Zenne – Caner Alper / Mehmet Binay (2011)

“Anlamıyorsun, dürüstlük benim ölümüm demek”

Biseksüel bir Alman fotoğrafçı, gece kulüplerinde zenne olarak dans eden bir genç adam ve muhafazakâr ailesi nedeni ile cinsel kimliğini saklamak zorunda kalan bir diğer erkeğin kesişen ve içlerinden birinin ölümü ile sonuçlanan hikâyeleri.

Caner Alper’in senaryosundan, Mehmet Binay ve Alper’in birlikte çektikleri bir Türkiye yapımı. Gerçek bir hikâyeden esinlenen film Antalya’da 5 Altın Portakal (İlk Film, Yardımcı Kadın ve Erkek Oyuncular, Görüntü Yönetmeni ve SİYAD Ulusal Film) ödüllerini kazanan ve ele aldığı konular ile sinemamızın müstesna örneklerinden biri olan bir yapıt. Görsel ve işitsel unsurları öne çıkan, sinemamızın görmezden geldiği bir meseleyi cesaretle ve dürüstlükle ele alan yapıt senaryosundan kaynaklanan bazı problemlere ve birden fazla meseleye el atmasının doğurduğu dağınıklığa rağmen çekici ve güçlü bir film. Karakterleri ve hayatları üzerinden toplumsal anlayışlara, muhafazakârlığa ve militarist zihniyete sıkı bir eleştiri yönelten film sadece özgünlüğü ile bile kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Mevlânâ’nın sözleri ile açılıyor film: “Dans et, kan revan içindeyken / Dans et, mutlak özgür olduğun zaman”. Hikâyenin üç ana karakterinden biri olan Can (Kerem Can) eşcinsellerin gittiği bir kulüpte zenne olarak dans eden, asker kaçağı olduğu için pek ortalıkta görünmemeye çalışan bir genç adam ve kendisini bir sanatçı olarak nitelemeyi hak ettiğini kanıtlayan bir görsel ve bedensel yeteneğe sahip. Onun (cinsel) kimliğini rahatça ortaya koymaktan çekinmeyen karakterine karşılık, Doğulu bir ailenin çocuğu olan Ahmet (Erkan Avcı) bu kimliğini gizli tutmak zorunda olduğu için tam bir ruhsal kıstırılmışlık içinde yaşamaktadır. Daniel (Giovanni Arvaneh) ise serbest çalışan bir Alman fotoğrafçıdır ve ne olduğunu hikâyenin sonlarında anlayacağımız ve Afganistan’da yaşadığı bir travmadan sonra “daha korunaklı bir hayat” için İstanbul’a gelmiştir. Can’ın sadece işi değil, kendini ifade etme aracı da olan dans, özellikle de “efemine hava”sı nedeni ile Ahmet’e uzaktır ama etkileyici bir sahnede onun -ne yazık ki geçici olacak- özgürlüğünün de sembolü olacaktır.

Mehmet Binay ve Caner Alper aslında önce zennenin hikâyesini yaratmak için çıkmışlar yola ama onlar öykü üzerinde çalışırken, yabancı medyada “Türkiye’nin ilk gay namus cinayeti” -elbette bu “ilk” olma durumu gerçek olmasa da- başlığı ile haber olan bir cinayet işlenir 2008 yılında. Öldürülen 26 yaşında, “Zenne” filmin yönetmenlerinin de arkadaşı olan Ahmet Yıldız adında bir eşcinseldir; katil babasıdır ve oğlunu kendisine gay olduğunu söylemesinden sonra namusunu temizlemek için katletmiştir. Bu gerçek cinayetin davası hâlâ sürüyor, Irak’a kaçan katil baba ise nerede olduğu bilindiği halde bir türlü yakalanan(a)mıyor. Ahmet Yıldız cinayetten bir yıl önce ailesi hakkında suç duyurusunda bulunmuş olsa da, savcılık ne bir soruşturma başlatmış ne de bir koruma tedbiri almıştır. Türkiye’de eşcinsel olarak, “öteki”lerden biri olarak öncelikli ve değer taşıyan bir birey değildir çünkü Ahmet egemen güçlerin nezdinde.

Hikâyeye bir zenne öyküsü olarak başlayıp, Ahmet’inkini de işin içine katan sinemacılar filmin ilk zayıf noktasına giden yolu da açmışlar aslında. Adı “Zenne” filmin ve asıl kahramanı dansçı genç adam gibi ama Ahmet’in öyküsü o derece güçlü, önemli ve zaten hikâyede de yoğun bir yere sahip ki film odağını olması gerektiği gibi belirleyemiyor. Evet, Ahmet de zenneye dönüşüyor oldukça dokunaklı bir sahnede ama bu sahne yeterince gideremiyor odak problemini. Mehmet Binay’ın bir röportajdaki “Ahmet de hayatla dans ediyor başından beri. Ama o, zor bir dansın içinde.” sözleri de içerik olarak doğru olsa da, yeterince açıklayamıyor bu durumu. Bu iki ana karakterden biri bir parça geriye çekilmeliydi ya da iki ayrı film çıkmalıydı bu hikâyelerden. Kaldı ki senaryo bu problemi bir parça daha ileriye götürüyor ve yine senaryoda önemli bir yeri olan Alman fotoğrafçı üzerinden yeni odak noktaları ekliyor hikâyeye. Eşcinsel olmanın zorlukları, militarizm eleştirisi, devletin vatandaşlarına yaşattığı travmalar ve dinsel/muhafazakâr/toplumsal normların “erkek tanımları”nın üzerine bir de Batı’nın Doğu’yu anlayamadığı/anlayamayacağı meselesini ve iyi niyetin cehenneme giden yolun taşlarını döşeyebileceğini ekliyor ki tüm bunlar bir film süresi için hayli yoğun bir malzeme ile baş etmenin doğal zorluğunu çıkarıyor yönetmenlerin ve seyircinin karşısına.

Film üç ana karakterini doğru düşünülmüş ilk sahnelerinde tanıştırıyor bizlere: Can’ı zenne olarak dansını icra ederken; Ahmet’i gece karanlığında bir parkta erkeklerle konuşurken, bir askere uğurlama kalabalığının yanından geçerken ve kendisini takip eden birinden kaçarken; Daniel’i ise Afganistan’daki travmasını yaşarken görüyoruz ilk olarak. Kahramanlarının kişisel öykülerini ve kişiliklerini doğru yansıtan, özenle belirlenmiş bu sahneler hikâye iyi bir giriş sağlıyor. Ne var ki film boyunca zaman zaman hissedeceğimiz gibi, Ahmet’in sığındığı gece kulübünde Can ile ilk kez karşlılaştığı sahneden başlayarak, filmin sanki doğal olmayan, adeta “sahnelenmiş” izlenimi bırakan ve görüntüler arası geçişlerde hamlık havası veren bir sinema dili de karşımıza çıkıyor hemen başlarda. Filme senaryodaki sıkıntı dışında ikinci zararı veren de bu durum oluyor ama öykülerin duygusal gücü ve gerçekliği problemin çok rahatsız edici olmasına engel oluyor çoğunlukla.

Özellikle Can’ın dans ettiği bölümlerde tıpkı onun kyafetleri gibi görsel açıdan çok vurucu ve sıcak, yakıcı bir hava yakalamış film. Zenne’nin o kıyafetleri ve dekorları ne denli içten bir şekilde benimsediğini gösteren ve Kerem Can’ın dansları ile daha da çekici olan bu görsellik hikâyenin trajik içeriklerine ters düşüyor gibi aslında ama yukarıdaki “iki ayrı hikâye” saptamasını düşününce, anlaşılabilir bir sonuç bu; çünkü Can’ın öyküsüne, karakterine ve sanatına çok uygun düşen bir görselliğe sahip bu bölümler. Bu sahnelerin zaman zaman oluşan ve herhalde engel olunamamış düşselliğinin ise olmasaymış daha iyi olurmuş düşüncesine yol açtığını da kabul etmek gerekiyor ama.

Homofobinin en iyi örneklerinden biri askerlik şubelerindeki muayene bölümleri filmde; beyanın yetmediği ve görsel kanıtların da talep edildiği bu işlemlerin yarattığı travmalar devletin tasvip etmediği bireylerine yıllardır uyguladığı zulmün en açık kanıtlarından biri (”benim babam şehit”e keşke gerek duyulmasaymış ama işte senaryo pek çok meseleye birden el atınca konular böyle ve gereksiz bir şekilde iç içe geçiyor). Alman Der Spiegel dergisinin Türk ordusunun dünyanın en büyük gay porno arşivine sahip olduğunu iddia etmesine neden olan bu fotoğraf ve video talebi ordu tarafından ret edilmiş olsa da, LGBTİ aktivistleri bunun bir pratik gerçek olduğunu belirtiyorlar. Can’ın bu işlemle ilgili sahnesi bir yandan da filmin daha yüksek bir sinema düzeyi için kaçırdığı fırsatların da somut bir örneği. Üstelik çok önemli bir yardımcı karakter üzerinden yapılan milliyetçilik ve militarizm eleştirisi varken, aynı konunun burada da öne çıkarılması ve diğer eleştirilerle harmanlanması işte yine o fazla dolu havanın filmde baskın bir güce sahip olmasına yol açıyor.

Kurgusunda ve kamera kullanımında bir sorun olsa da “takip edilme paranoyası” bölümü, “Annem temizlik hastasıdır, bense temiz değilim” gibi vurucu diyalogları, itiraf sahnesindeki -o malum sona gidileceği kaçınılmaz olsa da- karşılıklı dökülen gözyaşları ve Can’ın annesinin hemen tüm sahneleri (özellikle de Can’ın ziyaretinde yaşananlar) gibi çok önemli unsurlar var filmi değerli ve üstte belirtilen sıkıntıları da bir süre sonra önemsiz kılan. Can’ın annesinin sahneleri ile Ahmet’in annesininkileri birlikte düşündüğünüzde; ilkinin doğallığına ve gücüne karşılık, ikincisinin zorlama görünümü ve bu resmin iki anneyi canlandıran oyuncuların (Tilbe Saran ve Rüçhan Çalışkur) performanslarına da yansıması ise yine o “iki ayrı hikâye” bağlamında düşünülebilir.

Alman fotoğrafçı karakteri üzerinden filmin Batı’nın Doğu’yu anlayamamasının ve oryantalist bir bakıştan sıyrılamamasının eleştirisini yaptığını da söyleyebiliriz. Daniel hayli iyi niyetli olsa da, eylemleri, arzuları ve düşünceleri ile hem Afganistan’da hem İstanbul’da trajedilere neden oluyor ve Ahmet’i ailesine karşı dürüst olmaya ve onlara cinsel kimliğini açıklamaya davet ettiğinde, ondan “Anlamıyorsun, dürüstlük benim ölümüm demek” cevabını alıyor. Doğru bir saptama burada filmin gündeme getirdiği ama şunu da söylemek gerekiyor ki zaten yeterince dolu olan bir hikâyeye bir de bu meselenin eklenmiş olması filmin yoğunluğunu pek de gerekli görünmeyen bir şekilde artırıyor.

Kapanış jeneriğinde Ahmet Yıldız’ın fotoğraf ve videolarını göstererek; nefret, önyargı ve cahillik kurbanı olan bu insana hak ettiği değeri gösteren ve “Can hâlâ dans ediyor” cümlesi ile bir umudu da diri tutan film Filipinli yönetmen Lino Brocka’nın 1988 tarihli “Macho Dancer” adlı yapıtının izinden giderken (Brocka’nın filminde yine bir Batılı, bu kez bir Amerikalı karakter, öykünün kahramanı olan Filipinli genç bir adamı terk ederek onun kaderini belirler bir bakıma), görsel gücü ve estetik değeri hayli yüksek olsa da Can karakterinin bazı dans sahnelerinin gerekliliği tartışılır şov havasından bir parça olumsuz da etkileniyor aslında. Ahmet’in kız kardeşi Hatice’nin (Esme Madra) “isyan”ı ve Can’ın hâlâ dans edebilmesi ile bize içinde olduğumuz karanlığa karşı direnmemiz gerektiğini güçlü bir biçimde söyleyen, kusurlarına hiç takılmadan görülmesi gerekli ve sinemamızın son dönemdeki önemli ve orijinal örneklerinden biri olan filmde özellikle Tilbe Saran ve Erkan Avcı’nın sağlam performanslarına da dikkat.

(“Zenne Dancer”)

Razzhimaya Kulaki – Kira Kovalenko (2021)

“Ben ne zaman kendim olacağım?”

Rusya’ya bağlı bir federasyon olan Kuzey Osetya’nın küçük bir kasabasında babası ve erkek kardeşi ile yaşayan bir kadının, yaşadığı büyük şehirden geçici olarak dönen ağabeyinin gelişi ile bir çıkış umudu bulduğu sıkıştırılmışlığının hikâyesi.

Senaryosunu Kira Kovalenko, Anton Yarush ve Lyubov Mulmenko’nun yazdığı, yönetmenliğini Kovalenko’nun üstlendiği bir Rusya ve Fransa ortak yapımı. Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünün büyük ödülünü kazanan yapıt babasının, “kendisi olmasına izin vermediği” bir genç kadının özgürlük arayışını farklı erkeklerle ilişkileri üzerinden anlatan, feminist sinema örnekleri arasında değerlendirilebilecek ve görsel yanının içerikle çok güçlü bir biçimde örtüştüğü bir çalışma. Başrolde yer alan Milana Aguzarova’nın ilk ve şimdilik son sinema tecrübesinde bir belgeselde kendisi olarak kameranın karşısına geçmiş kadar rahat ve abartıdan uzak performansı ile dikkat çektiği film, finalinde birdenbire değişen görsel tercihleri ile seyirciyi -olumlu açıdan- şaşırtırken, hem “coğrafyanın kader olduğunu” hem de kadının toplumsal konumunun coğrafyadan bağımsız olarak da sorunlu olduğunu gösteriyor. Sade, gerçekçi ve bireysel bir hikâyenin arkasına toplumsal olanı da yerleştirebilen, siyasî bir bakışla da ele alınabilecek ilginç bir yapıt bu.

Kuzey Osetya-Alanya’nın da yer aldığı, Rusya’daki yedi federal bölgeden biri olan Kuzey Kafkasya Federal Bölgesi’nde büyümüş yönetmen Kira Kovalenko; hikâyesini anlattığı Ada’nın yaşadığı coğrafyadaki toplumsal koşullara bu nedenle oldukça hâkim bir isim ve bu ikinci sinema filminde yakaladığı sahicilik duygusunun ortaya çıkmasında bu durumun önemli bir payı olsa gerek. Ada’nın tüm duyguları, beklentileri, huzursuzlukları ve umutlarının seyirciye güçlü bir biçimde ve abartıdan en ufak bir iz taşımadan geçebilmesinde, oyuncu Milana Aguzarova’nın performansı ve yönetmenin, anlattığı hikâyeye hâkim olması ve ona inanması eş paya sahipler ve sonuçta karşımıza kayıtsız kalınmaması gereken bir yapıt çıkmış.

Görüntü yönetmeni Pavel Fomintsev hikâyenin mesele ettiği konulara ve yönetmenin sinema diline çok uygun kamera çalışmasında, sık sık yakın planlarla görüntülediği Ada’nın yüzünü filmin en önemli anlatım araçlarından birine dönüştürmüş. Açılış sahnesinde kalın hırkasının fermuarı burnunun üzerine kadar çekilmiş ve bir otobüs durağında birisini beklerken tanışıyoruz Ada ile. Yanına gelen ve peşinden hiç ayrılmayan erkek arkadaşı Tamik (Arsen Khetagurov) ve ardından da yine ablasına sıkı bir bağlılığı olan, ona anne de diyen küçük erkek kardeşi Dakko’yu (Khetag Bibilov) görüyoruz. Ada’nın hayatını çevreleyen erkekler sadece bu ikisi değildir; kendisi olmasına izin vermediği (bunun anlamını hikâye ilerledikçe öğreniyoruz) babası (Alik Karaev) ve durakta beklediği, büyük şehire çalışmaya ve yaşamaya gitmiş ağabeyi Akim de (Soslan Khugaev) varlıkları ve yoklukları ile genç kadının hayatında önemli birer etkiye sahiptir. Hikâyenin Ada dışındaki tek kadın karakteri, onun bakkal benzeri bir yerde birlikte birlikte çalıştığı Taira’dır (Milana Pagieva) ama bu kadının Ada’nın yaşadıkları ve yaşayacakları üzerinde etkisi yoktur. Dolayısı ile senaryo hayatını erkeklerin çevirdiği ve niyetleri ne olursa olsun, bu hayatın biçim ve içeriğini onları belirlediği bir kadın getiriyor karşımıza ve başta belirsizliklerle ördüğü yaşamının sırlarını birer birer ve hiç acele etmeden çözüyor. Bu yavaş akış ve belirsizlikler sabırsız bir seyirciyi zorlayabilir bir parça ama filmin amacı bir hikâye anlatmaktan çok, bir durumun resmini çizmek ve bu resim üzerinden düşündürmek seyircisini.

Hikâye Mizur adındaki bir kasabada geçiyor ve film büyük şehirlerden izole bir yaşamın ve çok da çekici görünmeyen bir coğrafyanın koşullarını belgesellere yakışacak bir tonda anlatıyor. Sokaklarda daha çok erkeklerin göründüğü kasabada çocukların binaların duvarlarına fırlatarak patlattıkları maytaplarla eğlenmesi, genç erkeklerin arabalarla boş arsalarda giriştikleri hız ve gösteriş oyunları veya -arabanın önüne bağlanmış, gelinlik giydirilmiş oyuncak bebek dahil- bizdekilerden hiçbir farkı olmayan düğün konvoyu gibi unsurlar yaşamın monotonluğunu kırmak için başvurulan yolların kısıtlılığını açığa çıkarıyor örneğin. Yönetmen Kovalenko bu gerçekçiliği, hikâyesi ve sinema dili bağlamında da yakalıyor; olan bitenlerin niteliği ve kameranın / senaryonun bunları aktarım biçiminde hep doğallığı öne çıkarıyor ve seyircisinden bir duygusal tepki almanın peşine düşmüyor. Oysa elinde, Ada’nın geçmişteki büyük travması ve bu travmanın 2014’te yaşanan korkunç Beslan Katliamı (Ayrılıkçı Çeçenlerin bir okulu basıp 1000’den fazla kişiyi rehin aldığı ve güvenlik güçlerinin müdahalesi sonucunda 333 kişinin hayatını kaybettiği terörist saldırı) ile yakın bağlantısı olması gibi hayli trajik bir malzeme var yönetmenin. Buna karakterlerden birinin önemli hastalığını da eklediğinizde, epey gözyaşlı ve duygusal yollara sapma olanağı varmış yönetmenin ama bu tuzağa hiç düşmemiş Kovalenko. Baba ile en büyük çocuk arasındaki ilk diyalogdan (“Evini özledin mi?” / “Hayır”) Ada’nın ilk cinsel birliktelik sahnesine, film sadeliği ve düşünmeyi seyirciye bırakmayı seçiyor özenle ve doğru bir şekilde.

Ada’nın özgürlüğüne giden yol ona hükmeden erkeklerden birinin iktidarını yitirmesi üzerine açılabiliyor ancak ve bu yolda yine bir erkeğin desteği (“Babam gibi kokuyorsun”) gerekiyor; bu açıdan bakıldığında, Ada’nın hep dile getirdiği gibi filmin kendisi olan bir kadının hikâyesi anlattığını söyleyemeyiz. Ne var ki yine de elle tutulur ve sıcak bir umut vaat ediyor senaryo ve bunun en önemli aracı da filmin birdenbire geçiş yaptığı farklı görsellik anlayışı oluyor. Bir düğün konvoyunu ve Ada ile ağabeyini izlediğimiz bu sahne uçarı ve özgür kamera çalışması, sıcak düşlerin coşkusunu hatırlatan havası ile filme sıkı ve açıkçası ihtiyacı da olan bir kapanış sağlıyor. Filmin gittikçe hareketlenen ve “babanın kilitlenen kollarının sıkı sıkıya sarmaladığı Ada” sahnesi ile oldukça güçlü bir sembolizme de ulaşan ikinci yarısı işte bu finali ile ortalama bir seyirci için daha da cazip bir hâle bürünüyor.

Kuşkusuz hikâyeye ve baş kahramanına politik bir bağlamda bakmak da mümkün. Örneğin Beslan Katliamı’ndan hiç söz etmiyor karakterler, bu katliam hikâye bazında baktığımızda Anna’yı, daha genel olarak bakıldığında ise tüm toplumu travmatik bir şekilde etkilemiş olsa da. Kasabanın ve bölgenin bir yandan özgür, bir yandan da Putin Rusyası’nın sıkı denetimi altında olması da Anna’nın durumu ile örtüşüyor gibi. Filmde Osetçe konuşuluyor ama Rusça da sızıyor hikâyeye ki bu sızıntının televizyon ekranından olması özellikle dikkat çekiyor; çünkü Rusça dilinden duyduklarımız sadece ölüm haberleri ve doğal olarak tek taraflı bir iletişim bu. Bir başka şekilde ifade etmek gerekirse, iktidar sahibinin sadece kendi ile konuştuğu ve dinlemediği bir iletişim örneği tanık olduğumuz. Rusya’nın gözden uzak yerlerindeki hayatın tüm kısıtlanmışlıklara ve devletin çizdiği sınırlar içinde yaşanan hayatlara tanık oluyoruz bir bakıma.

Kovalenko, William Faulkner’ın 1948 tarihli “Intruder in the Dust” adlı romanındaki bir cümleden ilham alarak yola çıktığını söylemiş filmin senaryosu için: “Bazı insanlar köleliğe dayanabilirken, hiç kimse özgürlüğe katlanamıyor”. Hikâyesinin baş kahramanı Ada da köleliğe, tüm mutsuzluğuna rağmen bir şekilde katlanmak zorunda hissediyor kendisini ve çözümü dışarıdan bekliyor. Kuşkusuz ki yaşadığı coğrafya için bunun -ne yazık ki- gerçekçi olduğunu kabul etmek gerekiyor; kavuşma ihtimali olan özgürlükle ne yapabileceği (o özgürlüğün gerektirdiği özgürlüğe katlanıp katlanamayacağı) ise -yine o coğrafyanın kouşulları nedeni ile- belirsiz elbette. Yönetmenin esin kaynaklarından söz etmişken, filmin adından da bahsetmek gerekir. Yine kendisinin ifadesine göre, filmin adı İtalyan yönetmen Marco Bellochio’nun 1965 tarihli “I Pugni in Tasca” (Cepteki Yumruklar) adlı yapıtından esinlenerek belirlenmiş. Bellochio’nun İtalyan sinemasının en önemli örneklerinden biri olan yapıtı cepte sıkılı yumruklara odaklanır; Kovalenko ise o yumrukları gevşetme (özgürleşme) çabası içindeki bir kadını anlatıyor.

Kovalenko’nun başarılarından biri de tümü ilk, hemen tamamı da şimdilik tek filminde oynayan amatör oyuncularından aldığı performans. Bir performans en fazla ne kadar doğal olabilir, bunun örneğini göstermiş başta Milana Aguzarova olmak üzere kadronun tamamı. Üstelik kurgu oyunları ile elde edilen başarılı amatör performanslardan tamamı ile uzak, oyuncuların adeta kendileri olmalarına izin ve olanak verilerek ulaşılmış bir başarı bu. Hikâye boyunca seyircinin karşısına sık sık yakın planlarla çıktıklarını düşününce tüm oyuncuların, bu başarı daha da değer kazanıyor. Aguzarova’nın peşindeki erkeğe “teslim olduğu” sahnedeki oyunculuğu bu takdirin ne kadar hak edildiğinin en iyi örneklerinden biri olarak gösterilebilir.

(“Unclenching the Fists” – “Yumrukları Gevşetmek”)

Phörpa – Khyentse Norbu (1999)

“Bu, Ronaldo; saçını kazıttı ama keşiş değil”

Tibetlilerin sürgün edildiği Hindistan’daki bir manastırda yaşayan genç keşişlerin Dünya Kupası maçlarını seyredebilme çabalarının hikâyesi.

Bhutan doğumlu bir Tibetli olan lama (Dharma hocası), yazar ve sinemacı Khyentse Norbu’nun senaryosunu yazdığı ve yönettiği, Bhutan ve Avustralya ortak yapımı olarak çekilen bir film. Sinemacının ilk yönetmenlik çalışmasını gerçekleştirdiği film futbolun zaman ve coğrafya tanımayan gücünün en beklenmedik yerlerden birinde kendisini göstermesini sıcak bir dil ve naif denebilecek bir yalınlıkla anlatan bir çalışma. Tibetlilerin vatanlarından sürgünde olmaları, ve inançların ve geleneksel öğretilerin hızla değişen dünyada ayakta kalabilme meselesini de gündemine alan yapıt, Avustralyalı Paul J. Warren’ın tıpkı keşişlerin kıyafetlerindekiler gibi sıcak renklerle oluşturduğu görüntülerden önemli bir destek alırken, sinema sanatı açısından ortaya çok özel bir sonuç koymuyor ama ruhanî bir huzur sergileyen atmosferi, içtenliği ve modernizme karşı koyabilmenin mümkün / gerekli olup olmadığı üzerine düşünmeye davet etmesi ile ilgiyi hak ediyor.

Khyentse Norbu’nun ilk sinema tecrübesi Bernardo Bertolucci’nin 1993’te Nepal ve Bhutan’da çektiği “Litlle Budha” (Küçük Buda) filminde yönetmene keşişlerin hayatları ve davranışları gibi konularda verdiği teknik danışmanlık olmuş. Bu filmin yapımcısı olan Jeremy Thomas ile aralarında çekimler sırasında kurulan arkadaşlık, önce New York Film Akademisi’nde alınan eğitime ve ardından da Thomas’ın yürütücü yapımcılığında çekilen bu filme giden yolu açmış. Tibet Budizmi’ne olan bağlılığı ile bilinen ve bu konuda kitapları da olan Norbu, Tibetli sürgünlerin yaşadığı ve Hindistan’daki bir köyde kurulu bir manastırda çektiği bu ilk filminde oldukça bildiği, çünkü içinden geldiği bir dünyayı anlatıyor; bunu yaparken de hem futbol sevgisini ve bu spor dalının “inançlar üstü” gücünü hem de onun bir sembolü olduğu modern dünyanın, yüz yıllar öncesine dayanan inanç ve gelenekleri zorlamasının resmini çiziyor. Çin’in 1951’de imzalanan antlaşma ile ilhak ettiği kabul edilen ve 1959’daki isyandan sonra ruhanî liderlerinin Hindistan’a sürgüne kaçtığı Tibet’in halkının vatanlarına duydukları özlem ve bir gün tekrar özgür olabilme hayalleri de bu resmin kendisini hep hissettiren bir parçası olmuş. Yapımcı Jeremy Thomas, Cannes’daki gösterimine birçok Tibetlinin geldiğini ve oldukça mutlu olduklarını belirttiği yapıt tam da bu mutlu havayı yaratmayı amaçlamış ve küçük mizahî anları, sevimli karakterleri ve yaşama pozitif bakışı (“Problem çözülebiliyorsa, üzülmeye ne gerek var; çözülemiyorsa, üzülmenin yararı ne?”) ile yakalıyor da bu hedefini.

Gerçek olaylardan esinlendiği söylenen hikâye 1998’de Fransa’da düzenlenen dünya kupası sırasında geçiyor. Çocuk yaştakilerden genç delikanlılara farklı yaş gruplarından keşişlerin yer aldığı bir manastırdayız. Başkeşiş (Lama Chonjor) Tibet’ten sürgün edilenlerden biridir ve yaşama dinginliğin sembolü olacak bir bakışla bakan bir lamadır. İdari açıdan yönetici olan Geko (Orgyen Tobgyal) ise displinli biridir ve, çocukların ve gençlerin manastırın kurallarına ve geleneklere saygılı bir yaşam sürmeleri ve bu yönde eğitilmeleri telaşındadır. Hikâyenin kahramanı sayabileceğimiz Orgyen adındaki çocuk keşiş (Jamyang Lodro) iyi yürekli ve bitirim bir çocuktur ve odasının duvarlarını futbolcu resimleri ile süsleyen bir futbol tutkunudur. Onun futbola bu düşkünlüğü manastırdaki diğer öğrenciler tarafından da paylaşılmaktadır ve hepsinin en şiddetli arzusu devam etmekte olan dünya kupasının en azından finalini seyredebilmektir. Boş zamanlarında manastırın avlusunda kola kutusunu top yerine kullanarak maç yapmaktan, duvarlara futbolla ilgili resim ve yazılar çizmekten de, Geko’nun itirazlarına ve onun otoritesine saygı göstermelerine rağmen, geri kalmazlar hiç. Khyentse Norbu’nun filmi işte bu hayatı bir yandan naif ve sık sık belgesele yaklaşan bir sinema dili ile anlatırken, bir yandan da Tibet Budizminin öğretilerini -propaganda tarzında değil ama- anlatmaya soyunuyor. Sonucun bir parça belki fazla pozitif olduğu ve bu dinin öğretilerinin ve kadim geleneklerinin hiçbir şekilde sorgulanmadığını söylemek gerekiyor; senaryonun tek sorgulamadığı ise bu öğretilerin ve yaşam şeklinin modern dünyanın koşulları ve dayattıkları ile çatışması üzerinden oluyor. Bu çatışmanın -bu hikâye çerçevesindeki- en önemli aracı futbol olunca, ortaya çıkan ise dramatik olmaktan çok, eğlenceli ve biraz fazla pozitif bir sonuca dönüşüyor. Ne var ki olumsuz bir eleştiriye neden olmamalı bu tercih; çünkü Norbu bir ideloloji hikâyesi değil, inançlarına uygun bir dinginliği ve yaşamı kutsayan yanı olan, hafif havalı ve eğlenceli bir hikâye anlatmayı seçmiş ki bu kesinlikle bir problem değil. Karakterlerine, hikâyesine ve atmosferine sevgi ile bakan, seyirciden de bu bakışı rahatlıkla alabilen bir yapıt bu. Arka plandaki trajedilere, vatan özlemine ve sürgünlük hâline karşın, söz konusu öğretinin dinginliğini hâkim kılmış filmine Norbu ve içerikle biçimin başarılı bir uyumu çıkmış ortaya.

Keşişlerin geleneksel elbisesinin altına Ronaldo’nun hep tercihi olan meşhur 9 numaralı formasını giyen Orgyen adındaki çocuğun, Fransa’yı desteklemesini “Çünkü Fransa Tibet’i destekleyen tek ülke” cümlesi ile açıkladığı filmde futbol (modern dünya) ile manastırdaki öğretinin ilk çatışma örneklerinden biri bu çocukla bilici / duacı olan bir adam arasındaki konuşmada yaşanıyor. Orgyen adamdan Fransa’nın kazanması için dua etmesini istiyor ama “dua israfı olur” cevabını alıyor. Çatışmaları, çelişmeleri hep bu şekilde bir hafiflikle ele alıyor senaryo ve hayatın gerçeklerine (gizlice okunan futbol dergilerine, mayolu ve spor kıyafetleri içindeki kadınların olduğu dergiler de eşlik ediyor örneğin, bu kadar genç erkeğin bir arada oldukları bir ortamın doğal sonucu olarak) ve ortaya çıkan çatışmalara başkeşiş hep sakin ve olgun bir gözle bakıyor ve kendi içinde sorguluyor yaşananları. Futboldan çok uzak bir kişidir keşiş ve yardımcısı olan Geko’nun “İki medeni millet bir top uğruna çarpışıyor” sözleri ile tanımladığı futbolun, ne tür bir savaş olduğunu ve maçların gece oynandığını öğrendiğinde, savaşmak için günün neden böyle bir tuhaf zamanının seçildiğini anlamaya çalışıyor. “Genç keşişler bizim gibi yaşlı keşişlerin hiç maruz kalmadıkları şeyler görüyorlar. Umarım Buda’nın öğretilerini modern zamanlara uygun olarak sürdürebilirler” diyen başkeşişin endişeleri -filmin hayli pozitif havası düşünüldüğünde- çok da önemli değilmiş gibi görünmemeli; çünkü oldukça gerçek ve somut bir mesele bu hikâyenin hafifliği üzerini örter gibi olsa da. Kaldı ki yönetmenin kendisi de bu uyumun sağlanabileceğinin bir işareti olarak görülebiliir.

Bir belgeselin içinde sevimli bir futbol hikâyesi olarak da tanımlayabileceğimiz filmde hikâyelerin sonunun önemli olmadığı dile getiriliyor ama yine de Khyentse Norbu karakterlerinin akıbetleri ile ilgi bilgi veriyor bize; böylece Orgyen’i canlandıran Jamyang Lodro’nun “Tibet millî takımını kurmak” hayalini hâlâ sürdürdüğünü öğreniyoruz. Gerçek keşişlerin oynadığı filmin kozlarından biri de, hayli sevimli ve bitirim bir havası olan ve filmin mizahının ana kaynaklarından biri olan Lodro’nun performansı ve ona Orgyen Tobgya ve karakterinin (bir anlamda kendisinin) ruhâni rolüne çok yakışan sakin bir performans çizen Lama Chonjor başarı ile eşlik ediyorlar. İlk Bhutan filmi olarak kabul edilen ve hikâyesini daha kısa sürede anlatabilirmiş gibi görünen yapıt, sıcak bir öykü izlemek isteyenler ve futbolseverler için öncelikle.

(“The Cup” – “Kupa”)

Festen – Thomas Vinterberg (1998)

“İlk kadehi kaldırmak büyük oğlan olarak benim görevim, değil mi? Ama önce konuşma gelsin. İki konuşma yazdım aslında, baba. Biri yeşil, diğeri sarı. Sen seç, hangisi?”

Babanın altmışıncı yaş günü kutlaması için toplanan bir ailede çocuklardan birinin yaptığı konuşmanın neden olduğu olayların ve açığa çıkan sırların hikâyesi.

Senaryosunu Thomas Vinterberg ve Mogens Rukov’un yazdığı, yönetmenliğini Vinterberg’in yaptığı bir Danimarka filmi. Lars Von Trier ve Vinterberg tarafından başlatılan ve temel amacını sinemada gücü yapımcı şirketlerden alıp bir sanatçı olarak yönetmene vermek olarak ifade eden “Dogma 95” akımının ilk örneği olan yapıt -arada kaçamakları olsa da- bu akımın manifestosunda tanımlanan kurallara uyan ama bu ilginçliğinden bağımsız olarak da önemli bir çalışma. İçeriğindeki rahatsız ediciliğin biçimindeki kural dışılığa (evet, manifestodaki tüm o maddeler, anaakım sinemanın adı konmamış kurallarını bir kenera itiyordu çünkü) çok iyi yakıştığı görülen yapıt aile kurumunun arkasına gizlenen, üzerleri örtülen ve görmezlikten gelinen tüm yozlaşmaları komediye de göz kırpan bir dil ile etkileyici bir biçimde anlatıyor. Cannes’dan Claude Miller’in “La Classe de Neige” (Kar Tatili) ile paylaştığı bir Jüri Özel Ödülü de olan film sinemanın sevdiği konulardan biri olan “aile toplanır ve sırlar, bastırılan duygular ortaya dökülür”ü, biçimindeki yeniliğin de katkısı ile özgün bir hikâye kılıyor ve ortaya keyifli ve görülmesi gerekli bir sonuç çıkıyor.

Vinterberg ve Von Trier’in başlattığı ve daha sonra iki Danimarkalı sinemacının, Kristian Levring ve Søren Kragh-Jacobsen’in de katılımı ile “Dogma 95” hareketine dönüşen avangart sinema akımı, hikâyeyi öne çıkaran ve özel efektlerden, teknolojinin öne çıkmasından uzak durarak basit ve yalın filmler çekmeyi hedefliyordu. 2005 yılına kadar çekilen toplam 35 film bu akımın kapsamında yaratılan sinema yapıtları olarak kabul ediliyor ve “Festen” başta karşımıza çıkan “sertifika” ve “Dogme 1” yazısının belirttiği gibi bu hareketin ilk örneği. Türkçeye “iffet (veya bekâret) yemini” olarak çevrilebilecek “kyskhedsløfter” sözcüğü ile tanımlanan 10 temel kuralı vardı bu hareketin uyulması gereken: 1) Çekimler gerçek mekânda yapılacak ve bu doğal sete müdahale edilmeyecek 2) Ses görüntü ile birlikte kaydedilecek, sonradan eklenmeyecek. Müzik ilgili sahnede icra edilmedikçe kullanılmayacak. 3) Kamera elde taşınacak 4) Film renkli olacak; yapay ışıklandırma yapılmayacak; eğer ortam çekim yapılamayacak kadar karanlıksa, kameraya iliştirilmiş tek bir aydınlatma kaynağı kullanılabilecek. 5) Optik araçlara başvurulmayacak ve filtre kullanılmayacak. 6) Yapay aksiyon olmayacak. 7) Hikâye “burada” ve şimdiki zamanda geçecek 8) “Tür” filmi (komedi, aksiyon vs.) olmayacak 9) 35 mm. film kullanılacak 10) Yönetmenin adına yer verilmeyecek. Bir “yemin metni” de yazmıştı (“Yönetmen olarak kişisel tercihlerimden uzak durmaya yemin ederim”, “bedeli ne olursa olsun hiçbir estetik kaygının taşınmasına izin vermeyeceğim” vs.) bu hareketin yaratıcıları ve kendilerini bağlamışlardı. Sonuçta amaç sinemada her türlü yapaylıktan uzak kalarak, filmlerin “gerçek” öyküler anlatan bir sanat olmasını sağlamaktı tüm bu maddelerin işaret ettiği gibi. Kuşkusuz bu akım kapsamındaki hemen her sinema yapıtının, manifestonun “yasa maddeleri”ne aykırı düştüğü durumlar oldu; müzik kullanımı bunlardan biriydi örneğin. “Festen”de de benzer bir “yasadışı” durum olmuş ve Vinterberg’in itirafına göre, “sahnelerin birinin çekiminde, dışarıdan gelen ışığın yarattığı sorun nedeni ile camlar örtülmüş ve bunun için sete dışarıdan, mekâna ait olmayan bir dekor malzemesi getirildiği gibi, yapay ışık da kullanılmış.

60. yaş gününe hazırlanan Helge (Henning Moritzen), eşi (Birthe Neumann) ile birlikte büyük bir otel işletmektedir ve doğum günü töreni için üç çocuklarından ikisini, Christian (Ulrich Thomsen) ve Helene (Paprika Steen), yakın akrabalar ve aile dostları ile birlikte bu otele davet etmiştir. En küçük çocukları olan Michael (Thomas Bo Larsen) bir önceki doğum gününde çok içip ortalığı karıştırdığı için davetli değildir ama bu onun eşi ve üç çocuğu ile kutlamaya gelmesine engel olmayacaktır. Aslında ailenin bir dördüncü çocuğu daha vardır ama Christian’ın ikizi olan Linda adındaki bu kız kısa bir süre önce o otelde intihar etmiştir. Davetlilerin tümü gelip, şölen yemeği başladığında Christian en büyük çocuk olarak kadeh kaldırır ve açılış konuşmasını yapar. İki farklı metin hazırlamıştır konuşma için ve seçimi babasına yaptırır; Helge’nin yeşil rengi seçerek yaptığı tercih Christian’ın ifadesine göre, “Babamın Banyoları” başlığını taşıyan bir “hakikat konuşması”na yol açacak, saklanan sırları açığa çıkaracak ve genç adamın söyledikleri şölenin orta yerine bir bomba bırakılmış etkisi yaratacaktır.

Daha açılış anlarından başlayarak, özellikle “kameranın elde taşınması” ve “estetik kaygı gözetilmemesi” ile ilgili olan kurallar başta olmak üzere, Vinterberg tam bir Dogma filmi çektiğini her karede gösteriyor bize. Görüntü bozulabiliyor, çerçevelemelere hiç müdahale edilmemiş görünüyor ve kameranın oyunculara özel / gizli bir amaç gözetmeden yaklaşmasının “rahatsız ediciliği” umursanmıyor vs. Yapay bir estetik kaygıdan uzak duruluyor ve biçimsel farklılığın neden olduğu “rahatsızlık”, bu hikâye özelinde bakılınca, içeriğin yarattığı ile birleşince ortaya kayıtsız kalmanın çok güç olduğu bir sonuç çıkıyor. Elbette, sadece bu değil bu öncü filme değer kazandıran; geçmişte işlenen suçların üzerinin örtülmesi politik ve sınıfsal bir bakışla ele alındığında, ek okumalara açık ve etkileyici bir hikâyesi var filmin.

Christian’ın şöleni sözleri ile bombalaması başta bir sessizliğie ve rahatsızlığa yol açıyor davetliler arasında ama bir süre sonra, genç adamın söylediklerine inanmamayı ve / veya duyduklarının rahatsız ediciliğini görmezden gelmeyi tercih ediyor misafirler, tıpkı annenin yıllarca yapmış olduğu gibi. İlk itiraftan sonra konu hikâye boyunca birkaç kez daha gündeme geliyor ama bir şekilde, rahatsızlığı hep bu sessiz kalma izliyor; hatta gecenin ilerleyen saatlerinde davetlileri adeta “çöküş”ü kutlarcasına çılgınca dans ederken görüyoruz. Hikâyede yozlaşma bir ailenin çerçevesi içinde kalarak anlatılsa da, davetlilerin de kulaklarını kapatarak ve şölene devam ederek, olan bitenin gönüllü birer parçası olmaları yozlaşmayı bu çerçeveden çıkartıp toplumsal bir boyuta taşıyor. Ev sahiplerinin ve ailenin orta / üst sınıftan olmaları, buna karşılık Christian’ın yanında duranların otelin mutfağındakiler olması ise öyküye sınıfsal bir alan açıyor ve “aşağıdakiler”in dayanışması ve doğrunun yanında durmaları “yukarıdakiler”in -burada kurban kendi içlerinden biri olsa da- sömürü düzenine bir direniş oluşturuyor adeta. Şöleni yönetme sorumluluğu verilen Alman adamın işlerin çığrından çıkmasına rağmen tam bir görev adamı sorumluluğu ile ve her şey yolundaymış gibi plana uymaya çalışması ise, “Alman disiplini”ne yöneltilen esprili bir eleştiri olma işlevi gördüğü gibi, sömürünün sürebilme nedenlerinden birinin de onun işte bu Alman karakter gibi hizmetkârları olduğunu söylüyor.

Film Afrika kökenli bir karakter üzerinden ırkçılık ve önyargılar konusuna da el atmış. Ailenin kız çocuğunun sevgilisi olan bu adamla tanıştırıldığında, annenin onunla daha önce karşılaşmış gibi konuşması (bütün “öteki”ler birbirinin aynıdır sonuçta!) ve davetlilerin toplu halde bugün sözlerinin ırkçı içerikler taşıdığı tartışılan ve 1970’lerde Danimarka’da hayli popüler olan bir çocuk şarkısını (4 yaşındaki Bo Andersen’in seslendirdiği “Jeg Har Set en Rigtig Negermand”) söylemeleri de yine, yukarıda belirtildiği gibi, hikâyeyi bireysel çerçeve içinde sınırlamadan düşünmemiz gerektiğine işaret ediyor gibi. Hayli kasvetli bir hikâye seyrettiğimiz ama Thomas Vinterberg ve Mogens Rukov’un senaryosu zaman zaman sizi gülmenin eşiğine kadar getiriyor ve hatta güldürüyor da; bu ikilem filmin rahatsız ediciliğini daha da artırıyor ki bu da Vinterberg’in hedefine ulaşmasını sağlıyor kesinlikle. Yönetmenin, öyküsünün kara komedi olarak sınıflandırılmasına karşı çıkıp, “içinde biraz kahkaha da olan dram” demesi ise hem doğru bir tanımlamaya işaret ediyor, hem de Dogma 95 anayasasının “Tür filmi olmayacak” kuralını hatırlatıyor.

Çok büyük bir kısmı bir akşam yemeği zamanında geçen filmde tüm kadro sağlam bir takım oyunu çıkarmışlar ortaya ve mizahtan gerçeküstüne kadar değişen alanlara taşan bir hikâyeye önemli birer katkı sağlamışlar; Ulrich Thomsen ve Thomas Bo Larsen ise senaryonun kendilerine daha fazla oynama olanağı sağlamış olmasının da katkısı ile öne çıkmışlar. İngiliz oyun yazarı David Eldridge tarafından tiyatroya da uyarlanan, pek çok ödül kazanan ve böylece Dogma 95 hareketini sinema dünyasına güçlü ve ilgi çekici bir biçimde sokan film bu başarısı ile akımın başka örneklerinin üretilmesine giden yolu da açmış oldu. Bir “akşam yemeği” ve o “yemeği terk edemeyenlerin” filmi olarak Luis Bunuel’in 1962 Meksika yapımı “El Ángel Exterminador” (Mahvedici Melek) adlı başyapıtının yanına yerleştirilmesi gereken yapıt, sinemayı özgürleştirirken, bir yandan da manifestosu ile onu sınırlayan ve kesinlikle hınzır bir bakışın ürünü olan Dogma 95 hareketinin ilk ve en başarılı örneklerinden biri olarak mutlaka izlenmesi gereken bir film.

(“The Celebration” – “Şölen”)