Ateş Böceği – Osman Seden (1975)

“Biz sosyal adaletçiyiz. Bak, Ecevit abimiz ne diyor: Emekçinin hakkını yememek lâzım”

Küçük dolandırıcılık numaraları için işbirliği yapan bir erkek seyyar satıcı ile bir kadın yankesicinin hikâyesi.

1970’lerin Yeşilçam’ından tipik bir romantik komedi hikâyesi. Ahmet Üstel’in senaryosunu yazdığı ve Osman Seden’in yönettiği film, adını aldığı dönemin popüler şarkısının bolca çalındığı ve 70’lerin benzer filmlerinin izinden giden bir çalışma. Komedisi yetersiz ve zaman zaman yüzeysel (hatta kaba) olan filmi çekici kılan yanı romantizmi oluyor çoğunlukla. O tarihte ilki 26, diğeri 19 yaşında olan Tarık Akan ve Necla Nazır’ın gençlik ve güzellikleri ile göz doldurduğu filmin dönemin siyasî durumunu diyaloglarına yansıtması da dikkat çekiyor. Belli bir sıcaklığı garanti eden ama yeterince işlenmemiş komedisi ile rahatsızlık da veren film, problemleri bir yana, klasik Yeşilçam eserlerinden biri olarak ilgi gösterilebilecek bir çalışma.

Ecevit’in bir sözünün tekrarından bir komedi anında adamın kadını “komprador”lukla suçlamasına veya tüm politikacılara lâf atılmasına kadar uzanan şekilde o günler için güncel olan siyasete dokundurmaları var filmin. Senaryoyu yazan Ahmet Üstel’in (yetmişli yıllarda aralıksız senaryo yazan Üstel’in hikâyelerinden sadece 1975 yılında aralarında bu filmin de bulunduğu on iki adeti filme çekilmiş!) dünya görüşünü ve bir diyalogdan anladığımız kadarı ile taraftarı olduğu takımı (Beşiktaş) yansıttığı hikâyeyi ait olduğu türün (romantik komedi) iki ana parçası açısından değerlendirdiğimizde farklı yargılara varmak mümkün film hakkında. Üstel -üstelik ustası olduğu- komedi alanında pek parlak bir sonuç üretemezken, romantizmi sahip olduğu klasik Yeşilçam havasının da katkısı ile filme asıl çekicilik katan öğe oluyor. Dönem, Türkiye toplumunun hayatına bomba gibi giren televizyonun Yeşilçam’ın iktidarına sağlam bir darbe vurduğu ve bu sinemanın da “kurtuluş”unu çoğunlukla komedi ile paketlenmiş erotik (kimi zaman da “seks” kelimesini hak eden) filmlerde aradığı yıllar. Hikâyemiz bu akımdan uzak durmuş kesinlikle ve erotizme göz kırptığı anlar da çok ama çok edepli. Örneğin Alman kadın turist, Yeşilçam’ın erotik filmlerindeki tiplemelerin aynısı ama hiçbir çıplaklık sergilenmiyor filmde. Bunun yerine filmimiz bu karakterin işte o diğer filmlerdeki benzerlerinin çağrıştırdıkları ile yetinmesini istiyor seyircinin. Bunun yanında, hikâyenin en az yarısında Tarık Akan’ın üst tarafı çıplak olarak oynadığını ve bunun da bilinçli bir tercih olduğunu söylemek gerekiyor. İstanbul’da başlayıp Trakya üzerinden İzmir’e uzanan ve finalini de İstanbul’da yapan filmde Akan’ın oyunculuk açısından hikâyeye pek asılmadığı belli (senaryo da onun karakterinden bunu pek beklememiş açıkçası) ve o da üzerine düşeni bu yolla yapmış görünüyor.

Güzin ile Baha ikilisinin 1975’te seslendirdiği ve dillerden uzun süre düşmeyen şarkılarının sık sık kulağımıza çalındığı filmde, hikâyenin bu denli sık kullandığı şarkının sözlerine hemen hiç gönderme yapmaya gerek duymamasını Yeşilçam’a özgü bir “popülariteden yararlanma” numarası olarak görmek gerekiyor. Bir kavga sahnesinde, Michael Winner’ın “Death Wish” filmi için Herbie Hancock’un bestelediği melodilerden “Suite Revenge”in -elbette telif dert edilmeden- kullanılmasını da aynı kategoriye koymalıyız kuşkusuz. Adamın işportada “mucize jilet”i satarken satıştan vazgeçmesi, iki aşığın İzmir Kordon’da sabahın erken saatinde yolu sulayan belediye aracı ile neşeli anları, o günlerin bir başka popüler ismi olan şarkıcı Ali Rıza Binboğa ve onun “Yarınlar Bizim” şarkısına sık sık yapılan göndermeler ve nostaljik İzmir görüntüleri gibi eğlenceli anları ve unsurları olan filmde komedi biraz daha üst düzeye çıkarılabilmiş ve zaman zaman rahatsız eden kaba yönlerinden kurtarılabilmiş olsa çok daha eğlenceli bir sonuçla karşı karşıya kalabilirmişiz açıkçası. Adamın kadını önemli bir konuda ikna etmek için dil döktüğü sahneler (kurgusu ve görüntüleri ile) hayli başarılı ama Osman Seden filmin genelinde aynı düzeyi tutturamamış. Senaryonun kadın karakteri bir parça daha tanıtırken, erkeği tanımamız için bir çaba göstermemesini de problemlerinin arasına eklemek gerekiyor filmin. Konuk oyuncu görünümünde olan Hulusi Kentmen’in canlandırdığı baba ile kadın arasında olduğu söylenen düşmanlığın sonraki sahnelerde nerede ise tam tersinin gösterilerek çelişkiye düşülmesi de senaryonun bir başka sıkıntısı.

Sonuç, epey sayıda klişeden nasibini almış ve yeterince ince bir hikâyeye ve yönetmenliğe sahip olmasa da sıcaklığı ile ilgi toplamayı başaran ve Akan ve Nazır ikilisinin varlıkları ile renklenen bir Yeşilçam eseri. Sinemamızın daha sonra süratle yitirdiği ve yerine başka bir şey koy(a)madığı masumiyeti hatırlatması ile de ayrıca ilgiyi hak eden bir çalışma.

Ten Seconds to Hell – Robert Aldrich (1959)

“Evlerine dönen bu altı adamı, savaşın enkazından yeni ve kalıcı bir barışın temelini atmak gibi çok büyük bir güçlük bekliyordu”

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Berlin’de, patlamamış durumda duran bombaları etkisiz hâle getirmek için çalışan altı Alman askerinin hikâyesi.

Senaryosunu Lawrence P. Bachmann’ın “The Phoenix” adlı romanından uyarlayarak Robert Aldrich ve Teddi Sherman’ın yazdığı ve Aldrich’in yönettiği bir film. Yapımcı şirketin kendisinin onayını almadan filmin yarım saatlik bölümünü kesmesi nedeni ile adını jenerikte yer alan yapımcı listesinden çıkaran Aldrich’in bu çalışması, muhtemelen bu müdahelenin de etkisi ile bir parça ham veya yarım kalmışlık havası taşıyan bir eser. Bu önemli problemine rağmen, Aldrich’in başarılı yönetmenlik çalışması, iki başrol oyuncusunun (Jack Palance ve Jeff Chandler) klasik tarzdaki oyunculuklarının etkileyiciliği ve zaman zaman gereksiz öğeler ile dağılsa da heyecanı ve gerilimi ile ilgiyi hak eden bir film olmayı başaran bir sinema eseri bu.

Savaş sırasında da aynı işi yapan altı Alman askerinin Berlin sokaklarında patlamamış halde duran bombaları imha ederken yaşadıklarını anlatıyor film bize. Altı asker kendi aralarında üç aylığına bir anlaşma yaparlar; buna göre bu süre boyunca maaşlarının yarısını ortak bir havuzda tutacaklar ve üç ayın sonunda bu hayli tehlikeli işten sağ kurtulmayı başaranlar havuzda biriken parayı kendi aralarında paylaşacaklar. Altı askerden ikisi lider konumunda ama biri doğal, diğeri ise hırsı ile öne çıkan ve hikâyenin “kötü karakter”i olduğunu kısa sürede anlayacağımız bir şekilde sert ve istekli bir biçimde üstleniyor bu rollerini. Tahmin edileceği gibi bombalar askerleri birer birer yok ederken, hikâye bu iki lider karakter arasındaki çatışma ve bir kadının da karıştığı rekabetleri üzerinden ilerliyor. Palance ve Chandler’ın hikâyeye yakışan ve bir parça gösterişli ve klasik üslupları ile hayat verdiği iki karakterin hikâyesi temel olarak ilgi çekici kesinlikle ama film sık sık aksıyor, bu ilginçliği tam başarılı denecek bir düzeye taşımaya çalışırken. Öncelikle baştaki ve sondaki anlatıcı ses, adeta göstermek yerine anlatmayı tercih eden bir hava veriyor filme ve bu da sanki bir yarım bırakılmışlık hissi doğuruyor. Aldrich’in itrazına rağmen filmin yarım saatlik bölümünün kesilmesinin bunda bir payı var mıdır bilmiyorum ama rahatsız edici bir durum bu. Telaşla hastaneye koşuşturan karakterleri gördüğümüz bir sahnenin aynı karakterlerin oradan geriye dönüşlerine bağlanması ve arada ne olup bittiğini göremememiz bir kurgu hatasından çok, hikâyenin bu bölümünün kesildiği hissini uyandırıyor, bir başka örnek vermek gerekirse. Ortada bomba imha etmenin gerilimi ve bu işte çalışan iki lider karakterli insanın çatışması varken, aralarındaki rekabete bir romantizm rekabetinin katılması da pek doğru bir seçim olmuş gibi görünmüyor. Ne iki yaralı gönül arasındaki romantizmin kendisi ne de bu sıcak duyguların oluşum hızı inandırıcı olabiliyor yeterince. Yine de bu romantizmin taraflarından biri olan kadının hikâyesi -hak ettiği kadar zaman ayrılmamış olsa da- filme bir çekicilik katıyor kesinlikle.

Altı ay önce on kişi olarak başladıkları işi yeni görevlerinde altı kişi olarak sürdüren ekibin iki ana karakteri dışında kalanların başlarına ne geleceğini sinemanın geleneklerine aşina olan herkesin tahmin edebileceği açık ve bunu dikkate alarak farklı bir şeyler denemeye çalışmaması da filmin lehine olmamış. Filmin bu ve yukarıdaki kusurlarını her zaman olmasa da örten ise Robert Aldrich’in yalın ve titiz yönetmenlik çalışması olmuş. Bomba imha sahneleri başta olmak üzere, detayları atlamayan, gerilimi hep ayakta tutan ve karakterlerin tedirginliğini belli eden kamera açıları ile çalışan Aldrich, filme o eski ustaların tadını getirmeyi başarmış. Giriştiği teknik oyunlar da hep dozunda ve sahnenin ruhuna çok uygun. Örneğin, Jack Palance’ın karakterinin, Martine Carol’un oynadığı ve savaşta bir düşman askeri ile aşk yaşaması nedeni ile şimdi Berlin’de yaşamak zorunda kalan Fransız kadınla arasındaki bir sahnede aynadaki görüntüleri ustaca kullanıyor yönetmen. Savaşın bitiminden on dört yıl sonra çekilen ve savaşın izlerini fazlası ile taşıyan Berlin’in doğal bir dekor oluşturduğu filmin final sahnesinin bir parça aceleye getirilmiş gibi görünmesi ve yine finalde anlatıcının ağzından duyduğumuz zorlama “kahramanlık” ifadeleri gibi sorunları da olan filmde, Jack Palance ve Jeff Chandler adeta aynı insanın iyi ve kötü yüzlerini canlandıracak şekilde birbiri ile bütünleşmiş görünen çok çekici performanslar sunuyorlar ve filmin temel çekicilik kaynaklarından biri oluyorlar. Alçakgönüllü yapısı içinde dramatik olmayı sık sık başaran, yalınlığı ile dikkat çeken ve Avrupa’nın (ve aslında tüm bir dünyanın) henüz kurtulduğu bir kurumsal kötülüğün nerede ise sembolü olan çekici bir kötü adamın varlığı ile ilgi toplayan filmde altı Alman askerini de A.B.D.’li ve İngiliz oyuncuların canlandırmasını ise “Hollywood normali” diyerek geçiştirmek gerekiyor.

(“Cehennem Kapısı”)

Hungry Hearts – Saverio Costanzo (2014)

“Belki bedenim bebeği korumaya çalışıyor, detoks yapıyor ve ben belki bu yüzden acıkmıyorum”

New York’ta tesadüfen karşılaşmaları ile başlayan ilişkileri evlillikle sonuçlanan Amerikalı bir adamla İtalyan bir kadının çocuk sahibi olmaları ile birlikte onun nasıl yetiştirileceği konusunda yaşadıkları çatışmanın hikâyesi.

ABD’de çekilen ve hemen tamamı İngilizce olan film, İtalyan romancı Marco Franzoso’nun “Il Bambino Indaco” adlı romanından uyarlanmış sinemaya. Senaryosunu yönetmenliği de üstlenen Saverio Costanzo’nun yazdığı filmin başrollerinde yer alan Adam Driver ile Alba Rohrwacher’in ve adamın annesi rolündeki Roberta Maxwell’in başarılı oyunları hikâyenin “güçlüğünü” aşmaya yardımcı olacak derecede başarılı olmaları ile dikkat çekiyor. Açılış sahnesi dahil olmak üzere genellikle uzun süreli çekimler yapan, yakın plan yüzleri sık sık karşımıza getiren ve balık gözü objektif kullanmak dahil farklı tercihlerde bulunan Costanzo’nun bu tarzının zorlaştırdığı bir oyunculuğun altından başarı ile kalkmış üç oyuncu da. Bir bireyin sorumluluğunu üstlenmenin güçlüğü, ebeveyn olmanın zorlu yanları ve çocuğun nasıl yetiştirileceği konusunda radikal düşünce farklılıkları olduğunda yaşanan çatışmaların trajediye kadar uzanabilecek sonuçları üzerinde seyirciyi kesinlikle etkileyen film, ebeveynlerin çatışmasında bir taraf tuttuğunu fazlası ile net göstermek ve üstelik bu taraflılığını daha haklı göstermek için taraflardan birinin “radikal”liğinin/”marjinal”liğinin altını fazlaca çizmek gibi pek de önemsiz olmayan bir probleme de sahip.

Birbirlerini daha önce hiç görmemiş bir adamla bir kadının bir Çin restoranının tuvaletinde kilitli kalmaları ile açılıyor film. Adamın mide ve bağırsağının bozulmuş olması nedeni ile pek de nezih olmayan bir ortamda karşılaşan ikilinin ilişkileri kadının hamile kalması üzerine evlenmeleri ile devam ediyor. Kadının karşılaşılan güçlüğe karşı normal doğumda ısrar etmesi ve hamileliği sırasında iyi beslenmemesi ile, o zamana kadar bir bağımsız romantik film havası taşıyan çalışma birden yön değiştiriyor ve anlattığı durum ve kadının saplantıları nedeni ile sıklıkla tedirgin eden (ve belki kimi seyirci için de rahatsız edici) bir biçim alıyor. Oysa 80’lerin hit şarkısı “Flashdance” ile dans edilen düğünlerindeki romantik hava (hiç İtalyanca bilmeyen adamın karısına bir Domenico Modugno klasiği olan 1964 tarihli “Tu Si’ ‘Na Cosa Grande” şarkısını söylediği sahne Driver’ın çarpıcı performansı ile hayli etkileyici) ikili için bambaşka bir gelecek vaat ediyor seyirciye ve belki tam da bu nedenle, sonrasında yaşananlar daha da tedirgin ediyor.

Adamın vejateryen, kadının vegan olduğu çiftimizin bebeğin doğumundan sonra iyice temel bir çıkmaza giriyor ilişkileri. Bebeğin büyümesinde ciddi bir sorun olduğu görülmesine rağmen, kadının onu besleme prensipleri konusunda asla taviz vermemesi ve dış dünyadaki kirden ve mikroplardan onu uzak tutma saplantısı iyice çığrından çıkıyor. Ne arkadaşları ile görüşüyor çiftimiz ne de bebeğin evden dışarı çıkartılmasına izin veriyor kadın. İkili arasındaki sevginin varlığını koruduğu, her ikisinin de bebeği çok sevdiği bu ilişkide adamın çocukları ile ilgili endişesi gittikçe artarken kadının davranışları da gittikçe katılaşıyor. Filmi bir veganizm/vejateryenlik tartışmasından daha geniş görmek gerekiyor. Normal doğum ısrarını ve terasta kendi sebzesini yetiştirmesini de ekleyerek kadının sadece “doğal” hayatı tercih ettiğini söylemek doğru değil çünkü gittiği bir falcının kendisine söylediği (ya da söylediğini iddia ettiği) gibi bebeğinin bir “indigo çocuk” (olağanüstü yeteneklere sahip, sıra dışı çocuk) olduğuna da inanmış görünüyor ve çocuğun hayatının tehlikede olduğunu görmüyor veya göremiyor. Dolayısı ile hikâyede kadının marjinal karakteri öne çıkıyor ve belki de film amaçladığı “fikir ayrılığı” temasını geride bırakıp bir süre sonra kadının çocuk için yarattığı tehlikeye odaklanıyor sadece. Finaldeki beklenmeyen “çözüm” işte bu odağın doğal sonucu olarak görünüyor bu nedenle. Bu tercihin doğruluğu biraz tartışmalı; zaten destekleyen ve karşı çıkanlarının hararetli tartışmalara girmesine neden olan vegan hayat gibi güçlü bir tema ortadayken, tartışmanın taraflarından birinin hayli sorunlu olarak çizilmesi hem filmin amacına doğru hizmet etmiyor hem de gereksiz bir taraftarlık havası veriyor hikâyeye. Filmin hikâye boyunca karşımıza gelen başarılı görüntülerinin sahibi Fabio Cianchetti’nin kamerasının etkileyici bir görüntü çalışması armağan ettiği finaldeki “mutluluk” sahnesi de aynı nedenle ikilemde bırakıyor ama mutluluğun burukluğuna ikilemde kalma halinin yakıştığını da kabul etmek gerek. Yine de sonuç olarak hikâyenin ikinci yarısından itibaren saptığı yolun sorunlu olduğu açık.

Nicola Piovani’nin başarılı müziği eşliğinde yönetmen Costanzo klostrofobik kelimesi ile de tanımlanabilecek bir şekilde anlatmış hikâyeyi. Hem hikâyenin kendisi hem de kameranın açılıştaki tuvalette kitli kalma sahnesinden hikâyenin büyük bir kısmının geçtiği evdeki dar mekanın kullanımına kadar hep bir darlığı ve sıkışmışlığı vurgulaması bu havayı seyirciye güçlü bir biçimde geçiriyor. Örneğin babaannenin ziyarete geldiği sahnede kamera üç karakteri de hep üstten çekimle ve adeta küçülterek verirken tümünün de “havasız” kalmalarını vurguluyor adeta. Adam Driver’ın, karakterini ekonomik ve filmin bağımsız havasına uygun serbest bir biçimde oynaması çok doğru bir tercih olmuş ve parlak sıfatını hak ediyor performansı. Alba Rohrwacher ise canlandırması zor bir karakteri hiçbir anında doğallığını yitirmeden güçlü bir biçimde oynayarak takdiri hak ediyor. Onlara eşlik ettiği yardımcı rolünde Roberta Maxwell de hiç aksamıyor. Yakın planların bolca kullanıldığı filmde üç oyuncu da sınavlarını başarı ile vermişler.

Özetlemek gerekirse, etkileyiciliği tartışılmaz olsa da kadın karakterin saplantılarının ve hikâyenin ikinci yarıda bunun üzerine kurulmasının zarar verdiği film kesinlikle ilgi gösterilmeyi hak eden bir çalışma bunun dışında kalan unsurları ile.

(“Aç Kalpler”)

Dr. No – Terence Young (1962)

“Dünyanın hâkimi olmak: Hep aynı hayal. Akıl hastaneleri kendisini Napolyon veya Tanrı zannedenlerle dolu”

Kaybolan ajan arkadaşının akıbetini araştırırken, A.B.D.’nin uzay programına zarar vermeye çalışan Doktor No ile karşılaşan James Bond’un hikâyesi.

James Bond serisini başlatan bir klasik. Uyarlandığı ve aynı ismi taşıyan roman, Ian Fleming’in Bond’un macerasını anlattığı altıncı kitabı olsa da sinemaya ilk taşınan eser olma ünvanını taşıyor. Sinemadaki ilk ve kimilerine göre en iyi Bond olan Sean Connery’in bu rolü ilk kez üstlendiği çalışma, Ursula Andress’e de ilk Bond kızı ünvanını getirmişti. Bir Bond filminde ne bulmayı bekliyorsak, hemen tümünün ilk kez karşımıza çıktığı bu film sadece bu özelliği ile bile ve sadece Bondseverlerin değil, tüm sinemaseverlerin görmesi gereken bir çalışma. Klasik olan bir kötü adam karakteri; seksî bir Bond kızı; zekî, cesur, becerikli, seksî ve mizah duygusu da eksik olmayan bir Bond, takip sahneleri, patlamalar, Spectre örgütü, heyecan, gerilim, vs. Ne bekliyorsanız tümü burada ve -elbette gerçekçiliği tartışmalı olsa da- hikâyesi ile izlenmeyi hak ediyor bu ilk Bond filmi.

Bond karakterinin yaratıcısı olan ve 1964 yılında ölen Ian Fleming, Bond filmlerinin sadece ikisini görebilmiş: Biri “Dr. No”, diğeri ise serinin ikinci filmi olan “From Russia with Love – Rusya’dan Sevgilerle”. Fleming, Sean Connery’nin Bond’u oynamasına karşı çıkmış başlarda. Tam bir İngiliz olarak, iyi eğitimli/ince zevkleri olan ve üst sınıfa mensup biri olarak çizdiği karakterin İskoçyalı, kaba ve sert görünümlü ve üstelik işçi sınıfı kökenli biri tarafından canlandırılması doğru gelmemiş yazara, ama filmi gördükten sonra Connery’nin karakterine mükemmel bir uyum gösterdiğini kabul etmiş. Terence Young’un yönettiği, senaryosunu Fleming’in romanından uyarlayarak Richard Maibaum, Johanna Harwood ve Berkely Mather’in yazdığı bu filmde Connery’i gören seyirciler onun bu rol ile kazanacağı ünü ve karakterinin sinemadaki ömrünün bu denli uzun olacağını (2015 yapımı “Spectre” ile 53 yıla ulaşan bir süre bu) tahmin etmemişlerdir herhalde, ama filmden de epey keyif almışlardır muhakkak. Nispeten düşük bir bütçe ile çekilen film, gösterime girdiği tarihte eleştirmenlerin çok fazla beğenisini kazanamasa da, bugün serideki en iyi filmlerden biri olarak kabul ediliyor.

Rolünü yapımcı Albert Broccoli’nin eşinin desteği ve kocasını ikna etmesi sayesinde alan Connery, karaktere damgasını vuran isim oldu şüphesiz ve kendisinden sonra bu rolü kim üstlenirse üstlensin bir şekilde hep onunla karşılaştırılmak durumunda kaldı. Açıkçası Connery de sert görünümlü seksî havası ile rolün kendisinden beklediğini fazalası ile yerine getirdi: Dönemin koşullarına uygun bir seks sembolü olmakla yetinmedi ve karakterini herkesin beğeneceği bir şekilde canlandırmayı başardı. Bir başka ifade ile söylersek, kadınların da erkeklerin de gözünü hiç ayırmadan takip ettiği bir karakter yarattı sinema perdesinde. Karakterini bu denli canlı kılabilmesinde onu kanatları altına alan yönetmen Terence Young’un büyük rolü olduğu ve Connery’i Bond’u nasıl oynaması gerektiği konusunda epey çalıştırdığı söylenir. Bu çalışmanın sonucu çok parlak ve Bond’un sinemada hâlâ yaşayabiliyor olmasında, Connery’in bu karaktere kazandırdıklarının da önemli bir payı olsa gerek.

Sadece bir fotoğrafına bakılarak ilk Bond kızı olmak üzere seçilen ve filmdeki rolü ile Altın Küre’de -Tippi Hedren ve Elke Sommer ile paylaştığı- en iyi yeni kadın oyuncu ödülünü kazanan Ursula Andress’in filme damgasını vurmasının nedeni ise oyunculuğundan çok, Bond’un kendisini ilk gördüğü sahnede, denizden beyaz bikinisi ile çıktığı ve “Under the Mango Tree” adlı şarkıyı söylediği (şarkıyı aslında Diana Coupland söylemiş) anda sahip olduğu cinsel cazibe; sinemanın klasikleri arasına giren bu sahne “Dr. No”nun bugün hâlâ çekiciliğini koruyabilmiş olmasının önemli nedenlerinden biri kuşkusuz.

Bond filmlerinin klasik açılışının da ilk kez göründüğü filmin açılış jeneriğini tasarlayan isim daha sonra da pek çok Bond filminde çalışacak olan Maurice Binder. Farklı ve canlı renklerdeki daire ve karelerden oluşan animasyon ile başlayan jenerik, daha sonra dans eden kadın ve erkek siluetlerine dönüşüyor; bugün için belki hayli basit ama sonraki benzer Bond jeneriklerinin öncülü olarak da çekici bir jenerik bu. Jenerikten sonra seyretmeye başladığımız hikâye, ortadan kaybolan bir İngiliz ajanını ve sekreterine ne olduğunu bulmak için Jamaika’ya gelen Bond’un bu araştırması sırasında karşısına çıkan ve Dr. No adını taşıyan çılgın bir bilim adamının Spectre adlı örgüt adına, A.B.D.’nin uzaya fırlattığı roketleri yörüngesinden saptırmasına engel olma çabasını anlatıyor bize. Bond’un neden bir “00” olduğunu kanıtlayan pek çok sahnede onun zekâsının, becerisinin, cesaretinin, tedbirliliğinin ve ayrıntılara dikkatinin örneklerini izliyoruz. Günümüzdeki Bond filmleri ile kıyaslandığında teknolojiden minimum derecede yararlandığını söylemek gerekiyor bu filmin, öyle ki Bond’un yumrukları tabancasından daha çok konuşuyor nerede ise. Odasına girilip girilmediğini anlamak için o eski “saç teli” numarasını kullanmasının bir başka örneği olduğu bu durum açıkçası o eski klasikllerin tadını getiriyor önümüze. Arabalı takip sahnesinde Connery’nin stüdyoda ve hareket etmeyen bir arabanın içinde olduğu çok açık ve bugünün seyircisi için komik bile görünebilir bu sahne, ama 55 yıl önce ve bugün için komik denecek bir bütçe ile çekildiğini unutmamak gerekiyor filmin. Üstelik bu durumun, günümüzün tüm görkemli efektleri ile kıyaslandığında kesinlikle daha sıcak göründüğü rahatça söylenebilir.

Seksi de işini de iyi yapan Bond’un bu ilk macerası takip sahnesinden sondaki -o günün ölçülerine elbette- görkemli final sahnesine heyecanlı pek çok an içeriyor. Bunun yanında, yönetmen Young, Connery ve Andress ikilisinin cinsel cazibesinden de -yine o günün ölçülerine kuşkusuz- bolca yararlanıyor. Sivrisinek dolu bir nehirden çıktıkları sahnede ikiliyi olabildiğince çıplak göstermesi, (yanlarındaki ve aynı koşullar altındaki adam soyunmaya gerek duymuyor nedense!), final karesinde ikilinin bir tekne içindeki samimiyeti veya radyoaktif maddeden arınmak için zorunlu olarak soyunmalarını örnek göstermek mümkün Young’un bu konudaki çabalarına. Hikâyenin fantastik öğeleri serinin sonraki filmleri ile kıyaslandığında hayli az ve bu da nispeten gereçekçi görünmesini sağlıyor filmin ve Bond karakteri de korkuları, endişeleri ve duygularını bolca göstermesi ile bu gerçekçiliği artırıyor.

Dr. No rolündeki Joseph Wiseman’ın da övgüyü hak ettiği film, bir sonraki “From Russia with Love” kadar parlak olmasa da ve hikâye zaman zaman ilginçliğini yitirip bir parça fazla yumuşak görünse de seriyi açan ilk film olarak bile ilgiyi hak eden bu çalışma kesinlikle iyi bir eğlencelik ve Bond’a yakışan bir sinema eseri.

(“Doktor No”)