Pater – Alain Cavalier (2011)

“Bir işçi patronundan 50 kat az kazanıyorsa, bir sorun vardır. Kazanç paylaşılmalı”

Yönetmen Alain Cavalier ve oyuncu Vincent Lindon’un çekmeyi düşündükleri film, bu filmin hikâyesindeki roller ve hayat üzerine diyaloglarını anlatan bir hikâye.

1986 tarihli filmi “Thérèse” ile tanınan Fransız yönetmen Alain Cavalier’den “deneysel” denebilecek ama her durumda kesinlikle farklı bir film. Bir piknik sahnesi hariç tamamı iç mekanlarda geçen ve çoğunluğu doğaçlama diyaloglar ile yürüyen filmde, yönetmen ve oyuncu arada diğer oyuncuların da katıldığı sohbetlerinde filmdeki rollerini konuşuyor veya prova ediyorlar, hayat ve kadınlar hakkında dertleşiyorlar ve seyirciyi bir filmin yaratım sürecinin samimi bir paylaşımı içine çekiyorlar. Hemen her anında konuşulan ve sinemanın da en çenesi düşük filmlerinden biri olarak gösterilebilecek çalışma, çekilecek filmin odak noktası olan güç, politika, hiyerarşi ve adalet kavramları üzerinden günümüz Batı ve özellikle Fransız toplumunu mercek altına alan, sahnelenişi ve içeriği açısından tiyatroya belki de çok daha fazla yakışacak bir eser.

Filmi tam da bugünlerde, Fransa’da iktidardaki sosyalist (aslında sosyal demokrat) partinin zenginlerden yüksek vergi almaya yönelik bir tasarıyı yasalaştırmaya çalıştığı ve oyuncu Gerard Depardieu’nün de aralarında olduğu kimi isimlerin tepkisini çektiği günlerde seyretmek ilginç bir tesadüf oldu. Cavalier ve Lindon’un çekmeyi planladıkları filmin bir cumhurbaşkanı (Cavalier oynuyor bu rolü) ve bir başbakanın (Lindon) benzer bir yasayı çıkarmak için mücadele ettikleri bir hikâyesi var. Asgari ücret yasa ile belirlenebiliyorsa azami ücret neden yasa ile sınırlanamasın mantığından yola çıkan yasa vergiden kaçmak için başka ülkelere yerleşen zenginlerin devlet tarafından verilen ödül ve nişanlarının geri alınması gibi unsurlar da içeriyor. Başbakan cumhurbaşkanından yeterli desteği alamadığını düşünüyor ve hikâye bir süre sonra ikisi arasında yeni başkanlık için bir seçim yarışına dönüşüyor. Bu film içindeki filmin hikâyesi özetlediğim gibi çok çizgisel bir anlatım ile gelmiyor karşımıza elbette. Arada sık sık Lindon ve Cavalier başta olmak üzere tüm oyuncular çekecekleri filmin konusuna paralel olarak kendi hayatları üzerine sohbet ediyorlar. Lindon’un filmin başlarında kendi ev sahibi ile olan didişmesini anlattığı bölüm örneğin demokrasi ve güç sahibinin yaptırımları üzerine bir sohbet olarak ve benzer bir şekilde oyunculardan birinin kendi yönettiği şirkette işverenin işçiden onlarca kat fazla kazanmasından nasıl rahatsız olduğunu anlattığı bölüm hak ve kazançların eşit dağıtılması üzerine bir politik manifesto olarak düşünülebilir. El kamerası ile ve dijital olarak çekilen film, oyuncuların çekilmekte olan filmin bir çeşit provasını yaptıkları sahnelerde bir tiyatro oyununu, kendi aralarındaki sohbetlerinde ise bir film ekibinin hayatına karışmış bir belgeselcinin çekimlerini andırıyor. Karakterlerin birbirini el kamerası ile çekmelerini veya kimi sohbetlerde aynaya yansıyan kamerayı göstermekten çekinmeyen film özetle değişik bir sinemasal çalışma.

Cavalier’in birkaç sayfalık notu dışında yazılı bir senaryosu olmayan filmin gurmeler için hayli çekici olabileceğini de belirtmek gerek. Ormandaki piknik ve açılıştaki özenle hazırlanan yemek sahnesi başta olmak üzere film boyunca oyuncuları sık sık yemek yerken veya yemek hakkında konuşurken gözlemek mümkün. Özellikle Cavalier’in ağzının tadını bildiği anlaşılan filmde Cavalier ve Lindon ikilisinin arasındaki yakınlığı görmek de hayli ilgi çekici olabilir kimileri için. Çektikleri filmde cumhurbaşkanı yerini almaya hazırlanan bir başbakan ile çatışırken, “gerçek” hayatta Cavalier zaman zaman Lindon ve kendisinden genç olan diğer karakterlere sinemada yerini alacaklara bakan tecrübeli birinin gözleri ile bakışlar atıyor. Filmin adının da vurguladığı gibi “baba” ile “oğul” (bir başka açıdan bakarsak, gücün mevcut sahibi ile yerini almaya hazırlanan veya “devlet” ile “halk”) arasındaki gerilimi vurgulayan hikâye sadece sıkı sinemaseverler, elbette Frankofonlar ve bir de Lindon hayranları için. Başarılı oyuncuya başka bir filmde bu denli yaklaşabilir misiniz bilmiyorum ama burada kendisi olarak karşımıza çıkan sanatçının sıcaklığından ve samimiyetinden etkilenmemek mümkün değil. Konvansiyonel bir film bekleyenlerin uzak durması gerekiyor!

(“Babamız”)

The Deep End – Scott McGehee / David Siegel (2001)

“Belki sizin gibi davranmalıyım. Belki birine şantaj yapmalıyım. Ya da sizin başka bir fikriniz vardır belki. Benden çalmaya geldiğiniz bu 50.000 Doları bulmak için daha fazla nasıl gayret gösterebileceğim konusunda belki daha iyi bir fikriniz vardır”

Oğlunun işlediğini düşündüğü bir cinayeti örtbas etmeye çalışan bir annenin hikâyesi.

Tüm filmlerini birlikte yöneten ABD’li yönetmenler Scott McGehee ve David Siegel’in 2001 tarihli çalışmaları Elizabeth Sanxay Holding’in “The Blank Wall” adlı ve 1947 tarihli romanından uyarlanmış. Aynı romandan Max Olphus 1949’da Joan Bennett ve James Mason’ın başrollerinde oynadığı ve beğenilen bir kara film (“The Reckless Moment”) çekmiş. Bu ikinci uyarlama hikâyeye eşcinsel bir boyut ta katan ve özellikle görüntü yönetimi ve Tilda Swinton’ın oyunu ile dikkat çeken bir çalışma.

McGehee ve Siegel ikilisinin senaryosunu birlikte yazdıkları, yapımcılığını üstlendikleri ve yönettikleri film belki James Mason’ın 1949 versiyonundaki karizmasından yoksun ama onun yerine çağdaş sinema oyuncularının en başarılı isimlerinden biri olan Tilda Swinton var burada. Oğlunu kurtarmaya çalışırken içinden çıkamadığı işlere bulaşan ve kendi başını derde sokan kadının annelik güdülerini her filminde olduğu gibi çok parlak bir oyun ile getiriyor perdeye. En sıradan filmi bile aydınlatacak güçlü oyununu bu filmde de bizlere sunan Swinton, cinayetin izlerini ortadan kaldırmaya çalışırken veya kendisine yardımcı olan adama kaza yerinde veda ederken o denli elle tutulur bir duyguyu geçiriyor ki seyredene içinizde yanına gitmek ve başına gelenlerden onu korumak arzusunu hissetmemeniz mümkün değil. Bu filmde Mason’ın yerini alan Goran Visnjic ve oğlu rolündeki Jonathan Tucker da üstlerine düşeni yapınca film oyunculuk açısından sınıfı rahatlıkla, hatta Swinton’ın etkileyiciliğini düşünürsek parlak notlarla geçiyor. Gilles Nutgens’in ödüllü ve ne bir fazlası ne de eksiği olan görüntü yönetimini ve hikâyenin içeriğine ve akışına çok uygun Peter Nashel imzalı müziği de sınıfını geçenler arasına eklemek gerek kesinlikle. Sinemanın bu iki unsuru -görüntü ve müzik, kendilerini öne çıkarmadan nasıl da bir filmin ayrılmaz ve doğal bir parçası olabildiklerini gösteriyorlar hikâye boyunca.

Donanmada görevli olduğu için uzun süreler boyunca evinde olmayan ve filmde de hiç görünmeyen babanın ailedeki rolünü de üstlenen kadının tüm sorunları kendi başına çözmek konusundaki ve zorunluluktan gelişen alışkanlığı ile ve bir parça aceleci gerçekleştirdiği müdahelesi oğlunu korumaya çalışırken işler açıyor başına ve bu hikâye özel bir çarpıcılık içermese de sahip olduğu Hitchcock öğeleri ile küçük ama sıkı bir kara filme kaynaklık ediyor. İlk filmleri “Suture” ile farklı biçimsel denemelere girişen yönetmenler sekiz yıl aradan sonra çektikleri bu filmde daha geleneksel bir sinema yapmışlar ve hikâyeyi klasik bir dille anlatmışlar. İkilinin senaryosu Goran Visnjic’in şantajcı karakterinin değişimini biraz hızlı geçiştirerek ve bu anlamda inandırıcılık açısından da bir eksiklik duygusu yaratarak aksasa da ve romandaki olayları (biri cinayet üç ölüm, iki araba kazası ve bir kalp krizi) filme aynen taşıyınca bir parça seyirciyi yorsa da genel olarak tam da akması gerektiği gibi akıyor ve bir kadının dingin bir hayatının nasıl kaoslar içine yuvarlanıp sonra tekrar eski dinginliğine kavuştuğunu seyri keyifli ve seyircisini yanına alan bir gerilim duygusu ile anlatmayı başarıyor.

Denizde yok edilmeye çalışılan cesetten sık sık görüntüye gelen akvaryuma ve kadının eve girişini musluktan mutfak lavabosuna düşmekte olan damla üzerinde oluşan görüntü üzerinden göstermeye, yönetmenler suyu bir motif olarak filmlerine katmışlar ve filmlerine verdikleri isme de (filmde bir gay kulübünün adı olan “The deep end” ifadesi yüzme havuzlarının derin kısımları anlamına da geliyor) göndermede bulunmuşlar; yüzeyi sakin olan bir havuzun (hikâyede ailenin) derinlerinde oluşan gerilimi anlatan bu film belki sinema dili açısından çok önemli olmayan ama iyi anlatılmış, iyi oynanmış, küçük ve sıkı bir polisiye gerilim arayanlar için hayli çekici özet olarak.

Hearat Shulayim – Joseph Cedar (2011)

“İkimizin de kırık çömleklerle uğraştığını varsayalım. Birimiz bu çömlek parçalarına bakar, onları titizlikle temizler, ayıklar ve tasnif eder. Dönemini ve kimin yaptığını anlamak için bilimsel olarak ölçüp biçer ve eğer başarılı olursa işini iyi yapmış olur. Kendisinden sonraki nesiller onun araştırmasından yararlanacaktır. Diğeri bu kırık parçalara birkaç saniye bakar, aşağı yukarı aynı renkten olduklarını görünce hemen bir vazo oluşturur onlardan. Parçaların farklı dönemlere ait olmalarını veya birbirlerine gerçekten uyup uymadığını umursamaz. Yeter ki bir vazo çıksın ortaya! Vazo güzeldir ama bilimsel gerçekle hiçbir ilgisi yoktur. Boş bir vazodur o; bir peri masalıdır gerçeklikten eser taşımayan”

İkisi de akademisyen olan bir baba ve oğlunun aralarındaki rekabetin ve kazananı ödül töreninden önce yanlış açıklanan bir ödül etrafında doğan gerilimin hikâyesi.

İsrail sinemasından bir “entelektüel savaş” hikâyesi. Joseph Cedar’ın filmi bolca ödül kazanmış ve baba ile oğlu arasındaki entelektüel rekabeti nerede ise bir gerilim tadı vererek anlatan ve bu arada özellikle Talmud kavramına (Yahudilerin gelenek, kural ve efsanelerini içeren dini metinler) aşina olanların daha da keyif alacağı bir çalışma. Bilimsel çalışma yöntemlerinin farklılığı üzerine de sözleri olan film bu sözlerini akıllıca bir şekilde kişisel hikâyelerin de parçası yapmayı beceriyor ve ortaya seyri gerekli bir çalışma çıkıyor.

Akademi dünyasının da hırslardan, rekabetten ve ödüllendirilme arzusundan muaf olmadığını ve hatta bu dünyanın entelektüel seviyesinin yüksekliği nedeni ile bu çevrelerde yaşanan çekişmelerin çok daha incelikli araçlarla ve fikirler üzerinden yürütülen bir savaşa dönüştüğünü gösteren ilginç bir çalışma karşımızdaki. Baba haksızlığa uğradığına inanan, İsrail Bilim Akademisi’ne kabul edilmemiş, popüler olmamış ve hiç ödüllendirilmemiş, bir profesör ve eski usul yöntemlerle çalışan bir adam. Yıllarca büyük bir sabırla eski dinî metinleri taramış, karşılaştırmış ve sınıflamış ama onun yıllar boyunca süren çalışmasının önüne bir başka bilim adamının tamamen tesadüfen bulduğu bir metin üzerine yaptığı çalışma geçmiş. Oğul ise hayli popüler olan, akademik çevrelerde çok beğenilen ve hikâyenin başında da akademiye kabul törenine tanık olduğumuz bir profesör. Bu iki adamın devletin vereceği bir ödül etrafında dönen çekişmeleri oldukça zeki bir senaryo ile çekici ve nerede ise gerilim kelimesi ile sınıflanabilecek bir hikâyeye dönüşüyor ve Cedar Hitchcock filmleri için Bernard Herrmann tarafından yapılan besteleri çağrıştıran ve Amit Poznansky imzalı müziği de başarılı bir şekilde kullanarak hikâye ilerledikçe çekiciliği artan bir çalışma getiriyor karşımıza.

Joseph Cedar hikâyesinin “akademik” yanını ilginç bir içeriğe dönüştüren orijinal senaryosu ile takdiri hak ettiği gibi yönetmenliğini de ustalıkla konuşturuyor. Cannes’da Altın Palmiye alan senaryoyu yönetmen mizansen ustalığı ve incelikli buluşlarla pek çok çarpıcı sahnesi olan bir filme dönüştürmeyi başarıyor. Oğulun ödülün gerçek sahibini öğrenmesi ile yaşadığı ikilem, ödül komitesinin daracık toplantı odasında geçen tüm sahne veya kapanış jeneriklerini mikrofilmleri çağrıştıran bir şekilde perdeye getirmesi Cedar’ın parlak başarısının kimi örnekleri. Babayı canlandıran Shlomo Bar-Aba yılların kıskançlık, nefret ve kalp kırıklığını duygularını çok az dışa vurarak ustalıkla sergilerken, Lior Ashkenazi oğul rolünde tıpkı hikâyedeki karakteri gibi daha dışa dönük bir performans veriyor ve özellikle fedakârlık ile öfkesi arasında sıkıştığı anları çarpıcı bir biçimde canlandırıyor. Joseph Cedar dozunda tuttuğu kurgu oyunları ile filmine dinamizm katarken sık sık görüntüye getirdiği güvenlikle ilintili görüntüler ile ülkesinin içinde yaşadığı “sürekli alarm” halini de karşımıza getiriyor; bina girişlerindeki aramalar, sık sık görüntüye gelen korumalar veya diğer güvenlik önlemleri filmin “entelektüel” içeriği ile taban tabana zıt ve bu bağlamda ülkenin halet-i ruhiyesini de sergilemiş oluyor.

Zaman zaman eğlenceli grafiksel çalışmalara başvuran ve eskrim kıyafeti içinde babayı izleme gibi biraz zayıf veya ödül toplantısındaki yer darlığının yarattığı komedi gibi oldukça güçlü küçük mizah anları da olan film ilgiyi kesinlikle hak eden çalışma, akademik dünyanın da hırsları, dedikoduları ve kişisel çekişmeleri barındırdığını ve insan doğasının mesleği, entelektüel düzeyi ve yaşı ne olursa olsun her yerde aynı olduğunu söylemesi ile de ilginç bir film. Baba ile oğul arasındaki Freudyen çekişme, sevgi (bilimsel çalışmalara ve aileye duyulan) ve kuşkusuz öğrenme arzusu üzerine Cedar döktürüyor bu başarılı filminde.

(“Footnote” – “Dipnot”)

Opération Casablanca – Laurent Nègre (2010)

“Ne olur, bana bir şey yapma! 11 Eylül’ü ben yaptım. Londra bombalamasının da, Madrid istasyonundaki bombanın da sorumlusu benim. Kabul ediyorum”

Yanlışlıkla terörist zannedilen ve Avrupa’da kaçak yaşayan müslüman bir Faslı’nın hikâyesi.

İsviçre, Kanada ve Fransa ortak yapımı olarak çekilen ve yönetmenliğini Laurent Nègre’nin üstlendiği film özellikle 11 Eylül olaylarından sonra Batı dünyasında dozu iyice artan İslamcı terörist paranoyasını kendisine temel alan bir komedi. Başta bu müslüman paranoyası olmak üzere teröristler, ajanlar ve istihbarat kurumları ile ilgili klişelerle dalga geçen ama bunu yaparken kendisi de bu klişelerin ötesine geçemeyen film, temel olarak kendisini ilgisi olmayan olayların içinde bulan masum ve komik bir adamın –elbette mutlu son ile biten- hikâyesini anlatıyor. Kaba bir özetle bir Hitchcock filmi (örneğin “North by Northwest”) ile bir Kemal Sunal filminin (örneğin “Gerzek Şaban”) popüler ve zaman zaman vasat sularda gezinen bir karışımı olarak ifade edilebilir filmin durumu.

Müslüman bir Arap olmaktan daha az kötü bir durum olarak gördüğü için kendisini Ekvatorlu olarak tanıtan kahramanımızın türün hemen tüm klişelerine uygun olarak akan ve Mochine Besri ve yönetmen tarafından yazılan hikâyesi hemen her şey ile dalga geçen ama bu alaycı yaklaşımında en büyük payı da aşırı İslamcı teröristlere ayıran bir film. “-Quebec –Yani Kanada –Hayır! Quebec –Tamam Kanada işte!” esprisi ile Quebec halkının kendilerini Kanadalı görmemesinden istihbarat ajanlarının beceriksizliğine, fanatik İslamcı teröristlerin striptiz kulübündeki tahmin edilebilir durumlarından sonradan müslüman, üstelik Bin Ladin hayranı bir müslüman olmuş Batılı gence alıştığımız tüm komedi alanları kendisine yer bulmuş filmde ama filmin yaratıcıları eninde sonunda Batılı bakışlarını muhafaza ederek asıl esprilerini baş kahramanımız olan kaçak müslüman işçi ve müslüman teröristler üzerinden üretmiş görünüyor. Hikâyenin güldürmeyi başardığı anlar da genellikle bu karakterlerin aptallıkları veya başlarına gelenleri getiriyor seyircinin önüne. Müslüman paranoyasını temel alan ama komik de olsalar kötülerini de bu karakterlerden seçen filmin durduğu noktanın neresi olduğu da açık elbette. Buna bir de baş karakterimizin hayat anlayışı, sözleri vs. açılardan tüm etnik ve dini kimliğine rağmen Batılı bir tarafta durduğunu da ekleyelim.

Nègre’nin filmi yukarıdaki kusurlarına rağmen arada güldürmeyi de başarıyor. Bir yenilik içermese de stiptiz kulübündeki sahne (ki “Wo Hu Cang Long – Kaplan ve Ejderha” gibi filmlerdeki dövüş sahnelerinden Bond filmlerine kadar göndermeler içeriyor), kara çarşaflar içindeki kahramanımızın dazlaklar ile karşılaşması veya “meğer rüya” imiş sahneleri ile dalga geçtiği anlar gibi bölümler keyif vermeyi başarıyor. Oryantal esintili bir müzik eşliğinde anlatılan ve açıkçası pek de güçlü olmayan hikaye bir süre sonra kahramanının, başına işler gelen bir masum adam olmasını onun başına işler gelen bir masum Arap olmasının önüne de geçiriyor ve bu anlamda bir odak kaybına uğruyor. Faslı oyuncu Tarek Bakhari’nin oyunu filmin atmosferine uygun ve dizginlenmiş bir Kemal Sunal performansı olarak özetlenebilir hikâye boyunca sergilediği performans. Derin dondurucuya kapatılmaktan zehirlenmeye, origami aracılığı ile işkence görmekten vücudunda bomba sarılı iken dolaşmak zorunda kalmaya başına her türlü iş gelen karakterini yeterince eğlenceli kılmayı başarıyor.

Tahmin edilebilir hikâyesi, kimi politik yanlışları barındıran Batılı gözü ve göz ardı edilmeyecek bir orijinallik eksikliği rahatsız edebilir ama seyredip unutulabilecek türden ve şu ya da bu şekilde eğlendirmeyi beceren bir film özet olarak. Fanatik İslamcı teröristler üzerine bir komedi aranıyorsa Christopher Moris’in “Four Lions – Dört Aslan” filmi daha doğru bir tercih olabilir.

(“Casablanca Operasyonu”)