sultan Gelin – Halit Refiğ (1973)

“Aha, kız gelin; yepyeni bir güvey sana. Gönlünce büyüt, çıkar ortaya; ama buna iyi sahip çık ha! Kaçırma elinden, sıkı tut”

Başlık parası karşılığında evlendirildiği adamın düğün gecesi ölmesi üzerine kendisini meta konumuna sokan muamelelerle karşılaşan bir köylü kadının hikâyesi.

Cahit Atay’ın 1965 tarihli aynı adlı tiyatro oyunundan uyarladığı senaryosunu yazan Halit Refiğ’in, yönetmenliğini de yaptığı bir Türk filmi. Özellikle köy odaklı oyunlar yazan ve meselesini sık sık trajikomedi atmosferi içinde ele alan Atay’ın oyununu beyazperdeye tiyatro havasından uzaklaştırarak ama hedeflediği sinema düzeyini de yakalayamadan taşıyan Refiğ’in filmi en temel çekiciliğini başroldeki Türkân Şoray’ın varlığından ve ilginç öyküsünden almış. Senaryonun problemleri, kimi hatalı oyuncu seçimleri ve trajikomedinin komedi kısmının “amaçlanmamış” görünmesi filme pek de önemsiz olmayan zararlar vermiş ama yine de konusu, kadını meta olarak gören toplumsal yapıyı net bir şekilde eleştirmesi ve Refiğ’in görüntü yönetmeni Cahit Engin ile birlikte yakaladığı görselliğin zaman zaman ulaştığı başarı yapıtı görmeye değer kılıyor.

Tiyatro dışında radyo için de oyunlar yazan ve ağa düzeni, töre baskısı, kan davaları ve dinsel sömürünün de aralarında olduğu konularla ülkemizin köy yaşamı odaklı eserler üreten Cahit Atay’ın iki yapıtını sinemaya taşıdı Yeşilçam. “Sultan Gelin” 1973’te Halit Refiğ’in senaryosu ve yönetmenliği ile, 1974’te ise 1964 tarihli “Ana Hanım Kız Hanım” oyunu Tarık Dursun Kakınç’ın senaryosu ve Atıf Yılmaz’ın yönetmenliği ile ve “Kuma” adı ile beyazperdeye taşındı. “Sultan Gelin” içerdiği unsurlar ile Cahit Atay’ın tipik oyunlarından biri ve Refiğ senaryosunda bu unsurları koruyarak çekmiş filmini. Örneğin açılış sahnesindeki pazarlık Atay’ın meselesinin ne olduğunu çok açık bir şekilde ortaya koyuyor. Bir inek ve aralarından biri Sultan (Türkân Şoray) olan birkaç köylüyü görüyoruz bu sahnede; Sultan tedirgin bakışlarla ve sessizce bir yayıkta tereyağı yapmak için çalışırken, diğerleri bir açık artırma havası içinde fiyat yükseltmektedirler malı alabilmek için; bu mal ise görüntüdeki inek değil, Sultan’ın kendisidir! Güzel, genç, güçlü, sağlıklı ve çalışkan Sultan’ın hikâye boyunca hep karşı karşıya kalacağı “mal muamelesi”nin ilk örneğidir bu sahne ve “Şu kıza bak; motor gibi, traktör gibi. Tepe tepe kullan, al hayrını gör” ifadesi ile biten pazarlıktan galip çıkan köyün zengini Kâzım (Ali Özoğuz) olur. Sultan’ı “ara sıra çarpıntısı olan” oğlu Osman (Cemil Paskap) için almıştır Kâzım. Bu ilk bölümler filmin problemlerinden birine, komedisinin gerçek kılınamaması ve trajikomedinin iki ana unsurundan birinin gerektiği şekilde yaratılamamış olmasına da ilk örnek oluyor. Sultan’ı sahnenin -fiziksel görünüm olarak ve Şoray’ın karşı konulamaz çekiciliği yüzünden- o derece önemli bir parçası yapıyor ki kamera, en başından anlıyoruz ki inek değil, kadındır burada söz konusu olan mal. Sahnenin vuruculuğunu azaltan bu durum, hikâye boyunca tanık olacağımız gibi, eleştirel mizahın çoğunlukla arada kaynayıp gitmesine ve hatta bazen de, komedinin aslında hedeflenmediğini ve senaryonun başarısızlığının dramın mizaha dönüşmesine neden olduğunu düşünmemize yol açıyor. Bir başka ifade ile söylersek, hikâyenin doğasındaki absürtlük sanki istenmeden oluşmuş gibi görünüyor; bu absürtlük senaryoda ve görsel olarak daha iyi işlenebilseydi filmin önemli kozlarından biri olabilirdi kesinlikle.

Filmin ana eleştiri alanlarından biri erkeklere biçilen rollerin onlara yükledikleri: Oğlu Osman’ın askerde çürüğe çıkmasına neden olan zayıflığının sonuçlarına sürekli olarak tanık olan babanın ısrarla bu durumu ret etmesi, oğlundan geleneksel erkek rolüne girmesini beklemesi ve bunu onur ve namus meselesi yapması erkeklerin başka şekillerde de olsa, kadınlar gibi törelerin kurbanı olduğunu gösteriyor. Osman’ı canlandıran Cemil Paskap’ın uygun fiziğinin de katkısı ile mizahın doğal göründüğü nadir anların kahramanı olduğu film, bu bağlamda “gerdek gecesi” gelenekleri üzerinden de tekrarlıyor eleştirilerini. Gerdek odasının anahtar deliğinden gözetlemeler, Osman’ın üzerinde hayli sakil duran “sert koca” tavırları ve o ana kadarki karakteri ile pek de uymayan bir şekilde Sultan’ın idareyi ele alarak “kanlı çarşaf üretmek” zorunda kalması gibi farklı örnekleri var bu eleştirinin daha hikâyenin başlarında karşımıza çıkan. Gerek kadın gerekse erkekler üzerinde farklı alanlarda ve kadının aleyhine olarak farklı dozda oluşan baskılar filmin ana temalarından biri ve Atay’ın oyununun bu konuda sağladığı malzemeyi net bir şekilde seyircinin önüne koymaktan çekinmiyor film. Çekinmiyor vurgusu önemli; çünkü Yeşilçam’ın bu boyutta ve her iki cinsiyeti de ilgi alanına yerleştirerek eleştirel bir tavır takınması o dönemde pek de yaygın değildi tahmin edilebileceği gibi. Filmin anti-Yeşilçam bir yanı daha var: Sultan’ın kayınpederini klasik bir “Yeşilçam kötüsü” olarak resmetmiyor senaryo; evet, Sultan’ın bir mal olarak alışveriş ve pazarlık konusu olmasında en önemli aktörlerden biri o ve oğlunu ağır bir yükün altına sokan da yine kendisi ama bunun arkasındaki asıl suç gelenekler ve toplumsal baskı karşısında bir baba olarak kendisinin yerleşmek zorunda kaldığı konum. Senaryo pek çok sahnede onu anlayışlı biri olarak da gösteriyor ve bir bakıma onun da bir kurban olduğunu söylüyor sanki.

Bir kadının kocasını kendisinin büyütüp yetiştirmesi gibi ele aldığı malzeme açısından trajikomik yanı hayli güçlü bir hikâyesi olan filmde Halit Refiğ, sayıları kısıtlı olsa da, sinema becerisini ve duygusunu gösteriyor: Örneğin Osman’ın henüz küçük bir çocuk olan kardeşi Veli’nin (küçüklüğünü Selim Kaya, büyümüş hâlini ise Şener Gezgen oynuyor) “yeni koca”sı olduğunu kabul etmek zorunda kalan Sultan’ın onun elini tutmaya zorlandığı sahnede, çocuğun ufak ellerinin kadının eline değil, parmağına yapışıyor olması durumun absürtlüğünü ortaya koyan iyi bir buluş. Bir erkeğin “anası olmak”tan “kocası olmaya” uzanan sürecin trajik yanını ortaya koyan sağlam örneklerden biri bu sahne. Ne var ki burada müzikle ilgili bir sorunu da anmak gerekiyor: Çocuk Veli’nin olduğu sahnelerde bu trajediyi adeta unutturacak neşeli müzikler kullanılmış ve melodilerin tonunu belirleyecek olanın karakterin kendisi değil (ya da en azından sadece o değil), o karakterin yaşadıkları olması gerektiği unutulmuş görünüyor. Bu problem bir başka şekilde de çıkıyor karşımıza. Flörtöz bir şekilde bir samanlıkta oynaşan iki genci tek başlarına düşündüğümüzde uygun görünen müzik seçimi, o sahnenin asıl odağının onları gözetleyen karakterin trajedisi, öfkesi ve hayal kırıklığı olduğunu düşününce kesinlikle yanlış oluyor. Eğlenceli müzik yerini dramatik olana bıraktığında ise hayli geç oluyor artık. Buna bir de müziğin sürekli ve vurgulu bir şekilde kullanılması problemini de ekleyelim yeri gelmişken.

Veli karakterinin küçüklüğünü ve büyümüş hallerini canlandıran oyuncuların seçiminde yaşlarından kaynaklanan ciddi bir sorun var: Hikâyenin başlangıcında Veli’yi canlandıran ve aynı yıl yine Türkân Şoray ile birlikte “Azap” filminde de oynayan Selim Kaya o tarihlerde en fazla 6 yaşında olsa gerek; nitekim Şoray “Sinemam ve Ben” adlı kitapta “Azap” filminin çekimleri ile ilgili anılarını anlatırken, çocuk oyuncuyu bulmak için yuvaları dolaştıklarını belirtmiş ve “bir yuvada çok güzel yüzlü, kocaman gözlü 5-6 yaşlarında bir oğlan çocuğu bulduk” diye konuşmuş. “Sultan Gelin”de hikâye 10 yıl ileriye atladığında (bu süre Sultan karakterinin ağzından açıkça dile getiriliyor), Veli’nin en fazla 16 yaşında olmasını bekliyoruz (zaten Veli’nin sevdiği köylü kızın yaşı için de 14 deniyor!) ama karşımıza epey olgun bir delikanlı çıkıyor. Onu canlandıran Şener Gezgen’in yaklaşık o sırada 26 yaşında olduğunu düşününce, görüntü normal ama hikâyenin gerçekçiliğine ciddi bir darbe vuruyor bu durum. Aynı yanlış seçim, yetişkin görünümlü Veli’nin nikâh günü gelene kadar hiçbir şeyin farkında değilmiş gibi davranmasını da iyice anlamsız kılıyor açıkçası.

Çekimleri Hatay Reyhanlı’nın o tarihlerde adı Kavalcık olan Harran mahallesinde gerçekleştirilen filmin finali için farklı bir düşüncesi varmış Halit Refiğ’in ama Şoray oyundaki finale sadık kalmak konusunda ısrarcı olunca yıldız oyuncumuzun dediği olmuş. Şoray yukarıda anılan kitabında, “Filmi gördükçe kendime çok kızıyorum. Halit Bey’e daha sonraki yıllarda üzüntümü defalarca belirttim” sözleri ile pişmanlığını dile getirmiş. Aynı kitapta oyuncunun 1970’li yılları “bilinçlenmeye başladığım” dönem olarak tarif etmesi ve özellikle 80’li yıllarda kadın karakterler konusunda çok daha doğru ve çağdaş filmlerde yer alması da destekliyor bu pişmanlığı. Bu kitaptaki bir yanlış ifadeyi de düzeltmekte fayda var: “Vasıf Öngören’in bir oyunundan uyarlanmış bir töre hikâyesiydi” diyor Şoray ve bu hata fark edilmemiş kitabın editörü tarafından.

İki farklı düğünde oynayanların köylüler değil, bir folklor ekibi olduğu açık olan (neyse ki pek çok Yeşilçam örneğinin aksine, en azından kıyafetlerin profesyonel bir topluluktakiler gibi tek tip olmaması gerektiği akıl edilmiş) filmde kimsenin sokakta olmadığı bir zamanda gerçekleşmesi planlanan kaçış sahnesinde yolda yürüyenlerin, hatta koşan birinin olması gibi tipik Yeşilçam problemleri de var. Dikkatli bir gözün kaçırmayacağı bir başka hata ise, kamera pencerenin dışından çekim yaptığında -herhalde görüntüye engel olmaması için- pervazın sağında duran gaz lambasının, kamera içeriye geçtiğinde yer değiştirmesi ama Yeşilçam’ın olanakları ve profesyonellik seviyesi düşünüldüğünde çok “sıradan” bir problem bu ve benzerleri.

Modern bir ağıt havası taşıyan ve bir kadın sesinden dinlediğimiz şarkı hakkında -maalesef-jenerikte ve sinema kaynaklarında herhangi bir bilginin bulunmadığı, hikâyesi ilkel bir gelenek olan “levirat”ın örneği olan ve iç burkan finali ile iyi bir kapanış yapan filmde oyunculuk açısından öne çıkan isim Ali Özoğuz olmuş kesinlikle. Sadece iki sinema filminde (diğeri Süreyya Duru’nun yönettiği “Bedrana”) oynayan ve “Sultan Gelin”in çekimlerinden yaklaşık iki yıl sonra hayatını kaybeden oyuncu aynı rolü Ankara Sanat Tiyatrosu’nda, 1964-65 sezonunda da canlandırmış. Yeşilçam’ın klişe bir kötüsüne dönüşebilecek karakterini iyi ve kötü yanları ile güçlü bir biçimde ve doğallığı hep koruyarak canlandırmış oyuncu. Türkân Şoray ise “bilinçli” dönemine yavaş yavaş geçerken, bir yandan Yeşilçam’ın kendisine çizdği kalıplar içinde kalsa da, özellikle öykünün ikinci yarısında doğal çekiciliğinin de katkısı ile işini gerektiği gibi yapıyor.