Estate Violenta – Valerio Zurlini (1959)

“O zaman kızı olan otuz yaşında bir kadın gibi davran. Anlamaya çalış ve daha fazla söyletme beni. Kızı olan otuz yaşında bir kadın gibi davran!”

İtalya’nın savaşı kaybedeceğinin anlaşıldığı 1943 yaz aylarında, babası bölgenin faşist lideri olan genç bir adamla eşi savaşta hayatını kaybeden ve yaşı erkekten büyük olan bir kadının aşklarının hikâyesi.

Senaryosunu Valerio Zurlini, Suso Cecchi D’Amico ve Giorgio Prosperi’nin yazdığı, yönetmenliğini Zurlini’nin yaptığı bir İtalya – Fransa ortak yapımı. Yönetmenliğe belgesellerle başlayan ve 1982’de 56 yaşında hayatını kaybedene kadar toplam sekiz uzun metrajlı kurgu film çekebilen Zurlini’nin bu eserlerinden ikincisi olan yapıt, sinemanın bugün unutulmuş görünen yönetmeninden gelen hayli başarılı bir çalışma. Mussolini’nin parlamento ve kral tarafından görevden alındığı ve ülkenin savaşı kaybettiğinin kabullenilmeye başlandığı 1943 yaz aylarında geçen hikâyesi ile, final sahnesi hariç savaşı hep arka planda tutan ve bu fon üzerinde bir “imkânsız aşk”ı sade, güçlü ve zarif bir dil ile anlatan bu çekici film başrollerdeki Jean-Louis Trintignant ve Eleonora Rossi Drago’nun performansları ile de önemli bir çekiciliğe sahip. Genç adam karakteri üzerinden İtalyan toplumunun faşizm ile ilişkisini de dikkate değer bir biçimde ele alan çalışma, Zurlini’nin -başta 1972 yapımı “La Prima Notte di Quiete” olmak üzere- diğer filmlerinini de görme arzusu uyandıracak kadar iyi bir sinema örneği.

Açılış ve final sahneleri dışında savaşın uzaklarda yaşanan bir sorun gibi göründüğü bir dünyada geçen bir yaz hikâyesi anlatıyor film ve bir “yaz aşkı”ndan yola çıkarak, Jean-Louis Trintignant’ın çarpıcı bir performansla canlandırdığı Carlo karakteri aracılığı ile dönemin İtalyan toplumunun faşizmle ilişkisinin sinemadaki en önemli ve farklı örneklerinden birini ortaya koyuyor. Hikâye Rimini’nin Riccione adlı kıyı bölgesinde geçiyor. Güneyde Sicilya’nın müttefiklerin eline geçmek üzere olduğu 1943 yazında, kuzeyde Riccione’de yaşayan gençler tipik bir yaz hayatı sürdürüyorlar. Deniz, eğlence ve aşkla örülü bu hayat plajın üzerinden alçak uçuşla geçen bir savaş uçağı ve hemen kapatılan radyodaki savaş haberleri dışında yaza özgü aylaklıktan hiç yoksun kalmamaktadır. Babasının bağlantıları sayesinde askere gitmekten hep kaçabilmiş olan Carlo tesadüfen tanıştığı kadına yakınlık duyacak ama aşkları hem aralarındaki yaş farkı hem de faşizmin çökmesi ile ortaya çıkan duruma takılacaktır. Kadının annesi Carlo’nun babasından hoşlanmamakta (“O insanları sevmiyorum. Babası gaddar biri. Canını yaktığı bir sürü insan var. 1922’de Ferrara Faşizmi’nin lideriydi, ayrıca bir elebaşı. Sağlam ayakkabı değiller”), annesini ise Fransa Kralı 15. Louis’nin metresi Madame de Pompadour’a benzeterek aşağılamaktadır.

1982’deki ölümünden sonra dünya sinemasının unuttuğu Zurlini ancak 2000’li yıllarla birlikte hatırlandı ve filmleri DVD olarak basılmaya başlandı. Oysa işte bu filmin de sağlam bir kanıtı olduğu gibi Zurlini sinemaya parlak filmler ve unutulmaz sahneler armağan etmiş bir yönetmen. Örneğin burada, bir bölümüne “Temptation”ın (orijinali 1933’te Bing Crosby tarafından seslendirilen şarkıyı asıl adı Ferruccio Merk Ricordi olan İtalyan sanatçı Teddy Reno’dan dinliyoruz) eşlik ettiği öyle bir sahne var ki sinema okullarında ders niyetine gösterilebilecek güzellikte ve tekrar tekrar seyredilmeyi hak ediyor. İlgili sahnede Carlo genç arkadaşlarını ve âşık olduğu Roberta’yı sirkten dönüşte evine davet ediyor birlikte içmek, dans etmek ve müzik dinlemek için. Sirkte bir kıskançlık oyunu sonucu Carlo’nun yanına oturtulmayan Roberta’nın, yaşının diğerlerinden büyük olmasından da kaynaklanan gerginliği ile geldiği evde genç adama karşı ördüğü savunma duvarının çöktüğü bu sahne çok ince bir düşünce ile seçilmiş “Temptation” şarkısı, başkaları ile dans edilirken birbirine kenetlenen bakışlar, sessizlik, gökyüzündeki keşif uçağı, gece karanlığı, tedirginlik, kıskançlık, omuza koyulan bir baş, tereddütlü bir sarılma, pişmanlık, ilk öpüşme ve şaşkınlık üzerine kurulmuş ve evin içinden bahçeye çıkan, sonra tekrar eve dönen kamera tüm bunları olan bitenden habersiz diğer çiftlerin tempolu dansı ile noktalandırırken katıksız bir sinema keyfi yaratmış. Tüm bu bölüm sahip olduğu has sinema duygusu, sahnenin kurgusu, görselliğin hikâyeye nasıl ustaca hizmet edebileceğini göstermesi ile müthiş bir güzelliğe sahip.
İçlerinde Carlo’nun da bulunduğu gençler ülkeleri (daha doğrusu ülkenin faşist rejimi için) için yenilgi ile bitecek olan ve uzun süredir devam eden savaştan uzak bir hayatın içinde tam bir yaz aylaklığı içinde sürdürürler hayatlarını ta ki Mussolini görevden alınana kadar. Sonradan tutuklanacak olan faşist lideri Almanlar kaçıracak ve onu Kuzey İtalya’da kukla bir devletin başkanı yapacaklardır ama Mussolini’nin istifasının kabul edildiği gün giriyor. Sinemadaki seyircilerin gelen haberle salonu boşaltmaları ve heyecanla radyonun başına toplanmalarına ve ardından da yöredeki faşist yönetim binasını basmalarına tanık olduğumuz bu sahne dövülen faşistler, yağmalanan bina ve bu binanın cephesindeki devasa Mussolini büstünün yere düşürülerek parçalanması ile devam ediyor. Carlo’nun babası ile de ilk kez bu sahnede tanışıyoruz: Tam bir kibir abidesi olan adam vücut dili, saçsız başı ve yüzünün benzerliği ile adeta bir küçük Mussolini’dir. Bu sahnede Carlo’nun “tarafsız” görünümü finaldeki kararı ile birlikte onun karakterini çok iyi anlatıyor. O güne kadar askere gitmekten babasının (Evet, halka milliyetçiliği ve militarizmi empoze eden babanın!) gücü sayesinde kurtulmasını Roberta’ya “sınavlar, tecil vs.” ile izah eden ve bunu adeta sıradan bir erteleme olarak gören genç adamın, babasının faşistliğini ve buna bağlı tercihlerini “Çabuk inanan, ateşli biri” olması ile açıklamasını adeta İtalyan toplumunun faşizme sürüklenirken direnmemesinin sembolü olarak görmek mümkün. “Herkesin gittiği yere gittiğini (bir başka ifade ile, sürünün parçası olduğunu) ve yeterince cesur olmadığını” söyleyen Carlo bir kötülük abidesini takip eden toplumun ve faşizme karşı tek direnişi umursamamak, görmezlikten gelmek olan burjuvanın bir üyesi olarak bu tür kötülüklerin nasıl rahatça yayılabildiğini de anlatıyor bize.

Mario Nascimbene’nin dramatik yanı ile etkileyici müziğinin güçlü bir destek sağladığı film finale kadar uzak durduğu savaşın korkunçluğunu çok etkileyici bir bombardıman sahnesi ile göstererek seyirciyi “ödüllendiriyor” adeta ve bir savaş romantizmi olarak ortaya koyduğu hikâyesi ile aslında hayli derin konulara el attığını kanıtlıyor. Deniz kenarındaki bir yaz zamanının tüm o boş ve aylak günleri ile başlayıp savaşın korkunç dehşeti ile biten hikâye romantizm görüntüsü altında çok daha farklı şeyleri de kapsamına alarak başından sonuna kadar seyirciyi etkisi altında tutuyor. Film daha fazla olduğunu ima etse de aralarında sadece 5 yaş fark olan iki oyuncunun çok güçlü oyunculukları bu problemi önemsiz kılarak hikâyenin anlamını zenginleştiriyorlar. Eleonora Rossi Drago çocuklu bir dul kadın olarak, annesinin baskısı ve savaşın sıkıntıları içinde yakaladığı aşk fırsatına başta tereddütle de olsa sıkıca sarılan kadını hüznü ve kırılganlığı hep hissettiren bir oyunculukla canlandırıyor ve karakterinin ikilemlerini elle tutulacak kadar somutlaştırıyor. Jean-Louis Trintignant da onun başarısını yakalıyor ve oldukça sade bir oyunculukla çekici, iyi yürekli, kibar ama iradesiz karakterini filmin en önemli kozu yapıyor. Oyuncunun kariyerindeki en sağlam örneklerden biri olduğunu rahatlıkla söyleyebileceğimiz performansını bu kadar doğal ve yalın bir oyunculukla yaratabilmesi Trintignant’ın sonradan sinemanın en büyük yıldızlarından biri olmasını sağlayan yaratıcılığının da kanıtı aynı zamanda.

Zurlini bir yazısında “Her zaman, kalıcı olanın samimiyet, sadelik ve dürüstlükle yapılan işler olduğuna inanıyorum” diye yazmış. İşte bu parlak film de tam bu tanıma uyan, bir klasik olmayı kesinlikle hak eden bir yapıt. Zurlini’nin kimseyi yargılamadan anlatmış olması ile daha da değerlenen hikâyede duyguların diyaloglardan çok eylemler (ya da eylemsizlikler) ve haraketlerle ifade edilmesi ve Tino Santoni’nin parlak siyah-beyaz çalışması (başta yukarıda anılan o olağanüstü güzellikteki bölümde olmak üzere ışığın kullanımı oldukça etkileyici) kesinlikle çok değerli başarılar. “Ben herkes gibiyim, asla isyan etmem” diye konuşuyor kritik bir sahnede Carlo. Zurlini filmi ile işte bunu, isyan etmemenin ve direnmemenin hikâyesini zarif bir melankoli ile anlatarak sinemanın bugün pek hatırlanmayan önemli yapıtlarından birini sunuyor bize. Görmeli ve tadına varmalı kesinlikle!

(“Violent Summer”)

Tini Zabutykh Predkiv – Sergei Parajanov (1965)

“Aşk insanı ne hallere düşürüyor!”

Babasını öldüren adamın kızına âşık olan bir genç adamın trajik hikâyesi.

Ukraynalı yazar Mykhailo Kotsiubynsky’nin aynı adlı romanından uyarlanan bir Sovyetler Birliği yapımı. Senaryosunu Sergei Parajanov ve Ivan Chendej’in yazdığı ve yönetmenliğini Parajanov’un üstlendiği film Kotsiubynsky’nin doğumunun yüzüncü yılı şerefine çekilmiş ve Ukrayna ile Romanya’ya yayılmış bir bölgede yaşan Hutsuls adındaki bir etnik grubun kültürünü sinemaya çarpıcı bir şekilde getirmiş bir çalışma. Ana oyuncular dışında, Karpatlar’da yaşayan yerel halktan isimlerle çalışan Parajanov bir masal havasını taşıyan hikâyeyi bu etnik kültüre saygıyı hiç elden bırakmayarak, zaman zaman serbest stil denebilecek bir kamera çalışması ve hikâyenin ruhuna uygun yönetmenliği ile anlatırken, başroldeki Ivan Mikolaychuk’un sağlam performansı ile film kendisini ilgi ile seyrettirecek bir güzellikte. Renklerin kullanımı ile ek bir cazibe kazanan film etnik unsurların sömürmeden hikâyenin hizmetine nasıl sunulabileceğinin parlak örneklerinden ve 1960’ların klasiklerinden biri.

“Bu film Ivan ile Mariçka’nın büyük aşkları üzerine şiirsel bir dramdır. Film bize Karpatlar’ın eski halk efsanelerinin dünyasını getiriyor” yazısı ile açılıyor film. İlk sahne filmin biçimsel üslubu ile çok iyi bir fikir veriyor: Kar altındaki bir ormanda elinde pideye benzer bir yiyecekle, bir erkeğin adını yüksek sesle bağırarak yürüyen bir çocuk görüyoruz önce. Bu görüntüye eşlik eden ağaç kesme sesinin uğursuzca habercisi olduğu olay gerçekleşiyor ve kesilen ağaç kendisine yemek getiren kardeşini korumaya çalışan genç bir adamın üzerine düşerek ölümüne neden oluyor. Çocuğun adı Ivan’dır ve kaderindeki trajedilerden bir diğeri de kısa bir süre sonra gerçekleşir ve babası kilisede başlayan bir kavgada öldürülür; talihsiz Ivan işte babasını öldüren bu adamın kızına âşık olacak, çocuklukta başlayan aşk gençlik yıllarına taşınacak ve genç Ivan kendisini bekleyen yeni trajedileri yaşamak zorunda kalacaktır.

Yerel şarkıların eşlik ettiği çarpıcı bir ses tasarımı, birkaç sahnede “çılgın gibi” hareket eden kamera, kostümlerin ve renklerin önemli bir çekiciliğin kaynağı olduğu bir biçimsel havada anlatıyor bu “masal”ı Parajanov. Kilisenin hemen dışında gerçekleşen cinayet sahnesinde balta ile öldürülen adamdan çıkan kanın şahlanan atlara dönüşmesi gibi basit ama çarpıcı efektlerin filtre kullanımı ve kameranın zaman zaman alışılagelenin dışına çıktığı açılarla desteklendiği film, naif sanatçıların halk resimlerini hatırlatan görselliği ile anlattığı hikâyeye çok uygun bir biçim yakalamış. Filmin bugün klasiklerin arasına girmesinin en temel nedeni de Parajanov’un görüntü yönetmenleri Yuri Ilyenko ve Viktor Bestayev ile birlikte yakaladığı görsel düzeyin olağanüstü güzelliği ve bu görsellikle anlatılanın, biçim ile içeriğin bir diğer deyimle, mükemmel uyumu. Öyle doğal görünüyor ki sonuç, bu hikâyenin bu görüntülerle ve bu sinema dili ile anlatılmasının dışında bir seçeneğin olmadığına ve tek doğrunun bu olduğuna sizi ikna ediyor olağanüstü bir doğallıkla Parajanov.

Hutsuls halkını tüm gelenekleri ile anlatan ve bunu yaparken, geleneksel ögelerden zorlama bir egzotizm yaratmaktan özenle uzak duran Parajanov, Miroslav Skorik’in imzasını taşıyan müzikten de çarpıcı bir şekilde yararlanıyor. Halk türküleri ile dönüşümlü olarak kullanılan bu müzikler bizde Cunhuriyet’in ilk dönemlerinde Anadolu motiflerinden beslenen klasik müzik eserlerini (örneğin Adnan Saygun’un eserlerini) hatırlatan ve yerellikten beslenen etkileyici melodilere sahip. Böylece bu müzik çalışması filmin tüm ses bandı ile birlikte yine o biçim ve içerik uyumunun bir diğer başarılı unsuru oluyor. Farklı sahnelerde karşımıza çıkan danslar da işitsel yanının görsel karşılığı olarak katkı sağlıyorlar hikâyeye.

Babanın katilinin kızına âşık olmanın beraberinde getirdiği imkânsızlığa karşı söylenen “Ne derlerse desinler, sen benim olacaksın. Duyuyor musun Mariçkam, duyuyor musun beni?” sözlerinden “İnsanlar onu kederden öldü sandı. Kızlar onların aşklarına şarkılar yazdı”ya ve oradan da “Ah! Asla beraber olamayacağız” ifadesine uzanan hikâyeyi hak ettiği duyarlılıkla anlatıyor bize Parajanov. Filmi ara başlıklarla bölen ve hatta zaman zaman sessiz sinemanın ara yazıları gibi araçlara da başvuran yönetmen insanlar, doğa ve nesnelerin ayrıntıları üzerinde de özenle duruyor ve seyirciyi belgeseli hatırlatan bu kareler ile, kendisi gibi görüntüyü adeta analiz etmeye yönlendiriyor. Bir kültürü müzikleri, kostümleri ve gelenekleri ile çekici ve saygılı bir biçimde sergileyen yönetmen görüntüleri üst üste bindirmek ve renkliden siyah-beyaza gidip gelmek gibi tercihlerin yarattığı dinamizm ile seyircinin ilgisini hep canlı tutmayı da başarıyor.

Bu filmin kazandığı uluslararası başarı Parajanov’un ülkesi SSCB’de başını da derde sokmuş bir bakıma. Dönemin rejiminin teşvik ettiği “sosyalist gerçekçilik”ten uzak duran (yerel kimlikleri ise “gereğinden fazla” öne çıkaran) bu film resmî bakışın dışına düşmüş ve Parajanov aralarında tecavüz, rüşvet ve eşcinsellik de olan çeşitli suçlamalarla dört yıl kadar cezaevinde tutulmuş sonuç olarak. Büyülü bir güzelliğin örneği olan kareler (örneğin pencereden evin içine bakan sekiz küçük çocuğun görüntüsü) rejimin propaganda için kullanabileceği türden bir hikâye ve sinema dili yerine, şiirsel bir hüzün ve trajedinin aracı oluyor ve sonuç da 1960’lar sinemasının en kayda değer örneklerinden birine dönüşüyor. Ivan’ı canlandıran ve çok genç bir yaşta (46) hayatını kaybeden Ukraynalı oyuncu Ivan Mikolaychuk’un aşkın bir insanı nasıl güzelleştirebileceğini ve bu aşkı kaybetmenin nasıl yıkıcı bir etki yaratabileceğini çok güçlü bir şekilde gösteren performansından da bolca yararlanan yönetmen, kendisi de karakterleri kadar canlı olan bir kameranın ve etkileyici bir ses tasarımının parlak bir kombinasyonunu getiriyor karşımıza bu filmde.

(“Shadows of Forgotten Ancestors”)

Romanzo di Una Strage – Marco Tullio Giordana (2012)

“Yaşanan elim olaydan sonra halk her şeyin korkunç bir tezgâh olma ihtimalini sorguluyor. Şaşkınlar ve gerçeği bilmek istiyorlar. Sadece sosyalistler değil, komünistler de soruyor; liberaller, cumhuriyetçiler, hristiyan demokratların büyük bir kısmı, hatta Papa hazretleri bile. Dillerde dehşetli ama bir o kadar da merak uyandıran korkunç bir laf geziniyor: Devlet katliamı. Tanrı bu ifadenin rağbet görmesinden korusun”

1969 yılında Milan’da bir bankaya bırakılan bombanın 17 kişinin ölümüne yol açmasını soruşturan bir polisin hikâyesi.

İtalyan gazeteci Paolo Cucchiarelli’nin “Il Segreto di Piazza Fontana” adlı kitabından yola çıkarak, senaryosunu Marco Tulio Giordana, Sandro Petraglia ve Stafano Rulli’nin yazdığı ve yönetmenliğini Giordana’nın üstlendiği bir İtalya ve Fransa ortak yapımı. Bugün bile sırrı çözülmemiş olan bir olayı ve bu olayın soruşturması sırasında yaşanan cinayetleri ele alan film gerçek ve hassas bir konuyu anlatmasının sorumluluğunu taşıyan; karakter, örgüt ve olay fazlalığı ile dikkatli takip gerektiren ve hikâye için gerekli politik atmosferi sağlam bir şekilde kurabilmesi ile dikkat çeken bir çalışma. Anlatılanın benzerlerinin sadece İtalya’da değil, bizimki gibi demokrasisi ve devlet mekanizması idealden uzak işleyen ülkelerin pek çoğunda da yaşandığını düşünürsek, bizim için ayrıca önem taşıyan bir duyarlı sinema eseri olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz bu filmin.

Marco Tulio Giordana 1995 yılında çektiği “Pasolini, Un Delitto Italiano” adlı filminde ünlü İtalyan sinemacı Pasolini’nin öldürülmesini ve bu cinayetin soruşturulmasını anlatmıştı. Yönetmen bu kez bu cinayetten on altı yıl önce yaşanan ve tıpkı onun gibi bugün tam anlamı ile çözülemeyen bir başka olayın soruşturma sürecini anlatıyor bize. Milano’daki bir bankaya 12 Aralık 1969’da bırakılan zaman ayarlı bomba 17 kişinin ölümüne neden olurken, 88 kişi de yaralanmıştı. Dönem İtalya’da ezelî ve ebedî görünen siyasi istikrarsızlığın zirvede olduğu, bombalama ve silahlı eylemlerin hemen her gün yaşandığı, politik yelpazenin en sağ ve sol uçlarındaki örgütlerin hayli aktif olduğu ve her politik gücün kendi ajandası için gizli ve tehlikeli girişimlerde bulunduğu bir zaman. Devlet içinde de örgütlenen bu gruplar her zaman en olası suçlu olarak görünen anarşistlerin üzerine atarak pek çok bombalama eylemi yapmaktan da çekinmiyorlar. Milano’daki bombalamayı anarşistler üstlense de olay göründüğü gibi değildir ve İtalya’nın politik kaosunun da işaret ettiği gibi bu eylemin başka ve birden fazla sorumlusu olması mümkündür. Soruşturmayı yürüten başkomiser Luigi Calabresi süreç ilerledikçe hem kendi kariyeri ve hatta hayatının tehlikeye girdiğini fark edecek hem de ülkesini bir örümcek ağı gibi saran suç örgütlerinin içinde bulacaktır kendisini.

Kısa olmayan süresine rağmen -tıpkı ülkenin kendisi gibi- karışık ve çok karakterli bir hikâyeyi anlatması nedeni ile dikkatle izlenmesi gereken bir film çekmiş Giordana. Bankada patlayan bombanın hayatlarını aldığı on yedi kişiye ithaf edilen filmi her biri soruşturmadaki önemli bir aşamaya denk gelen bölümlere ayıran senaryo özellikle de bu tür komplolara alışık olmayan ülkelerde yaşayan seyirciler için bir parça karışık bir havaya sahip; neyse ki ülkemiz onlardan biri değil. Patlamayı soruşturan polislerin sorgusundayken sorgu odasındaki “pencereden atlayarak” hayatını kaybeden anarşist Giuseppe Pinelli’nin başına gelenden ilham aldığı söylenen Dario Fo’nun “Morte Accidentale di Un Anarchico” (Bir Anarşistin Kaza Sonucu Ölümü) oyununun bizde bu kadar popüler olmasının da gösterdiği gibi, Türkiyeli bir seyirci için ise bu karışıklık bir zorluk çıkarmaması bir yana, bir gerçeklik göstergesi bile olabilir elbette.

Polislerle göstericilerin çatıştığı bir protesto eylemi ile açılıyor film ve bu sahne hikâyenin kahramanı olan başkomiser Luigi Calabresi’yi tanımamızı sağlıyor aynı zamanda. İşini adalet içerisinde yapmaya çalışan, dürüst bir polis Calabresi. ABD Başkanı Nixon’ın -ülkede solun hâkimiyetinden rahatsız olması nedeni ile- İtalya Cumhurbaşkanı’nı arayarak olaylara müdahale etmesini istediği, faşistlerin aleni toplantılar düzenlediği, ordu ve devlet içinde yuvalandığı ve ülkedeki kaostan yararlanarak bir askerî darbe peşinde olanların planlar yaptığı ve -elbette- CIA’nın da her şeyden haberdar olduğu ve olayları yönlendirdiği bir dünyada onun ve birkaç kişinin dürüstlüğü ve adalet arayışı elbette sonuçsuz kalacak ve gerek kendisi gerek soruşturması beklenen akıbete uğrayacaktır. Bir Hollywood filminde oldukça tempolu, bol koşuşturmacalı ve teknik oyunlarla anlatılacak bu hikâyeyi Marco Tulio Giordana tam aksi bir yön seçerek getiriyor karşımıza; bu yaklaşım, olayın kompleksliği düşünülürse doğru bir tercih kesinlikle. Hikâyenin zaman zaman başkomiser karakterinden uzaklaşılarak anlatılması bir problem ama ülkemizde de yaşanmış ve / veya yaşanabilecek bir olayı yalın ve gerçekçi bir şekilde anlatan senaryosu ve kamerayı bir oyun aracı olarak değil, bir belgeseldeki gibi olan biteni müdahale etmeden saptamanın aracı olarak kullanan mizansen çalışması filme ilgiyi hep canlı tutuyor.

Patlamada ölenler için düzenlenen cenaze töreninde olduğu gibi arada gerçek görüntülere de yer veren filmin Franco Piersanti imzalı müzik çalışması hikâye için çok doğru tonlamaları ile oldukça başarılı. Kendi melodisinin güzelliğinin ve görkeminin peşine düşmek yerine, anlatılmasına destek verdiği hikâye için doğru atmosferin kurulmasına önemli bir destek sunmuş Piersanti’nin notaları. Dönemin Dışişleri Bakanı olan Aldo Moro’nun onca sahnesine rağmen ancak İtalyan siyasetini bilenlerin anlayabileceği bir önemle anlatılması ise film adına uluslararası seyirci açısından bir eksiklik.

Kaynak kitabın bir gazetecilik ürünü olmasının da katkısı ile iyi bir araştırmacılık duygusunu hep hissettiriyor film ve özellikle bomba ile ilgili alternatif hikâyelerin tartışılması bölümünün de gösterdiği gibi bir sonucu seyirciye empoze etmek yerine durumu tüm boyutları ve olasılıkları ile onun önüne koyması ile artı puan kazanıyor. Calabresi rolünde Valerio Mastandrea ve Pinelli’yi canlandıran Pierfrancesco Favino karakterlerinin -sırası ile- dinginliğini ve atikliğini çok iyi yakalayan performansları ile göz doldururken, özellikle Mastandrea’nın mesafeli performansı böylesine önemli ve gerçek bir hikâye kahramanı ile özdeşlemeye alışkın olan seyirciyi şarşırtabilir açıkçası. Ne var ki Marco Tulio Giordana’nın yönetmenlik çalışmasına ve senaryonun atmosferine çok iyi uyan bir oyunculuk sunuyor aktör ve hikâyenin dürüst yaklaşımını destekliyor. Aldo Moro’yu canlandıran Fabrizio Gifuni ise Kızıl Tugaylar örgütü tarafından kaçırıldıktan 55 gün sonra öldürülen siyasetiçiyi ürkütücü denebilecek bir benzerlik taşıyan vücut dili ve konuşması ile karşımıza getirdiği için takdiri hak ediyor.

Evet, seyirciyi bir parça daha içine alacak bir yaklaşım filmin değerini yükseltirmiş ve İtalya’nın politik tarihini bilmeyenler için daha geniş ve net bir resme ihtiyaç varmış ama yine de Giordana’nın bu filmi görülmesi gerekli politik sinema yapıtları arasına gönül rahatlığı ile yerleştirilebilecek bir başarıya sahip.

(“Piazza Fontana: The Italian Conspiracy”)

Beolsae – Bora Kim (2018)

“Yeter artık! Bende sorun yok, kişiliğimde de sorun yok!”

1994 yılında Güney Koreli on dört yaşında bir kızın, ailesindeki problemler ve dış dünyadaki trajedilerin ortasında büyümesinin hikâyesi.

Bora Kim’in yazdığı ve yönettiği bir Güney Kore yapımı. Yönetmenin ilk uzun metrajlı filmi olan ve otobiyografik ögeler taşıyan çalışma, aralarında İstanbul Festivali’nin Uluslararası bölümündeki Altın Lale’nin de olduğu bolca ödül kazanan zarif ve dingin anlatımı ile ilginç bir yapıt. Kim’in 2011 tarihli kısa filminin devamı da sayılabilecek film 1990’lı yıllarda çok hızlı bir büyüme sürecine giren ve bunun sancılarını yaşayan Güney Kore’de bir kızın kendisini keşfetmesini yalın bir dil ile anlatırken, dürüst yaklaşımı ile de ilgi çekiyor.

1994 Güney Kore tarihinin birkaç önemli olayının yaşandığı bir yıl: Futbol takımı ABD’de düzenlenen dünya kupasında mücadele eder ve ilk maçında İspanya ile berabere kalarak önemli bir başarı elde ederken, komşu Kuzey Kore’yi uzun yıllardır yöneten Kim Il-Sung o yıl hayatını kaybeder; ülke tarihinin en trajik olaylarından biri de o yıl yaşanır; Han Nehri üzerindeki Seongsu Köprüsü’nün bir bölümü köprünün açılışından on beş yıl sonra çöker ve 32 kişi hayatını kaybeder. Hikâyemizin kahramanı olan Eun-hee için etrafındaki bu olaylar ya hiçbir önem taşımamaktadır ya da köprü trajedisinde olduğu gibi o da tüm Güney Koreliler gibi derinden etkilenir yaşanandan. On dört yaşında ve sekizinci sınıfa giden bir genç kızdır Eun-hee; bir abisi ve ablası vardır, kaba bir insan olan babası annesini aldatmaktadır, annesi ise kapana kısılmış gibi hissettiği (“Annem, evlenince eşinin malı oluyorsun dedi”) aile yaşamının içinde sürekli bir depresyondadır adeta. Küçük kız en yakın arkadaşı Ji-Suk ve erkek arkadaşı ile aile içindeki huzursuzluğun dışında bir mutluluk yaratmaya çalışır kendine ama bu da kolay değildir. Erkek arkadaşının annesi kızı kendi oğluna (ve ait olduğu üst sınıfa) yakıştırmamakta, Ji-Suk ise evde ağabeyinden dayak yemektedir sürekli. Gittiği Çince kursundaki kadın öğretmen onun hayatına bir yenilik ve coşku getiren tek unsur olacaktır.

1990’lar Güney Kore’nin hızlı kalkınmasının ve bunun sonuçlarının yaşandığı yıllar. Eun-hee’nin evi ile okulu arasındaki yolun üzerindeki “kentsel dönüşüm” alanı da bunun göstergelerinden biri. Evlerini terk etmeye zorlanamayacaklarını söyleyen halkın astığı protesto pankartlarının zaman içinde yırtılıp gitmesinin de gösterdiği gibi önünde durulamayacak bir hızla ilerlemektedir bu kalkınma. Hızlı değişim zamanı Eun-hee’nin kendi doğal büyüme hızının çok ötesindedir, tıpkı halkın ülkenin değişim hızına uyum sağlamakta zorlanması gibi. Yönetmen Bora Kim’in ilkokula giderken tuttuğu günlüğünden bir cümleyi (“İnsanlara mutluluk verecek bir karikatürist olmak istiyorum”) filmde kızın öğretmenine yazdığı bir mektuba taşıması gibi çeşitli otobiyografik ögelere yer verdiği yapıtında kendi başına büyüyor görünen bu kızın hikâyesini sakinlikten hiç vazgeçmeden, tanık olduklarımızın gerçek olduğundan hiçbir an kuşku duymayacağınız bir şekilde anlatıyor ve bu sahicilik duygusu ile filmine önemli bir güç sağlıyor.

Yönetmenin ve baş karakterinin kadın olduğu film bu nedenle değil ama erkek karakterleri hep bir yetersizlik ya da olumsuzluk içinde gösterdiği için bir kadın filmi öncelikle. Baba eşini aldatan, sinirli ve yetersiz biri, Eun-hee’nin abisi ise ailenin göz bebeği olmanın da neden olduğu şımarıklığa sahip bir gençtir; erkek arkadaş anne baskısına hemen boyun eğerken, dayı karakteri de hayli ezik bir kişiliğe sahiptir. Bu karakterlerin hemen tümü kendi başarıları olmadığı gibi, etraflarındaki kadınların başarı ve mutluluğu önünde de engel oluşturmuşlardır. Örneğin baba anneyi mutsuz bir evliliğe hapsederken, dayı okuyabilsin diye kız kardeşin okumasına izin verilmemiştir. Kadınlar ile erkekler arasındaki farkın Eun-hee’nin erkek ve kadın öğretmenleri arasında da kendisini gösterdiğini bunlara eklersek, Bora Kim’in bu büyüme hikâyesini feminist bir bakışla ele aldığını söyleyebiliriz rahatlıkla. İlk öpücük girişiminin erkek arkadaşından değil, Eun-hee’den gelmesi de yine bu bakışın sonucu kuşkusuz. Genç kızımız için bir rol model olabilecek tek karakter çabuk kaybedeceği kadın öğretmeni olacaktır bu ortamda. “Feminizm ve Sınıf Siyaseti” gibi kitaplar okuyan kadının Eun-hee için yeni bir dünyanın kapılarını aralayacağı açıktır. Bu öğretmenin “Tanıdığınız insanlardan kaçı içinizde olan biteni gerçekten anlıyor?” sorusu genç kızımızın da içinde olup bitenler konusunda yalnızlığını hissetmesine neden olacaktır.

Bora Kim hikâyesini zarifliğini hep koruyan, dokunaklılığı hep dozunda tutan ve hafif bir melankoli duygusu taşıyan bir dil ile anlatıyor. Depresif görünen hikâyeyi ailenin sonlardaki yemeği, birbirlerine küsen iki arkadaşın barışması ve -en çarpıcı bir şekilde de- Eun-hee’nin okuldaki son sahnesi ile dengeliyor yönetmen ve zorlukların ve büyümenin sancısının karşısına bir umut havasını yerleştirmeyi başarıyor. Matija Strnisa imzalı müziği sinema diline uygun bir yalınlık içinde kullanan Kim altını çizmeden yakaladığı feminist söylemin izini tüm hikâyeye çarpıcı bir doğallık içinde yaymış ve ortaya etkileyici bir sonuç koymuş. Başrolde yer alan ve filmin hemen her karesinde görünen Ji-hu Park’ın sadeliği ve büyüleyiciliği birleştirebilen çarpıcı performansı ile çok önemli bir katkı sağladığı film, her bir karakterin hakkını veren hikâyesi ve kahramanının filme adını veren sinek kuşunu andıran karakteri ile önemli (Burada Eun-hee’nin okuldaki o sessiz sahnesini hatırlamak gerekiyor: Seslerini duymadığımız ama kendilerini gördüğümüz onlarca öğrenciye bakıyor genç kız ve içindeki kıpırtı adeta bir sinek kuşunun o hızlı kanat çırpmaları gibi yansıyor bize), cinsellik dahil el attığı her alanda saygın bir zarifliği koruması ile başarılı bir ilk film.

(“House of Hummingbird” – “Sinek Kuşu”)