“Toplumun kurallarına uymazsan seni cezaevine yollarlar; cezaevinin kurallarına uymazsan seni bize yollarlar”
Alcatraz cezaevinden firar etmeyi planlayan mahkumların gerçek hikâyesi.
ABD’nin kötü şöhretli ve kaçmanın imkânsız göründüğü ünlü cezaevinden zekâ dolu bir plan ile firar etmeye çalışan dört mahkumun bu hikâyesi J. Campbell Bruce’un kitabından uyarlanmış sinemaya. Alcatraz’dan son firar denemelerinden biri olan bu maceranın sonucu bilinmiyor. Ne devletin uzun süren araştırmalarından sonra vardığı firarilerin boğulduğu varsayımını ne de mahkumların kaçmayı başardığını destekleyen bir kanıt bulunabilmiş bugüne kadar. Don Siegel’in filmi Clint Eastwood’un lideri olduğu bu firar teşebbüsünün hikâyesini tam da hak ettiği bir biçimde aktarıyor; cezaevinin koşullarını göstermeyi ihmal etmeden ama odağı oraya kaydırmadan film, planın oluşumunu ve gerçekleştirilmesini titiz, sakin ve detaycı bir biçimde getiriyor karşımıza.
Patrick McGoohan’ın rahatsız edici bir gerçekçilik duygusu yaratan oyunu ile canlandırdığı cezaevi müdürünün katı kuralları ve uygulamaları ile mahkumların insanlıklarından çıkarıldığı bir ortamda geçen film, Clint Eastwood’un her zamanki “cool” (veya bir başka göz ile bakıldığında “donuk”) oyunu ile canlandırdığı Morris karakterinin üstün zekâsı ile oluşturduğu planının tüm detaylarını klasik sinemanın kalıpları içinde ve sabırla sergilerken seyircinin ilgisini sürekli ayakta tutmayı başarıyor. Planın zekiliği bir yana film aslında gerek cezaevi koşullarını göstermekte gerekse karakter incelemesi açısından çok da yeni şeyler söylemiyor. Hatta filmin diğer hemen tüm karakterlerin geçmişini şu ya da bu şekilde anlatırken, baş kahramanının geçmişi ile ilgili hemen hiçbir şey söylememek gibi bir garipliği de var. Bu bir şey söylememe tercihi anlaşılabilir ve doğru ama bu tercih yan karakterler için kullanılmayınca film bir eksiklik duygusu yaratmıyor da değil. Finalin de biraz ani geldiğini ve yarım kalmışlık duygusuna neden olduğunu söylemek gerek. Klasik bir dille anlatılan filmin finalinde kameranın en azından seyirciye o belirsizlik duygusunun tedirginliğini geçirmesi beklenirdi ama film hemen birden bitiveriyor adeta.
Senaryo zaman zaman Hollywood kalıpları içinde hareket edip hikâyeye çok da katkısı olmayan duygusal sahnelere alan açıyor ama neyse ki bunları bir kenara bırakıp ihtiyacı olan ve filmi de çekici kılan sertliğe geri dönüyor. Ağırlıklı olarak kapalı mekanlarda geçen film mekanların doğal klostrofobisini de genellikle başarı ile kullanıyor. Diyalogların Patrick McGoohan’ın ağzından duyulan kimi cümleler dışında çok başarılı olduğu söylenemez ama hikâyenin buna çok da ihtiyacı yok gibi görünüyor. Siegel filmini kaçış planının üzerine oturtmuş ve kimi gereksiz trükler dışında, örneğin gardiyan adını söylediğinde çakan şimşeğin Morris’in yüzünü aydınlatması veya hücrenin karanlığı ile muhteşem San Francisco gökyüzü görüntülerinin zıtlığını yan yana koyması, mizansen ve kurgu anlayışı ile üzerine düşeni yapmış görünüyor. Filmin iyi anlatılmış, heyecan ve gerilimi doğru bir dozda tutulmuş, alçak tonda anlatımı ile Hollywood’un kötü alışkanlıklarından çoğunlukla uzak durmuş ve sonuç olarak başarılmış bir çalışma olduğunu söylemek mümkün özet olarak.
(“Alkatraz’dan Kaçış”)