Shy People – Andrei Konchalovsky (1987)

“Neyi görmek istiyorsan, bataklık sana onu gösterir”

Kızını da yanına alarak, hiç tanımadığı akrabalarını ziyaret etmek ve onlarla ilgili bir yazı hazırlamak için Louisiana’ya giden bir kadın gazetecinin ve “vahşi” bir hayat süren yakınlarının hikâyesi.

Bir dönem A.B.D.’de çalışan Rus yönetmen Andrey Konchalovsky’nin yönettiği ve senaryosunu kendi hikâyesinden Gérard Brach ve Marjorie David ile birlikte yazdığı bir Amerikan yapımı. Cannes’da yarışan ve orada başrol oyuncularından Barbara Hershey’e ödül getiren film, tümü iyi işlenmemiş olsa da farklı karakterleri, “derin Amerika”dan bir şeyleri karşımıza getiren hikâyesi ve Chris Menges imzalı görüntüleri ile ilgiyi hak ediyor. Hayli ilginç öğelerine rağmen, filmin bir türlü yeterince derinleşememiş hissini vermesi ve müziğinin zaman zaman hikâyesine pek uymaması gibi kusurları da var.

Hemen tamamı Louisiana’nın “bayou” (bir nehir veya gölün bataklıklı kolu veya çıkış noktası) kelimesi ile ifade edilen ve ilginç bir coğrafyası olan bir yerinde geçen film, New York’tan bunun tam zıddı bir görüntü ile açılıyor. İnşaat halindeki gökdelenlerden başlayarak büyük şehri tarayan kamera bizi önce gazeteci anne ve kızı ile tanıştırıyor. Tek ebeveyn olarak yetiştirmeye çalıştığı kızı ile sorunları olan kadının büyük şehire ait olduğunu gösteren bu giriş, kadının kızı ile sonradan yaşayacaklarını tahmin edilemez kılması ile çekici bir zıtlık yaratıyor aslında. Yaşadıkları yerler, hayatları, kültürleri ve değerleri kendilerininkinden tamamen farklı olan akrabaların yanına yaptıkları yolculuğun sonunda yaşadıkları sadece onları değil seyirciyi de hazırlıksız yakalıyor bu açıdan. Büyük şehir insanlarının bu hikâyedeki gibi kendi ülkelerinin “uzak, egzotik, vahşi, gizemli vb.” sıfatlarla tanımlanabilecek yörelerinde yaşayan karakterlere karşı duyduğu çekingenlik, korku vs. burada bir adım daha ileriye taşınıyor ve aynı ailenin iki farklı kolunun ilk kez birbirleri ile karşılaştıklarında yaşadıkları getiriliyor karşımıza. Filmin senaryosu seyirciyi şehirli olanların tarafına koyduğu için, farklı olan “bataklık insanları” oluyor; aslında her iki taraf için de bir diğerinin gözü ile bakıldığında geçerli bu farklı olma durumu.

Gazetecinin çalıştığı Cosmopolitan dergisi ne kadar “uygar büyük şehir”e aitse, akrabalarının yaşam şekilleri de o kadar “uygarlık dışı”. On iki yaşında evlenmiş, kocası “kayıp”, her biri yetişkin dört çocuğundan birini kilit altında tutan, bir diğeri “yarım akıllı” olarak etrafta gezinen, birini şehire yerleştiği için ölü olarak kabul eden ve elinde kalan tek “normal” oğlu ve onunla evli yaşı küçük ve hamile bir genç kızla yıllardır değişmeyen hayatını sürdüren kadının yaşamının her bir öğesi şehirden gelenler için tuhaf ve vahşi bir resim veriyor doğal olarak. On beş yıldır ortada olmayan kocasına hâlâ -ve hikâye ilerledikçe öğreneceklerimizi düşünürsek anlaşılamayacak bir şekilde- bağlı olan kadının İncil’den referans alarak şehirlileri “bulaşık suyu gibi ılık” olarak tanımlaması ve “ya sıcak ya soğuk” olmak gerektiğini vurgulaması iki kadın arasındaki inanç ve değer farklılığını da gösteriyor bize. Film bu farklılıktan güçlü bir çatışma çıkarmıyor ne var ki; bunun yerine bataklık insanlarının tuhaflığına ağırlık vermeyi ve bu tuhaflığı oluşturan değerlerin bir şekilde şehir insanlarını da etkilemesini anlatıyor bize. Oysa hikâyenin çatışmaları çok daha iyi anlatabilmesi hayli farklı bir sonuç çıkarabilirmiş karşımıza.

Senaryo her ikisine de eşit ölçüde yer vermiş olsa da, Jill Clayburgh’ün canlandırdığı şehirli kadın karakter, Barbara Hershey’in karakterinin yanında hep ikinci planda kalıyor. Bunda Hershey’in güçlü oyunculuğunun da payı var ama asıl olarak senaryonun neden olduğu bu durum özellikle ikili sahnelerinde ortaya çıkıyor ve Clayburgh, karakteri için yazılan diyalogların zayıflığı nedeni ile de gölgede kalıyor sık sık. İşte tam da bu sorun iki kadın karakter arasındaki bir çatışmadan elde edebileceği gücü esirgiyor filmden. Hikâyesinde başka pek çok çatışma potansiyeli içerse de bunları da yeterince etkin kullanamıyor senaryo. Tangerine Dream grubunun film için yazdığı müzik grubun elektronik pop tarzına uygun melodiler ve ritmler içeriyor ve açıkçası hikâyeye çok da uymuyor. Örneğin hayli uzun tutulmuş bir sahnede kamera inşaat vinçlerini, işçileri, hurda arabaları vs. gösterirken çalınan müzik daha çok 80’li yıllardan bir polisiye diziye yakışacak türden.

“Vahşi” yaşam şeklinin petrol şirketlerinden etkilenmesinin ve gerek diyaloglara gerekse şarkılardan birinin sözlerine yansıyan “özgürlük” temasının da yeterince güçlü bir biçimde işlendiğini söylemek zor. Ailelerden birinin “erkeksiz” oluşu, diğerinin ise ortada olan ve olmayan beş erkeğe sahip olmasına rağmen yöneticisinin kadın olması da yorumlara açık ama bu konuda da elle tutulur bir noktaya ulaşmıyor hikâye. Belki finali düşünerek kadınların belirleyici ve güçlü olduğunu söylemek mümkün olabilir sadece.

Bataklığın ve sık sık kendisini gösteren sisin etkileyici biçimde kullanıldığı Chris Menges görüntüleri filmin en büyük kozlarından biri. Örneğin kızını arayan kadının bataklıkta motorla yaptığı yolculuk ve o sırada yaşadıklarını gösteren sahne kesinlikle çok etkileyici görsel olarak ve Clayburg’e de oyunculuk fırsatı vermek açısından ayrıca önem taşıyor bu sahne. Görüntü çalışmasının yanısıra, senaryosundaki kimi problemlere rağmen, Hollywood melodramlarından/dramlarından tamamen farklı bir yerde durmayı seçmiş olması ve üzerlerinde hak ettikleri kadar güçlü durmasa da kimi temaları (aile olmak, bağlılık, itaat, özgürlük, çatışmalar vs.) ele alması ile de ilgi çekebilecek bir çalışma.

(“Bataklık İnsanları”)

Lucky Number Slevin – Paul McGuigan (2006)

“Kansas City hilesi şudur: Herkes sağa bakarken, sen sola gidersin”

Başkası zannedilen bir adam, tesadüfen tanıştığı ve ona yardımcı olmaya çalışan bir kadın, birbirinin sıkı düşmanı iki çete lideri, hepsinin peşinde bir polis ve bir tetikçinin hikâyesi.

Jason Smilovic’in orijinal senaryosundan Paul McGuigan’ın yönettiği bir A.B.D. ve Almanya ortak yapımı. Hızlı kurgusu, dinamik anlatımı, son yarım saatine kadar varlığını koruyan -pek de kara olmayan- mizahı, oyunları ve hiçbir şeyin aslında göründüğü gibi olmaması ile kesinlikle ilgi çeken ama yine aynı özellikleri nedeni ile bir süre sonra yoran ve orijinalliği de tartışmalı bir film bu.

Takip eden hikâye ile bağlantısını baştan kuramadığınız ama sinemanın bu tür oyunlarına alışıksanız finale doğru bu bağlantının ortaya çıkacağınız bildiğiniz türden sahneler ile açılıyor film. Peş peşe iki suikast izliyoruz, her biri son derece hızlı bir kurgu ile anlatılan bu hayli sert cinayetlerden sonra geçmişe dönüyor ve bahiste para kaybeden bir adamın, eşinin ve çocuğunun infaz edilmesine tanık oluyoruz. Tüm bu olanların birbiri ile ilişkisini ya da neyin gerçek olduğunu neyinse göründüğü gibi olmadığını anlayacağınız ve doğal olarak başta anlamsız gelenlerin gerçeği öğrenince anlamlı hâle geleceği, günümüzdeki hikâye başlıyor sonra. Senaryonun benzerlerinden belki de en önemli farkı baştaki gizemle ve aldatmaca ile yetinmeyip, finaline kadar bu tavrını koruması ve tüm hikâyesine yayması bunu. Bir başka ifade ile söylersek, filmin hemen her sahnesi bir öncekinde gördüğümüzün gerçekliğini sorgulatan veya bozan bir içeriğe sahip. Bu tercih, “zekî” ve akıl oyunları ile dolu senaryolardan hoşlananların epey hoşuna gidecektir kuşkusuz. Buna yönetmen Paul McGuigan’ın ve kurguyu üstlenen Andrew Hulme’ın dinamik çalışmalarını, Peter Sova’nın hareketli kamerasını ve tüm bunlara keyifle eşlik eden J. Ralph’ın müziklerini de ekleyince ortaya soluksuz izlenebilecek bir yapıt çıkıyor elbette ve eğer sinemadan beklentiniz bu ise, sizi tatmin de edecektir bu sonuç. Üstelik filmin zengin bir oyuncu kadrosu da var: Başrolde yer alan ve filmin nerede ise ilk yarısının tamamında üzerinde sadece beline sarılı bir havlu ile oynayan Josh Hartnett, Bruce Willis, Morgan Freeman, Ben Kingsley, Stanley Tucci ve Lucy Liu… Bu oyuncuların varlığı filme belli bir ilgiyi çekmeyi garanti ediyor kuşkusuz ve hemen tümü de bu ilgiyi haklı kılıyorlar oyunculukları ile; hemen tümü demek gerekiyor çünkü Willis pek orijinal olmasa da ilgi çekici olan karakterini nerede ise hiç oynamadan canlandırıyor. Tüm yan karakterler içinde ilgi çekici olanı ise Liu’nun oynadığı otopsi uzmanı ve Liu da oyunu ile bu karakteri hayli çekici kılıyor.

Smilovic’in senaryosu filme yaklaşık son yarım saatine kadar mizah da katıyor; bu mizah daha çok Tarantino tarzı bir mizah ve onun da bu açıdan Hong Kong aksiyon filmlerinden epey esinlendiğini düşünürsek sonuç çok da orijinal görünmüyor. Örneğin karakterlerden birine neden “haham” dendiği üzerine yapılan espri hem fazlası ile tekrarlanması hem de adeta bir Tarantino filminden alınmışa benzeyen tarzı ile pek de eğlendirmiyor. Pek çok sert sahnenin mizahla süslenmesi ise bir yandan bir denge yaratıyor gibi görünüyor ama diğer yandan kanlı sahnelerin mizahla eğlenceli hale getirilmiş olmasının yarattığı bir rahatsızlık da söz konusu. Bir kara mizah olsaydı karşımızda, bu rahatsızlık ortaya çıkmazdı şüphesiz ki. Ayrıca sonuçta bir tetikçi olan karakterin bir olumlu havanın içinde resmedilmiş olduğunu ve kimi cinayetlerin (örneğin havaalanı bekleme salonundaki) ille de bunu “hak edenler”i kapsamadığını da dikkate almak gerekiyor.

Filmin tüm bu “aslında gördüğünüz gibi değil hiçbir şey” yaklaşımı bir parça yorucu elbette ve daha da önemlisi, -belki de amaçlanan şekilde- bu tercih özellikle tüm bir son bölümün pek de ciddiye alınmaması riskini de yaratıyor. Oysa, tam da bu son bölüm mizahın tamamen bir kenara bırakıldığı ve filmin sert bir intikam hikâyesine dönüştüğü anları içeriyor. Yine de sonuçta eğlenceli bir film kesinlikle ve bu eğlencenin de tadını çıkarmak gerekiyor. Hiçbir yere varmayan, gürültülü ve -kendi düşündükleri kadar olmasa da- komik arkadaşlarla çıkılan ve bir süre sonra artık bitse de dönsek diyeceğiniz türden bir yolculuk vaat ediyor film ve bu vaadini de tamamen karşılıyor.

(“Şanslı Slevin”)

Chicago Confidential – Sidney Salkow (1957)

“Ve büyük bir çoğunluğu çeşitli sendika veya birliklere bağlı milyonlarca işçi… Bu sendikaların çoğu dürüst ve saygın olsa da ve üyelerinin çıkarları için çalışsa da bazıları için aynı şey söylenemez”

Bir sendikayı ele geçirmeye çalışan mafyanın tuzağa düşürerek cinayetle suçlanmasını sağladığı sendika başkanının davasına bakan bir savcının hikâyesi.

Jack Lait ve Lee Mortimer’in birlikte yazdıkları aynı isimli kitaptan ve bu kitaba dayanarak Hugh King’in yazdığı hikâyeden yola çıkarak senaryosunu Bernard Gordon’un yazdığı ve Sidney Salkow’un yönettiği bir A.B.D. yapımı. Siyah-beyaz filmin yönetmeni Salkow genellikle düşük bütçeli polisiye ve westernler ile tanınan bir isim ve burada da kariyerindeki diğer filmlerde olduğu gibi kendisinden pek bir şey katmadan, bu alçak gönüllü yapıtı yormayan ve aksamayan bir şekilde anlatmaya soyunmuş görünüyor. Bu açıdan “başarılı” olarak nitelenebilecek filmin hikâyesi fazlası ile tanıdık ve filmin adının vaat ettiği sırları da pek içermiyor. Kimi inandırıcılık problemlerinin de yer aldığı film, belki eski filmlerin düşkünlerinin hoşuna gidebilecek, seyredildikten sonra pek de hatırlanmayacak türden bir çalışma.

Emil Newman’ın eski Amerikan filmlerinde duymaya alıştığımız türden gösterişli orkestra müziğinin vaat ettiği gerilim ile açılıyor film. Jack Lait ve Lee Mortimer ikilisi gerçek hikâyelerden esinlenerek yazdıkları ve “tabloid” türündeki gazetelerde yayınlanan yazılarından “Confidential” başlığını taşıyan seri kitaplar çıkarmışlar 1950’li yıllarda. Bu serideki kitaplardan biri olan “Chicago Confidential”ın bu sinema uyarlaması ise Newman’ın müziğinin vaadine rağmen ne sırlı bir hava içeriyor yeterince ne de B-filmlere yakışır sıkı bir gerilim sunabiliyor. Kimi boşlukların zayıf düşürdüğü hikâyenin hayli tahmin edilebilir bir şekilde ilerlediğini de söylemek gerekiyor.

Bir anlatıcının sesinden Chicago’yu anlatarak başlayan filmin bu anlatıcı rolüne ne gerek duyduğu da pek anlaşılmıyor. Belki girişteki birkaç cümle dışında, hikâye boyunca bize “açıklayıp” durduklarının pek de izah edilmeye gereği yokmuş aşıkçası. Örneğin, bir önceki sahnede bir muhbirin savcı ile görüşmek için evine gideceğini anladığımız halde, anlatıcı araya giriyor ve “adam savcıya gitmek için yola çıkmıştı” diye açıklamaya girişiyor. Bir başka örnekte ise, her halinden evsiz olduğunu anladığımız bir adamın evsiz olduğunu anlatmaya soyunuyor aynı anlatıcı. Gayet -hatta fazlası ile- anlaşılır bir şekilde ilerleyen hikâyede izahate hiç gerek yokmuş kesinlikle. Savcının adeta bir dedektif rolüne soyunması ve idamlık bir suçu işlediği düşünülen bir adamın yalan makinasına yargılama bitip, jüri “suçlu” kararını verdikten sonra (karısının ısrarı üzerine!) sokulması gibi anlamsız yanları da var hikâyenin.

Anlatıcı kullanımı ile bir belgesel havası yakalamaya çalışmış belki film ama Salkow’un yönetmenliği ve hikâyenin akışı bu hedefi pek destekler görünümde değil. Karşımızdaki daha çok bir tv dizisinin bir parça uzatılmış hâli gibi duruyor ve olaylar fazlası ile hızlı ilerliyor. Finaldeki söylemi ile -tam da bekleneceği üzere- yeter ki dürüst ve cesur insanlarımız olsun, ideal sistemimizdeki sorunları kolayca çözeriz mesajını vermeyi ihmal etmeyen filmi bunca eksiğine rağmen ilgi çekici kılabilecek unsurları da var neyse ki: Kenneth Peach’in siyah-beyaz görüntüleri belki çok özel anlar içermiyor ama yine de hikâyeye bir çekicilik katıyor örneğin. Savcı rolündeki Brian Keith senaryonun pek de işlemediği bir karakteri aksamadan oynarken, tüm kusurlarına rağmen hikâyenin B-filmlere yakışır havası ve alçak gönüllü bir yapı içinde kurulabilen atmosferi de filme bir çekicilik katıyor.

(“Chicago Sırları”)

Ateş Böceği – Osman Seden (1975)

“Biz sosyal adaletçiyiz. Bak, Ecevit abimiz ne diyor: Emekçinin hakkını yememek lâzım”

Küçük dolandırıcılık numaraları için işbirliği yapan bir erkek seyyar satıcı ile bir kadın yankesicinin hikâyesi.

1970’lerin Yeşilçam’ından tipik bir romantik komedi hikâyesi. Ahmet Üstel’in senaryosunu yazdığı ve Osman Seden’in yönettiği film, adını aldığı dönemin popüler şarkısının bolca çalındığı ve 70’lerin benzer filmlerinin izinden giden bir çalışma. Komedisi yetersiz ve zaman zaman yüzeysel (hatta kaba) olan filmi çekici kılan yanı romantizmi oluyor çoğunlukla. O tarihte ilki 26, diğeri 19 yaşında olan Tarık Akan ve Necla Nazır’ın gençlik ve güzellikleri ile göz doldurduğu filmin dönemin siyasî durumunu diyaloglarına yansıtması da dikkat çekiyor. Belli bir sıcaklığı garanti eden ama yeterince işlenmemiş komedisi ile rahatsızlık da veren film, problemleri bir yana, klasik Yeşilçam eserlerinden biri olarak ilgi gösterilebilecek bir çalışma.

Ecevit’in bir sözünün tekrarından bir komedi anında adamın kadını “komprador”lukla suçlamasına veya tüm politikacılara lâf atılmasına kadar uzanan şekilde o günler için güncel olan siyasete dokundurmaları var filmin. Senaryoyu yazan Ahmet Üstel’in (yetmişli yıllarda aralıksız senaryo yazan Üstel’in hikâyelerinden sadece 1975 yılında aralarında bu filmin de bulunduğu on iki adeti filme çekilmiş!) dünya görüşünü ve bir diyalogdan anladığımız kadarı ile taraftarı olduğu takımı (Beşiktaş) yansıttığı hikâyeyi ait olduğu türün (romantik komedi) iki ana parçası açısından değerlendirdiğimizde farklı yargılara varmak mümkün film hakkında. Üstel -üstelik ustası olduğu- komedi alanında pek parlak bir sonuç üretemezken, romantizmi sahip olduğu klasik Yeşilçam havasının da katkısı ile filme asıl çekicilik katan öğe oluyor. Dönem, Türkiye toplumunun hayatına bomba gibi giren televizyonun Yeşilçam’ın iktidarına sağlam bir darbe vurduğu ve bu sinemanın da “kurtuluş”unu çoğunlukla komedi ile paketlenmiş erotik (kimi zaman da “seks” kelimesini hak eden) filmlerde aradığı yıllar. Hikâyemiz bu akımdan uzak durmuş kesinlikle ve erotizme göz kırptığı anlar da çok ama çok edepli. Örneğin Alman kadın turist, Yeşilçam’ın erotik filmlerindeki tiplemelerin aynısı ama hiçbir çıplaklık sergilenmiyor filmde. Bunun yerine filmimiz bu karakterin işte o diğer filmlerdeki benzerlerinin çağrıştırdıkları ile yetinmesini istiyor seyircinin. Bunun yanında, hikâyenin en az yarısında Tarık Akan’ın üst tarafı çıplak olarak oynadığını ve bunun da bilinçli bir tercih olduğunu söylemek gerekiyor. İstanbul’da başlayıp Trakya üzerinden İzmir’e uzanan ve finalini de İstanbul’da yapan filmde Akan’ın oyunculuk açısından hikâyeye pek asılmadığı belli (senaryo da onun karakterinden bunu pek beklememiş açıkçası) ve o da üzerine düşeni bu yolla yapmış görünüyor.

Güzin ile Baha ikilisinin 1975’te seslendirdiği ve dillerden uzun süre düşmeyen şarkılarının sık sık kulağımıza çalındığı filmde, hikâyenin bu denli sık kullandığı şarkının sözlerine hemen hiç gönderme yapmaya gerek duymamasını Yeşilçam’a özgü bir “popülariteden yararlanma” numarası olarak görmek gerekiyor. Bir kavga sahnesinde, Michael Winner’ın “Death Wish” filmi için Herbie Hancock’un bestelediği melodilerden “Suite Revenge”in -elbette telif dert edilmeden- kullanılmasını da aynı kategoriye koymalıyız kuşkusuz. Adamın işportada “mucize jilet”i satarken satıştan vazgeçmesi, iki aşığın İzmir Kordon’da sabahın erken saatinde yolu sulayan belediye aracı ile neşeli anları, o günlerin bir başka popüler ismi olan şarkıcı Ali Rıza Binboğa ve onun “Yarınlar Bizim” şarkısına sık sık yapılan göndermeler ve nostaljik İzmir görüntüleri gibi eğlenceli anları ve unsurları olan filmde komedi biraz daha üst düzeye çıkarılabilmiş ve zaman zaman rahatsız eden kaba yönlerinden kurtarılabilmiş olsa çok daha eğlenceli bir sonuçla karşı karşıya kalabilirmişiz açıkçası. Adamın kadını önemli bir konuda ikna etmek için dil döktüğü sahneler (kurgusu ve görüntüleri ile) hayli başarılı ama Osman Seden filmin genelinde aynı düzeyi tutturamamış. Senaryonun kadın karakteri bir parça daha tanıtırken, erkeği tanımamız için bir çaba göstermemesini de problemlerinin arasına eklemek gerekiyor filmin. Konuk oyuncu görünümünde olan Hulusi Kentmen’in canlandırdığı baba ile kadın arasında olduğu söylenen düşmanlığın sonraki sahnelerde nerede ise tam tersinin gösterilerek çelişkiye düşülmesi de senaryonun bir başka sıkıntısı.

Sonuç, epey sayıda klişeden nasibini almış ve yeterince ince bir hikâyeye ve yönetmenliğe sahip olmasa da sıcaklığı ile ilgi toplamayı başaran ve Akan ve Nazır ikilisinin varlıkları ile renklenen bir Yeşilçam eseri. Sinemamızın daha sonra süratle yitirdiği ve yerine başka bir şey koy(a)madığı masumiyeti hatırlatması ile de ayrıca ilgiyi hak eden bir çalışma.