La Nostra Vita – Daniele Luchetti (2010)

“Tek konuştuğun şey para. Para her şeyi halleder sanıyorsun”

Tanık olduğu ve ihbar etmediği bir ölümden sonra hayatındaki her şey rayından çıkmaya başlayan bir inşaat işçisinin hikâyesi.

İtalyan yönetmen Daniele Luchetti’nin senaryosuna da katkıda bulunduğu şimdilik son filmi. Sevecen ve dürüst bir insanın günlük hayatında karşılaştıklarına ve yaşadığı zorluklara eğilen film, alçak gönüllü ve yumuşak bir tonda ilerleyen, başrol oyuncusu Elio Germano’nun çarpıcı performansı ile sürükleyiciliğini koruyabilen ama gündeme getirdiği konuları sanki yüzüstü bırakıp mutlu bir sona yönelmesi ile kendisine zarar veren bir çalışma.

Üçüncü çocuklarına hamile olan eşine gösterdiği sevecenliği, inşaattaki işçileri tatlı sert yönetimi ve herhalde sonradan yaşayacağı trajedinin seyirci nezdindeki etkisini daha da artırmak için süresi gereksiz uzatılmış görünen sevişme sahnelerindeki diyalogları ile hayli mutlu ve umudu da sınırsız görünen bir karakteri tanıtarak başlıyor film. Adamın inşaatta gece bekçiliği yapan bir kaçak göçmen işçinin cesedini bulması ile hayatındaki her şey de birden tersine dönmeye başlıyor. Senaryo göçmen işçinin ölümü ile sonraki olaylar arasında ne somut ne de manevi bir bağ kurmuyor ve seyirciden ne beklediği konusunda da net bir eğilim hissettirmiyor. Dolayısı ile ne ölen işçinin ne de kahramanımızın başına gelenlere nasıl yaklaştığını anlatabiliyor filmin senaryosu. Bunun dışında kapitalizmin rekabetçi ortamının ve yoksulluğun doğal sonucu olarak ortaya çıkan güvencesiz çalışma ve kaçak işçi çalıştırma gibi konuları da açık yüreklilik ile dile getiren ve bu anlamda kimi çarpıcı sahneleri de olan filmin burada da bir sıkıntısı var; eleştirel bir yaklaşımdan çok göstermeyi tercih eden bir anlayışı benimsiyor filmimiz. Ayrıca iki göçmen karakter (ölen kaçak işçinin sevgilisi ve oğlu) nerede ise bir “kendini iyi hisset” hikâyesinin parçasına dönüşünce, film mesajını oldukça naif bir “dünyayı güzellikler kurtaracak” ifadesi ile verir hale düşüyor. Özellikle kahramanımızın sıkıntı yaşadığı anlarda ailesinden aldığı fedakârlık dolu desteği ve komşularının onun adına altına girdikleri sorumlulukları ve aldıkları riskleri de düşününce, nerede ise Amerikan filmlerinin hep empoze edegeldiği gibi sistemin kendisinde sorun olmadığı, sorunun sistemin uygulayıcılarında olduğu ve işte bir iki dostun yardımı ile her şeyin yoluna gireceği mesajı veriliyor bile denebilir.

Elio Germano’nun Cannes’dan ödülle dönen performansı filmin en büyük artılarından biri. Sanatçı sadece toplu şarkı söyleme sahnesinde olduğu gibi oyunculuk şovu yapmaya uygun sahnelerde değil en az onun kadar karakterini günlük hayatın içinde gösteren sahnelerde de çarpıcı kelimesi ile özetlenebilecek bir oyun veriyor. Luchetti el kamerası ile yaptığı çekimlerde ve özellikle Germano’nun yüzüne odaklanan yakın plan çekimleri ile doğal ve etkileyici görüntüler elde ediyor sık sık ve tam olarak derdinin ne olduğunu anlatamasa da seyirciyi filmine katmayı başarıyor. Karakterlerini işçi sınıfından seçmesi ile anlattığı hikâyeyi de saygın kılan Luchetti Germano’nun dışındaki diğer tüm oyunculardan da tam bir ekip oyunu alması ile övgüyü hak ediyor. Kalabalık sahnelerde kameranın görüntülemeyi seçtikleri ve genel olarak bu sahnelerdeki mizansen anlayışı da kayda değer kesinlikle.

Cannes’da yarışmalı bölümde yer almayı ne kadar hak ettiğini de sorgulamak gerekiyor aslında bu filmin. Aksadığı en temel nokta başlattığı dramı kaymayı tercih ettiği son ile zayıflatan senaryosu olan film, yine de ülkedeki soysuzlaşmayı ve bunun günlük hayatın her anına ne kadar doğal bir biçimde girmeyi başardığını göstermesi ile de ilgi toplayabilecek ve Luchetti’nin yumuşak kamerasının hoş bir seyir zevki kattığı bir çalışma özet olarak. Bir Ken Loach filmi gibi başlayıp bir Hollywood filmi gibi sona ermek gibi bir talihsizliği olsa da, görmekte yarar var; hele de Türkiye’deki emekçilerin karabasanı olan taşeronluğun İtalya’daki örneklerini de karşımıza getirdiğini düşünürsek.

(“Our Life” – “Hayatımız”)

Kinatay – Brillante Mendoza (2009)

“Seni öldürmemem için tek bir neden söyle bana; fahişesin, uyuşturucu bağımlısısın ve dolandırıcısın”

Küçük yasadışı işlere bulaşan bir kriminoloji öğrencisinin tanık olduğu hunhar bir cinayetin hikâyesi.

Filipinli yönetmen Brillante Mendoza’dan 2009 Cannes festivalinde En İyi Yönetmen ödülü kazanmış bir film. Armando Lao’nun senaryosu oldukça düz ama çok etkileyici bir hikâyeye kaynaklık ederken Mendoza’nın yönetmenlik becerisi bu hikâyeyi tam bir sinema dersi kıvamında ve çok çarpıcı bir sonuca dönüştürüyor. Başta oldukça uzun süren minibüs içindeki yolculuk bölümü olmak üzere çeşitli anları ile sinemada hareket bekleyenleri zorlayabilecek ama bir parça çaba ile içine girildiğinde kusursuza yakın keyfi ile seyredeni ödüllendirecek bir film.

Mendoza’nın filmi şehirden sokak görüntüleri ile başlarken yavaş yavaş karakterlerini tanıtmaya girişiyor. Ardından gece kulübünden kadının kaçırılması ve onu takip eden uzun bir yolculuk, hunharca işlenen bir cinayet ve geri dönüş sahneleri ile devam ediyor film. Bu şekilde okunduğunda çok düz görünen ve zaten böyle olması da amaçlanmış bir hikâyeyi Mendoza tam da hikâyeye yakışır bir tarzda basit görünen ama derdini seyircinin kaçınamayacağı bir netlikte anlatıyor. Filmin ilk bölümünde birkaç aylık çocuğu olan ve kız arkadaşı ile evlenmek üzere olan baş karakterimizin hayatını oldukça sıcak, sevimli ve hafif bir tarzda anlatıyor Mendoza. Bu sırada şehrin sokaklarından yansıttığı görüntüler el kamerası ile çekilmiş ve hem şehrin yoksulluğunu hem de insanların yaşam sevincini benzersiz bir şekilde getiriyor karşımıza. Tüm filmde olduğu gibi bu bölümde de filmin ses kurgusu hayli etkileyici ve adeta kendinizi sahnenin içinde hissetmenizi sağlıyor. Bu yumuşak sahnelerde bir an görüntüye gelen restoranda tabaktaki parayı aşırma anı bir şeylerin gösterildiği gibi olmadığını ve bizi tedirgin edecek bir takım gelişmelerin yaklaşmakta olduğunu ima etmesi ile hayli başarılı bir yaratıcılık örneği olarak dikkat çekiyor.

Hayli uzun süren minibüs içindeki yolculuk ise bir takım numaralara başvurmadan sinemada yaratılmış en başarılı tedirgin ve korkmuş karakteri getiriyor karşımıza. Coco Martin’in genç ve masum yüzünü başarı ile emrine verdiği karakterin önce tanığı sonra da parçası olduğu ve zalimce işlenen bir suçun yarattığı tedirginlik kadının kaçırılma anından itibaren filmin havasına egemen oluyor. Burada bir bireyin içine düştüğü ikilem (şiddetle ihtiyacı olduğu için karıştığı yasadışı işe bulaşmak veya artık eğer geri dönüş mümkün ise bu hayattan sıyrılmak) söz konusu ediliyor görünse de film çok daha toplumsal bir hikâye anlatıyor aslında. Paranın ve gücün hâkim olduğu tüm çağdaş kapitalist/liberal toplumlarda sıradan insanların nasıl kolayca yozlaşmanın bir parçası olabildiklerini ve tüm doğal içgüdülerine karşın nasıl şu ya da bu boyutta kötülüğe katkıda bulunabildiklerini vurgulayan filmin en büyük başarısı kahramanının kötülük karşısındaki tereddütünü hissettirdiği anlar. Mendoza özellikle otobüs terminalindeki sahnede kahramanımızın kaçmadığını mı yoksa kaçamadığını mı nerede ise belirsiz bırakıyor ve filminin “tereddüt ve tedirginlik” ile özetlenebilecek içeriğini net olarak ortaya koyuyor. Üstelik gencin tüm film boyunca üzerinde önünde kriminoloji yazan bir tişört ile dolaşmasının yarattığı çelişkiyi ve aslında bu çelişki üzerinden Mendoza’nın genel olarak toplumun tümünün yozlaştığını ve bu yozlaşmanın karşısında durması gereken güçlerin de onun bir parçası olduğunu vurucu bir şekilde göstermekten de çekinmiyor filmimiz. Mendoza kadına tecavüz edirken çetenin elemanlarının aileleri ve polislik mesleği üzerine olan sohbetlerini veya cinayetin ardından yapılan “mıntıka temizliği” sırasında cep telefonları hakkında konuşulmasını da yine işte toplumun genlerine sızmış kötücüllüğün nasıl da içselleştirildiğinin örneği olarak getiriyor karşımıza.

Nerede ise gerçek zamanlı anlatılan ve çoğunlukla el kamerası kullanılan film, başta Mendoza’nın yönetmenlik becerisi olmak üzere ve bu becerinin bir örneği olan tereddüt ve tedirginlik anları ile kesinlikle görülmesi gereken bir çalışma. Başlangıç bölümlerindeki aydınlığın yerini karanlık ve dijital görüntülere bıraktığı film yine aydınlık görüntülerle sona ererken her birimizin hayatındaki kötülük (ister faili ister umursamayan bir gözlemcisi olarak parçası olduğumuz) anlarına bir pencere açıyor ve onunla yüzleşmemizi istiyor sanki. Tam bir ana akım Amerikalı sinema eleştirmeni olan Roger Ebert’ın Cannes festivalinde gösterilen en kötü film olarak damgaladığı eserin, hem “bir şey olmayan” uzun sahneleri hem de kimi sert sahneleri ile belki seyri pek de kolay değil ama sinemasal değerinin çok yüksek olduğu açık Ebert’in yargısının aksine.

(“Butchered” – “Katliam”)

Hævnen – Susanne Bier (2010)

“O ölmek istemiyordu ama sen pes ettin. Pes eden insanlara tahammül edemiyorum”

İki Danimarkalı aile üzerinden anlatılan bir şiddet, intikam ve dostluk hikâyesi.

Danimarkalı yönetmen Susanne Bier’den 2011’de aralarında En İyi Yabancı Film dalında Oscar’ın da olduğu pek çok ödül kazanmış bir film. Temel olarak şiddetin kendisi ve şiddet karşısında insanların tepkileri üzerine bir hikayesi olan film, kazandığı Oscar’ı açıklayacak şekilde duygusal ve büyük konuları geniş seyirci kitlesi için basitleştiren yapısı ile belki sinemasal açıdan çok önemli değil ama kimi anlarındaki etkileyiciliğine kolay kolay kayıtsız kalınamayacak bir çalışma.

Boşanmak üzere olan bir ailede baba sık sık yoksul halka sağlık hizmeti vermek için Afrika’ya giden bir doktor. Yine doktor olan anne ise iki çocuğunu da büyütmeye çalışıyor bir yandan. İki çocuktan büyük olanı okulunda sürekli olarak arkadaşları tarafından taciz ediliyor ve aşağılanıyor. Diğer ailede ise anne kısa bir süre önce kanserden ölmüş ve baba kendisini annesinin hastalığı döneminde pes etmekle suçlayan oğlu ile arasını düzeltmeye çalışıyor. İki çocuğun arkadaşlığı ile birlikte gelişen olaylar ise ana akım bir Amerikan filminde anlatılandan çok da farklı değil aslında ve sık sık kolaya kaçması ile eleştirilebilecek bir senaryosu var filmin. Anders Thomas Jensen’e ait olan ve temelini yönetmen ile birlikte attıkları senaryonun ciddi bir farkı var yine de ki filmi yönetmenin zarif ve dokunaklı anlatımı ile birlikte asıl ayakta tutan da bu. Hikâyede şiddet hem karakterlerin kişisel hayatındaki yeri ile hem de doktorun Afrika’da gözledikleri üzerinden daha üst ve toplumsal bir düzeydeki yeri ile ele alınıyor. Filmin hikayesini Danimarka gibi genel olarak toplumsal uyumun üst düzeyde seyrettiği ve şiddetin karşılıklı hoşgörü nedeni ile düşük bir orana sahip olduğu ülkede geçirmesinin, toplumun daha doğrusu onu oluşturan insanların, genlerinde gizli olan şiddet duygusunu ortaya koymak açısından ilginç ve doğru bir tercih olduğunu söylemek gerek. Çocukların kendisine şiddet uygulayan adama pasifist ve hani nerede ise entelektüel bir çıkış ile karşı koyan babayı eleştirdiği sahne ve burada babanın yaşadığı ikilem aslında oldukça ilgi çekici. Şiddete aynı şekilde karşılık vermenin sadece yeni bir şiddeti doğuracağını savunan babanın tarafında duruyor film ama okulda geçen benzer bir olayda, gördüğü şiddete çok daha fazlası ile karşılık veren çocuğun elde ettiği konumu da göstererek toplumda güç kullanımının bireye sağladığı artıları da sergiliyor. Yine bu kapsamda, doktorun Afrika’da şiddetin baş uygulayıcısı olan bir çete reisini tedavi etmesi gerektiğinde yaşadığı ikilemi ve sonunda kendisinin de payının olduğu trajik sonu da karşımıza getiren film bu sorunun kolay bir cevabı olmadığını ortaya koyarak üzerinde ciddi olarak düşünülmesi gereken bir alanı da açıyor seyircinin önünde. Ne var ki film tüm bunları yaparken sık sık oldukça ana akım tarzı bir anlatıma sapıyor ve oldukça derinleşebilecek bir temayı popülerliğe kayarak zayıflatıyor. Avrupalı bir sanatçı ile olarak çıkılan yolda ilk gördüğü sapakta Amerikan tarzı bir yaklaşıma kayan bir tavrı var filmin özet olarak.

Şiddete yine şiddet ile karşı koymayan bireyin hayatının epey güç olduğu günümüz toplumunda Gandhi türü pasifist yaklaşımların ne derece işe yaradığının sorgulanmasını gerektiren olaylar zincirinin finalde geldiği nokta, bu derece ciddi bir toplumsal sorun üzerinde düşünceler üreten bir entelektüelin yüzeysel bir iyimserlik ile sıyrılması olmuş bu işten ama yine de film kesinlikle kendisini ilgi ile seyrettirmeyi başarıyor. Doktorun kendisine vuran adamın yanına çocuklarını da alarak gitmesi ve çocuklarına kendi yaklaşımının doğruluğunu göstermeye çalışması ve yine aynı adamın Afrika’da onun hümanist yaklaşımının bile anlamsız kaldığı bir trajedi karşısında halkın intikamına nerede ise aracılık etmesi gibi sahneler filmin seyirciyi kolayca eline geçirdiği anları olarak dikkat çekiyor. Başta doktor ve eşi rolündeki Mikael Persbrandt ve Trine Dyrholm olmak üzere başarılı oyuncular da filmin çekiciliğine destek sağlıyorlar. Johan Söderqvist imzalı müzikler ve Morten Søborg’ ait görüntüler de başarılı ama yönetmenin güzel Afrika görüntülerinden kaçınamamış olmasını da eleştirmek gerek. Yine de Bier’in hikâyesini anlatırken sahnelerin arasına yerleştirdiği bu ve benzeri doğa görüntülerinin seyirciye seyretmekte olduğu hikâyedeki şiddet teması üzerine düşünme fırsatı verdiği ve eşlik eden müzik ile birlikte konunun derinliğini hatırlatan bir yapıya sahip olduğu söylenebilir.

Orijinal adı “İntikam” anlamına gelen filmin İngilizce adını “Daha İyi Bir Dünyada” olarak belirleyenler herhalde ilk adın fazla sert olduğunu düşünmüşler ama tercih ettikleri isim de sadece filmin sondaki gereksiz ve anlamsız iyimserliğini desteklemekten öteye geçemiyor. Senaryosundaki kimi boşluklar (örneğin çocuklardan biri olan Christian’ın nerede ise kötücül bir karakter olarak algılanmasına yol açacak şekilde, şiddet eğiliminin arkasında ne olduğunun yetersiz bir şekilde izah edilmesi), rahatsız etmekten çok rahatlatıcı bir finali tercih etmesi ve Danimarka’daki şiddet ile Afrika’dakini derdini anlatabilmek için biraz zorlama bir biçimde paralel biçimde anlatması ile de eleştirilebilecek olan film tüm bunlara rağmen ilgiyi rahatlıkla hak ediyor.

(“In a Better World” – “Daha İyi Bir Dünyada”)

Hour of the Gun – John Sturges (1967)

“Çocukken hep tartışırdık. Ölürken tüm hayatının gözünün önünden geçeceğini iddia ederdi. “Öyle değilmiş Wyatt” dedi”

Amerikan tarihinin önemli figürlerinden Wyatt Earp ve aralarında bir başka önemli isim olan Doc Holliday’in de bulunduğu arkadaşlarının Clanton çetesi ile mücadelelerinin hikâyesi.

Amerikalı yönetmen John Sturges’ın yine kendisinin 1957 tarihli western klasiği “Gunfight at the O.K. Corral” filminin bir bakıma devamı olarak çektiği eser, bu ilk filmde anlatılan ve sadece 30 saniye süren çatışmamın sonrasında neler olduğuna ve Earp ve arkadaşlarının Clanton ile devam eden mücadelelerine odaklanıyor. Klasik western filmlerine nazaran tarihteki gerçeklere sıkı sıkıya bağlı kalması ile dikkat çeken film belki tam da bu nedenle westernin sıkı takipçileri için yeterince “heyecanlı” olmayabilir.

Sturges’ın filmi kimi klasik western’lerin görkeminden uzak ve hani nerede ise karakter çatışması üzerinden ilerleyen bir film. Temel olarak kişisel intikam ile adaletin tesisi arasında kalan Earp’ün hikâyesini biraz fazla soğukkanlı anlatan ve fazlası ile kronolojik ve düz görünen bir anlatıma sahip olan filmin en büyük problemi yeterince hikâye içermiyor olması sanki. Hikâyeye girip çıkan kimi karakterler, örneğin Holliday’in ekibe kattığı üç adam, senaryoda herhangi bir önem taşımıyor ve varlıkları veya yoklukları akışı hiçbir şekilde etkilemiyor. Bu üç karakteri filme olayları filmin başında ilan edildiği gibi nasıl olup bitti ise o şekilde anlatma amacı ile koymuş anlaşılan senaryoyu yazan Edward Anhalt ama sinemasal bir gözle bakıldığında bu derece etkisiz olmaları seyredende de bir şeyleri kaçırdığı veya bir şeylerin eksik bırakıldığı duygusu yaratıyor ister istemez. Hikâye de işte buna benzer şekilde fazlası ile “eksik” kalmış havası veriyor çünkü yeterince sinemasal malzeme içermiyor filmin senaryosu.

Karakterleri birbirinden epey farklı görünen ama sağlam bir dostlukları olan Earp ve Holliday’i filmde James Garner ve Jason Robards, düşmanları Clanton’ı ise Robert Ryan canlandırıyor. Klasik Hollywood sinemasının bu üç büyük ismi filmi sürükleyen asıl unsurlar olarak dikkat çekiyor; hikâyenin eksikliğini de sık sık kapatıyorlar performansları ile. Robards rolünü filmin en canlı performanslarından birini vererek canlandırıyor ama Garner westernin en soğukkanlı karakterlerinden biri gibi duran Wyatt Earp’ü minimalist bir yaklaşımla ama soğukluktan da uzak durmayı başararak oynuyor; Garner’ın performasında içinde fırtınalar koptuğunu hissetmemek mümkün değil. Lucien Ballard’ın başarılı görüntüleri ve Jerry Goldsmith’in atmosfere katkıda bulunan müziği de bu oyunculuklar ile birlikte filmi ayakta tutmayı başarıyor.

“Öldürmek için rozete ihtiyacım yok” diyen karakterlerin olduğu filmde, Earp’ün bir noktadan sonra adaletin çerçevesinden çıkarak intikam arzusunun daha da katı olan çerçevesi içine kendisini hapsetmesini John Sturges’ın aksamayan ama yeterince heyecan da yaratamayan bir biçimde anlatması ve hikâyenin dramatik açıdan eksikliğinin zayıflattığı bir film bu ama bir parça çaba ile içerisine girilirse özellikle Earp karakteri üzerinden hayli çekici yanları olduğu da görülecektir. Baştaki O.K. Corral çatışması oldukça iyi sahnelenmiş olsa da bu çatışmanın öncesini bilmeyen (gerçek hikâyeyi bilmeyen veya “Gunfight at the O.K. Corral” filmini seyretmemiş) bir seyirci için sahne hikâye akışı açısından biraz havada kalıyor. Ballard’ın kamerasından karşımıza gelen ve westernlerden alışık olduğumuz doğa görüntülerinin de dozunda ve etkileyici kullanımı ile dikkat çektiğini ekleyelim. Sturges’ın filmi klasik westernlerin aksiyonuna veya tam da o sıralarda başlamış olan spagetti westernlerin barok görkemine uzak durmayı tercih eden ve zaman zaman hareketten çok düşüncenin ağır bastığı bir çalışma ve görmekte yarar var.

(“Silahların Saati”)