Le Temps qui Reste – François Ozon (2005)

Sinema tarihinin en başarılı, en dokunaklı ve çekinmeden söylemeli, en güzel ölüm sahnelerinden biri. Ozon hiç diyalog kullanmadan karakterinin son anlarını elindeki dondurmaya attığı son bir bakıştan gençlerin birlikte denizi seyretmesindeki kendi durumu ile tamamen zıt yaşam sevincine, cevaplamadığı telefondan son bir sigaraya olağanüstü içe dokunan bir şekilde anlatıyor. Luchino Visconti’nin Thomas Mann’dan uyarladığı “Morte a Venezia – Venedik’te Ölüm” adlı filminin finaline sevgi ve saygı dolu bir selam da gönderiyor Ozon bu son sahne ile ve beyaz vücudu ve yalnızlığı ile ölümü feci halde çağrıştıran kahramanına Valentin Silvestrov’un Postludium III adlı eserinin eşliğinde veda ediyor. Yönetmenin yarattığı karaktere aşık olduğu filmlerden biri bu kesinlikle ve bu son sahne de sinemanın yaratıcılığı unutmadığında neler yapabildiğini gösteren ve yumuşak bir hüznün nasıl dokunaklı olabileceğini kanıtlayan anları getiriyor önümüze.

(“Time to Leave” – “Veda Vakti”)

The Ward – John Carpenter (2010)

“Burada bir şey vardı! Normal olmayan bir şey, insan olmayan bir şey”

Psikiyatri kliniğine kapatılan bir genç kızın oradan kaçma çabalarının hikâyesi.

Aralarında Stephen King uyarlamalarının da olduğu ve kimileri kült özelliği kazanmış korku ve bilim kurgu filmleri ile tanınan John Carpenter’dan vasat bir korku filmi. Hastane ve özellikle psikiyatri hastaneleri gibi korku filmlerine sık sık ev sahipliği yapmış bir ortamda geçen film ne karakterleri ne de hikâyesi ile seyirciyi yeterince kendine çekebildiği için yaratmaya çalıştığı korku atmosferi de sık sık aksıyor ama başka filmlerde de kullanılmış olsa da sürprizli finali ile birden bire ortaya çıkıp korkutan görüntülerden hoşlananların (daha doğrusu korkanların) ilgisini çekecektir yine de.

Michael ve Shawn Rasmussen’in birlikte yazdıkları senaryo korku türüne herhangi bir yenilik getirmeyen ve daha çok bu türün kimi standartlarını kolaj halinde bir araya getiren bir çalışma olarak görünüyor; gizemli bir hayaletin ortalıkta dolaştığı bir hastane ortamı, iradesi dışında muamelelere maruz kalan bir karakter, tek tek yok edilen genç kızlar ve sürpriz bir final gibi klişeler eğer bir yenilik içermiyorlarsa veya en azından bunların birliktelikleri yeni bir soluk taşımıyorsa karşımıza çıkan da bu örnekte olduğu gibi daha önce görmüşlük hissi yaratan bir filmden öteye geçemiyor. Oysa film hayli şık ve gerçekten sıkı bir korku atmosferi vaat eden bir açılış jeneriği ile başlıyor ve alıştığımızın aksine bu kez Carpenter’ın kendisine ait olmayan ve Mark Kilian imzalı müziği ile desteklenen bu açılış epey heves uyandırıyor ama gerisi gelmiyor maalesef. Carpenter’ın kimi ince dokunuşları ve genç kızların 60’lardan The New Beats grubunun “Run, Baby, Run” şarkısı eşliğinde dans ettiği sahnede olduğu gibi başarılı mizansenleri de var ama senaryonun bir farklılık içermemesinin yanısıra baş karakterin yeterince ilginç çizilememiş olması da filme ısınmayı zorlaştırıyor. Evet, sondaki sürprizli final bu konuda bir şeyleri açıklıyor ama hastaneden kaçma sahnelerinde olduğu gibi nerede ise James Bond becerileri taşıyan bir karakter pek de inandırıcı olamıyor; özellikle de sondaki açıklama ile bu becerilerin nasıl oluştuğu izah edilebilmenin epey uzağına düşüyor.

Amerikalıların “arc word” dedikleri türden bir ifade olan “Tom Stewart killed me” cümleri ile tanınan Bert I. Gordon’ın 1960 yapımı korku klasiği “Tormented” filmine referansları olan filmde yaratıcılarının hikâyeyi neden özellikle 1960’lı yılları seçerek anlattığının açıklaması muhtemelen o dönemdeki tedavi yöntemlerinin bugünün seyircisi için korku atmosferi yaratmaya daha uygun olması olsa gerek. Filmin oyunculuk açısından da sıkıntıları var. Genç kuşak oyuncularından Amber Heard, Danielle Panabaker veya Mamie Gummer gibi isimler vasatı ancak aşan oyunları ile filme pek de katkı sunamamışlar gibi görünüyor ve sanki daha çok sadece “slasher” türü filmlerin alamet-i farikası olan genç kızların birer birer ortadan kaldırılmasına görsel katkı sağlamaları hedeflenmiş gibi duruyorlar. Yine de Carpenter’ın filmi “Saw” serisi türü saçmalıkların ele geçirmiş göründüğü korku türüne yeni bir soluk getirmese bile en azından klasik dili ile ilgi çekebilir.

(“Koğuş”)

Rsasa Taycheh – Georges Hachem (2010)

“Tanrı bizi birbirimizden korusun”

Lübnan İç savaşı sırasında, 1976’da evlilik arifesinde kafası karışan bir kadının hikâyesi.

Lübnanlı yönetmen Georges Hachem’in ilk filmi. Kaybedilen bir aşkın ve gönülsüz bir evliliğin hikâyesi olarak başlayan film ani bir dönüşle ülkedeki gerilimi de içine alıyor ve başka sularda ilerlemeye başlıyor; başlıyor ama sonra bununla ne yapacağını yeterince bilememiş bir şekilde ilerliyor. Hachem bu bir şekilde zarafet de kattığı filminde yine de kadına ağırlık veren kendi senaryosu ile ilgi toplayabilir.

Georges Hachem’in filmi hepsi bir şekilde acı çeken ama güçlü görünen kadın karakterleri ile sanki ülkesinin kaderine referans veriyor; acılı bir geçmiş, pek umut vaat etmeyen bir gelecek ama yine de sadece yaşanması gerektiği için değil ne olursa olsun var olması ile bile güzel olan bir hayat. Gönülsüz olduğu bir evliliğin eşiğindeki kadının kafa karışıklığından kaybettiği güzel bir geçmişe tekrar uzanmaya çalışmasına, sıradan bir günlük hayat anının içine aniden giriveren şiddetten kadının abisinin tahakküm odaklı yaklaşımına, hikâye kadının olduğu kadar ülkesinin de hikâyesi olarak görülebilir. Sonlardaki trajik ölüm Lübnan’daki hayatın sıradan bir gerçeği ve kadının finaldeki durumu da ülke halkının içinde bulunduğu durumun sembolü bir bakıma ve karakterlerin ne söyleyeceğini bilemediğinden sustuğu sessiz final de hüznü ve çözümsüzlüğün yarattığı umutsuzluğu ile bu bakışı destekliyor. Destekliyor ama Hachem’in senaryosu kadın odaklı bir melodram gibi başlayıp oradan bir iç savaş odağına kayarak ve daha sonra tekrar başladığı yere dönerek bir kopukluk hissine neden oluyor ve kendisine zarar veriyor, ve bu bahsettiğim bakışı da zayıflatıyor. Hikâyenin neden böyle aktığı ikna edici olacak biçimde anlatılamıyor seyirciye.

Nadim Mishlawi’nin zaman zaman Arap ezgilerinden de ilham alan hayli başarılı müziğinin hikâyeyi akıllıca desteklediği ama asla rahatsız edici bir şekilde kendisini öne çıkarmadığı filmde baş roldeki Nadine Labaki her zamanki gibi göz dolduruyor. Yönetmenliğe de el atan ve çektiği her iki film de (“Sukkar Banat – Karamel” ve “Et Maintenant on Va Où? – Peki Şimdi Nereye?” bizde gösterilen sanatçı ülkesinin sorunlarına duyarlı bir isim ve hem yönettiği filmlerde hem de bu ve oynadığı diğer filmlerde kadın bakışını ve duyarlılığını filmlerine taşımaya özen gösteriyor. İçinden çıkılması imkânsız görünen sorun yumağının karşısında ancak bu bakışa ve duyarlılığa sahip olanların bir çözüm üretebileceğini söylüyor sürekli olarak. Burada ise filmin hikâyesindeki üç baş kadın karakterin akıbetleri düşünülünce (biri ölüyor, biri akıl hastanesine düşüyor ve bir diğeri yıllar önce kaybettiği aşkının ve yalnızlığının hüznü ile baş başa kalıyor), pek de umut sergilenmiyor seyirciye. Hachem hep elinde tutmayı başardığı zarafeti keşke filmin kadın karakterlerinin hak ettiği ölçüde güçlü bir hüzün duygusunu seyirciye geçirebilmekte de gösterseymiş diye düşündürüyor film. Özellikle Lübnan’a, tarihine ve olan bitene uzak olan bir seyircinin hissetmekte zorlanacağı bir hüzün çünkü karşımızdaki.

Hachem’in 70’lerde geçen filmi dönem filmlerin zaman zaman kendilerini kapılmaktan kurtaramadığı ve dönemin kimi özelliklerinin altını görsel olarak aşırı bir biçimde çizmek olarak kendisini gösteren hastalıktan uzak durması ile takdiri hak ediyor ve bunda sanat yönetimi kadar hikâyenin önemli bir parçasının (İç Savaşın) ve onun doğurduğu atmosferin bugün de canlı olmasının da payı var elbette. Muriel Aboulrouss’un görüntüleri ve onun mu yoksa yönetmenin tercihi mi bilmiyorum ama başta işlerin çığrından çıktığı akşam yemeğindekiler olmak üzere kamera hareketleri hayli çarpıcı bir başarıya sahip. Ayrıca bulutların arasında bir türlü kendisini gösteremeyen güneş veya ay görüntülerinin biraz fazlası ile ima etmenin ötesine geçmesine rağmen ülkenin ve hikâyenin karakterlerinin aydınlanamayan dünyalarının sembolü olarak kullanımı da akıllıca bir tercih olarak dikkat çekiyor.

(“Stray Bullet” – “Serseri Kurşun”)

Man of La Mancha – Arthur Hiller (1972)

“En büyük delilik hayatı olması gerektiği gibi değil, olduğu gibi görmektir”

Cervantes’in Don Kişot romanının yazarın da içine katıldığı müzikal bir uyarlaması.

Cervantes’in klasik romanından televizyona, oradan bir sahne müzikaline ve bu müzikalden de Arthur Hiller tarafından sinemaya uyarlanan bir eser. Kimi şarkıları ve müzikal sahneler dışında Peter O’Toole ve Sophia Loren’in yarattığı keyif ile ilgi çeken film bunun dışında sinemasal olarak çok da bir şey vaat edemiyor seyredene. Televizyon oyununun da yazarı olan Dale Wasserman’ın senaryosunun Cervantes’i de Engizisyon ile başı derde giren bir yazar olarak hikâyeye katmış olması filme sanatçı ve kilise üzerinden bir özgürlük mücadelesi teması da getirmiş ama film başta Hiller’ın müzikal yönetiminde yetersiz kalması olmak üzere kimi başka kusurları ile de seyredeni bir türlü sarıp sarmalayamıyor.

İtalyan-Amerikan ortak yapımı olarak çekilen filmde bir yandan Engizisyon’un hapse attığı yazar ve yardımcısının oradaki mahkumlarla romanı canlandırmasını, diğer yandan bu canlandırmadan yola çıkılarak anlatılan (ve görüntülenen) romanın kendisini izliyoruz. Bu yöntemin sonucu olarak da hemen tüm oyuncular filmde iki rolü birden canlandırıyorlar. O’Toole Cervantes’i ve Don Kişot’u, James Coco yazarın uşağını ve Sanço Panza’yı, Sophia Loren de mahkumlardan Alzona’yı ve Dulsinea’yı karşımıza getiriyorlar. Filmin oyunculuk açısından, müzikal sahneler bir kenara bırakılırsa, bir sıkıntısı yok. Hatta başta O’Toole ve Coco olmak üzere ve kendisinden öfkesini sergilemek dışında bir şey beklenmemiş görünen Loren de dahil olmak üzere hayli keyifli oyunculuklar var filmde. Ne var ki bu oyuncuların bir müzikalin beklentileri açısından bakıldığında çok da iyi notlar almayacakları açık. O’Toole şarkıları kendi söylemiyor ama diğer tüm oyuncular kendi sesleri ile dile getiriyorlar şarkıları. Problem bu şarkılı sahnelerde oyuncuların hemen hiçbirinin bir müzikalin dinamizmini, lirikliğini ve hafifliğini sergileyemiyor olması. Bu probleme Arthur Hiller’ın müzikal sahnelerde sık sık yakın plana başvurması gibi yanlışlığı açık olan bir tercihi de ekleyince, bu sahneler gerçek bir keyif olmaktan hayli uzak düşüyor. Hiiler’ın yakın plan kullanımı özellikle kalabalık sahnelerde iyice rahatsız edici; bu sahnelerde dans eden (aslında hareket eden demek gerek çünkü müzikallerden alıştığımız danslar yok burada) ve şarkı söyleyen onlarca oyuncunun içinde kimin ne yaptığını anlamak bile zor oluyor ve film sahip olabileceği ferahlıktan uzak düşüp adeta nefessiz kalıyor. Halbuki başta “Man of la Mancha (I, Don Quixote)” adlı şarkı olmak üzere “Impossible Dream” ve “Little Bird, Little Bird” gibi hayli keyifli şarkıları var filmin. Özellikle filmin müzikal anlamda açılışını da yapan ilk şarkı bugün en bilinen Broadway klasiklerinden biri olarak sık sık seslendirilen bir eser konserlerde. Hiller’ın mizansen anlayışı bu şarkıları ve müzikal sahneleri harcamış görünüyor kısacası.

Hiller sık sık başvurduğu zumlar ile de filme dinamizden çok bir sıradanlık katmış gibi görünüyor, en azından bugünkü sinema anlayışı açısından bakıldığında. Wasserman’ın senaryosu alegorileri, felsefesi ve temaları ile yeterince “ağır” bir roman olan Don Kişot’a yazarın kendisini, Engizisyon’u ve sanat ve kilise çatışmasını da katarak daha da ağır bir sonuca neden olmuş gibi düşünülebilir ama tam aksine film oldukça hafiflemiş bu tercihin sonucunda. Ne var ki bu hafifleme ilginç bir şekilde filmin müzikal yapısından değil eserin ağırlığının önemli ölçüde kaybolması ile oluşmuş görünüyor. Böylece de “demirden dünyaya onu altın yapmaya” gelen Don Kişot’un hikâyesi özellikle kitabı okumamış olanlara gerçek resminin yetersiz bir kopyası ile görünüyor. Yönetmen değişikliği (Arthur Hiller’dan önce tiyatro yönetmeni Albert Marre ve tiyatro/sinema yönetmeni Peter Glenville projede yer almış ve hatta kimi sahneleri Glenville çekmiş) ve kısıtlı bütçenin de aralarında olduğu kimi yapım sorunları ile de boğuşmak durumunda kalan ve güneşli Endülüs’ün sıcağını karanlık bir zindanın duvarları içine hapsetmiş görünen film yine de O’Toole ve Loren’in varlığı ve şarkıları ile ilgi toplayabilir.

(“Don Kişot”)