A Midnight Clear – Keith Gordon (1992)

“Yine her zamanki gibi bir gündü. Dünya ne güzel diyordum ama her an ölebilirdim”

İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna doğru teslim olmak isteyen bir grup Alman askeri ile karşılaşan altı Amerikalı askerin hikâyesi.

Oyuncu ve yönetmen Keith Gordon’un 1988’de “The Chocolate War” ile başladığı yönetmenlik kariyerindeki ikinci çalışması. Savaş içinde geçmesine rağmen bombalar ve ölümden çok bireylere odaklanan film anti-militarist görünümü ile dikkat çekiyor ama doğrudan ve alışılagelmiş bir savaş aleyhtarlığı yerine pasifizmin öne çıktığı mesajı ile asıl ilgiyi topluyor. Başarılı bir sinema uyarlaması da olan ilk romanı “The Birdy” adlı eserini 53 yaşında basan William Wharton’ın aynı adlı romanından yönetmen Keith Gordon’ın yazdığı senaryo hikâyesini eli yüzü düzgün bir şekilde anlatan filme kaynaklık ediyor ve o dönemin altı genç oyuncusunun belki çok öne çıkmadığı ama görevlerini yerine getirdiklerine ikna eden performansları ile kendisini seyrettiriyor.

Altı askerden birinin zaman zaman anlatıcılık rolünü üstlendiği filmde bu askerin ağzından duyduklarımız belki çok fazla çarpıcı cümleler içermiyor ama hem dozunda tutulmaları hem de basitliğin içindeki çarpıcılıkları ile dikkati çekiyorlar. Gerek bu cümleler gerekse hikâye bu askerleri abartılı sözlerle süslenmiş bir maceranın içinde göstererek klasik anti-militarist söylemlere kaynaklık etmiyor. Bunun yerine savaşın varlığını kabullenen (ama elbette insanlık tarihine bakıldığında kaçınılmaz bir kötülük olarak gördüğü için) ve tek direniş yöntemi olarak pasifizme işaret eden bir bakış sergiliyor. Filmin bu söylemini sinemasal açıdan belki çok etkili olmayan ama alçak gönüllü ve sıcak bir tonda seslendirdiğini belirtmek gerek. Sonuçta filmin savaş ve noel kavramlarını birleştirerek zaman zaman klişelere yöneldiğini de söylemeli ama tıpkı Christian Carion’un 2005 tarihli ve yakın bir hikâyesi olan “Joyeux Noёl” filmindeki gibi klişelerin içinden de dürüst mesajların çıkartılabileceğini gösteriyor bu film seyirciye.

Ölen askerlerden birinin cenazesinin arkadaşları tarafından yıkandığı sahne veya yağan karın altında birbirine tüfekler gibi çatılmış ve biri Amerikalı diğeri Alman iki askerin bedenleri gibi görüntüler hayli sembolik olsa da yönetmen Keith Gordon öncelikle oyuncularından aldığı ve tam bir takım oyunu performansı ile filmini samimi kılmayı başarıyor. Tedirginlik ve korku içinde nöbet tutan askerlerin görüntüsünün bir süre sonra “düşmanları” ile kartopu oynayan asker görüntülerine dönüşmesi örneğin ancak oyuncularının doğal performansları ve yönetmenin bu absürt görünebilecek kareleri gerçekçi kılan mizansen anlayışı ile açıklanabilir. İyi planlanmış ve barışçıl bir çözüm için umut yaratan planın tepetaklak olduğu sahne ise ilk bakışta bir yanlış anlamanın nasıl büyük trajedilere yol açabileceğinin hikâyesi gibi görünüyor ama aslında gösterilen adına savaş denen büyük insanlık suçuna ve onun aracı olan ölüm makinelerine karşı verilen barış mücadelesinin ne kadar kırılgan ve kazanmaya ne kadar uzak olduğu. Bu da iç acıtan bir resim elbette ve filmin de başarılı karelerinin oluşturduğu bir resim bu.

Kızgınlığını, fikirlerini ve söylemini yüksek sesle değil sessiz bir şekilde aktarmayı tercih eden film, benzer şekilde güzel değil doğru görüntülerin peşinde koşan ve elde eden görüntü yönetimi ile de ilgiyi hak ediyor. Belki daha güçlü bir sinema dili ile daha da çarpıcı olabilecek bir film karşımızdaki ama ne olduğunu ve nereden geldiğini anlamadıkları seslerin kaynağını ve amacını keşfetmeye çalışan genç askerlerin tedirginliğinde olduğu gibi gerilimli sessizliği hem filmi çekici kılıyor hem de barışın çok uzaklarda olduğunu acılı bir dille aktarmayı başarıyor. Filmin adının farklı Noel şarkılarında söz olarak yer alan ve filmde de seslendirilen “It Came Upon the Midnight Clear” adlı şiirden alındığını da belirtelim son olarak.

(“Cesaretin Bedeli”)

Cold Souls – Sophie Barthes (2009)

“Ruhumu geri istiyorum. Tüm kusurları ve karanlığı ile ruhumu geri istiyorum”

Çehov’un Vanya Dayı oyununa hazırlanan bir oyuncunun kendisine yarattığı baskıdan kurtulmak için ruhunu çıkarttırarak depolaması ile gelişen olayların hikâyesi.

Charlie Kaufman senaryolarından uyarlanan “Eternal Sunshine of the Spotless Mind” ve özellikle “Being John Malkovich” filmlerinin havasını taşıyan bu film yönetmen Sophie Bartes’in ilk uzun metrajlı çalışması. Absürtlüğü normalliğin alanına çeken hikâyesi Paul Giamatti’nin kendisini oynadığı karakterine dayanan filmin bu hikâyesi, farklılığına rağmen amaçladığı kadar orijinal görünmüyor ama dramı komedi ile yeterince etkili biçimde kaynaştırmayı başararak kendisini seyrettiriyor.

Yaratıcılığını ve sanatını sergilemekte bir tıkanıklık içinde olan bir sanatçının hikâyesi ilk bakışta kitleler için bir parça fazla entelektüel görünebilir ve Giamatti karakterinin Vanya dayı oyunundaki performansının ruhunu çıkarttırmadan önceki ile sonraki düzeyleri arasındaki fark bu klasik oyunu bilenler için daha fazla anlam ifade edebilir ama senaryo bu entelektüel görünümü örneğin işi ruh ticaretine döken Rus mafyasını hikâyeye katarak, bu hikâyesine komediyi yedirerek ve elbette Giamatti’nin oyunu sayesinde filmi rahat ve kolayca takip edilebilen sinema eserlerinin arasına sokuyor. Filmi seyrettikten sonra neden yönetmenin başlangıçta baş rol için Woody Allen’ı düşündüğünü kolaylıkla anlayabiliyorsunuz çünkü Giamatti karakterinin tedirgin entelektüel kişiliği Allen’ın kendisinin canlandırdığı tipik rollerinden birinin tekrarı adeta. Yine de burada ciddi bir fark var; Giamatti Woody Allen’ın aksine karakterinin komediye dokunan patetik yanını özellikle gözümüze sokmuyor ve tam tersine rolünü sıcak ve doğru bir ciddiyet içinde canlandırırken oyunculuğunun zirvesinde geziniyor. Sanatçının oyununa rağmen filmin senaryodan kaynaklanan eksiklikleri tam anlamı ile kaybolmuyor ne yazık ki. Rusya’dan para karşılığında insanlardan ruhlarını alıp taşıyıcı insanlar aracılığı ile ABD’ye gizlice sokan mafyanın varlığı örneğin, ruhun değil de bedenlerin eski Doğu Bloku ülkelerinden Batıya pazarlandığı düşünülünce seyircinin filmin bu yanından rahatsız hissetmesine neden olabilir. Ruh ticareti esprisi yerine beden ticaretinin dramı, evet başka bir filmin konusu ama, daha doğru bir seçim olabilirmiş. Senaryonun başlangıçtaki tamamı ile orijinal olmasa da çarpıcı görünümü hikâye ilerledikçe derinleşemiyor ve Charlie Kaufman’ın senarist olarak farkını da hissetmemizi sağlıyor. Senaryodaki kimi küçük anlamsızlıklar da, örneğin kahramanımıza kendisine nakledilen ruhun bir Rus şaire ait olduğunun söylenip ruhun orijinal sahibinin cinsiyetinin söylenemiyor olması veya kendisi başkasının ruhunu nakil alan kahramanımızın kendi ruhu başkasına nakledilince tepki göstermesi, zaman zaman göze batabiliyor film boyunca.

Kahramanımızın kendi ruhu ile, “ruhsuz” ve başkasının ruhu ile geçirdiği zamanlar arasındaki farklılıkları gözlemenin, her ne kadar film bu konuda yeterince güçlü olmasa da, keyif de verebileceği film ruh, beden, ikisinin birlikteliği ve birbirinden bağımsızlıkları üzerine düşüncelere de sevk edebilecek bir çalışma. İdare edecek kadar zeki, yeterince şık ve özellikle Giamatti’nin öne çıktığı oyunculuklar ile seyre değer bir film özet olarak.

(“Dondurulmuş Ruhlar”)

The Lovely Bones – Peter Jackson (2009)

“Anneannem kardeşimin hayatını kurtardığım için uzun ve mutlu bir hayatım olacağını söylemişti. Anneannem her zamanki gibi yanılmıştı”

Öldürülen bir genç kızın cennetten ailesini ve katilini takip etmesinin hikâyesi.

Alice Sebold’un aynı adlı romanından sinemaya uyarlanan film “The Lord of the Rings” serisi ile geniş kitlelerin gündemine giren ama benim için daha çok “Heavenly Creatures” adlı başarılı filmin yönetmeni olarak kalan Peter Jackson’ın mistik ve büyük duygular uyandırmanın peşine düşen ama bu çabasında yeterli olamayan bir çalışması. “The Lord of The Rings” serisinin bitmek bilmeyen görsel efekt ve çarpıcı karakter bombardımanının efekt kısmından epey etkilenmiş görünen bu film trajik hikâyesinin bu efektlerin altında ezilmesine engel olamamış görünüyor.

Filmin tam bir başarıya erişememiş olmasında hem trajediyi gölgede bırakan teknik şovun hem de hikâyeden/senaryodan kaynaklanan kimi eksikliklerin payı var. İkincisinden başlarsak epey söylenecek şey var bu konuda. Açılışta Camus, Woolf ve İbsen kitapları okurken görüntülenen annenin doğumdan sonra elinden düşmeyen bebek bakım kitapları ile gösterilmesinin tam olarak filmdeki yerini anlamak mümkün değil örneğin. Aynı annenin yaşanan trajediden sonra evi terketmesi ve tarım işçisi olarak çalışması da detayına inilmeyen ve bu anlamda da gereksiz görünen bir yan hikâye olmuş. Hikâyenin en ve belki de tek ilginç karakteri olan anneannenin de sıradan bir Hollywwod aile filmindeki çılgın yaşlılardan biri olarak gösterilmesi ve bunun ötesine gidilmemesini de eklemeli buna. Tüm bu örnekler aslında yeterince hatta fazlası ile uzun olan filmin sanki çok daha uzun bir süreyi hak etiğini gösteren öğeler. Bir alışveriş merkezinde kızı yemek yerken izleyen ve bakışları ve kıyafeti ile klişe bir katil tiplemesi içinde olan bir adamın uzun uzun gösterilip, sonra da katil o değildi cümlesinin genç kızın ağzından duyurulması da hikâyenin tipik anlamsız anlarından birine örnek olarak gösterilebilir.

Muhteşem ve hayranlık duyulmaması mümkün olmayan görsel efektler ise filmi bir yandan çekici kılarken diğer yandan da hikâyeyin trajedisini eziyor ve teknik yaratcılığın bu derece öne çıkarılarak gerçek bir sinemanın olmazsa olmazı olan hikâyenin ihmal edilmesi durumunda ne olacağını da bir kez daha gösteriyor seyredene. Evet kimi anlarında inanılmaz bir görsel gücü var filmin ve örneğin ağaç yapraklarının dökülerek kuşlara dönüşmesine ve yapraksız kalan ağacın çıplak görüntüsüne hayran olmamak imkânsız. Cennet tasvirlerindeki dozu epeyce kaçmış görünen muhteşem görüntüler filmin teknik yaratcılıktaki başarısını ama bu teknik başarıyı has bir sinema duygusu ile bütünleştirmekteki zayıflığını gösteriyor. Film işte bu teknik gösterisinin büyüsüne kapılınca da dedektif karakterinde olduğu gibi zayıf çizilmiş karakterlerle baş başa bırakıyor seyircisini. Görünen o ki “The Lord of The Rings” filmine nasıl baktı ise yönetmen bu filme de öyle bakmış ama bu da filmi adına doğru bir tercih olmamış. Kapanış jeneriğinin bitmek bilmeyen süresi boyunca karşımıza gelen uzun isim listesi de tüm bu tercihlerin açık bir göstergesi adeta.

Brian Eno’nun müziği ve kapanıştaki şarkının da vurguladığı gibi görüntüler filmin “new age” havasını destekliyor ve nasıl new age müziğin fazlası bir süre sonra dinleyenini mistik, derin ve anlamsız bir boşluğa itme potansiyelini taşıyorsa görüntüler de aynı etki yaratıyor seyredende. Peter Jackson’ın bu görsel boyutu yüksek ama sineması tek boyutlu kalmış görünen filminde öne çıkanlar ise genç kız rolündeki ve “Atonement” filmi ile de beğeni toplamış Saoirse Ronan ve onun katili rolündeki Stanley Tucci. Filme boyut katanlar onların oyunu ile sınırlı gibi görünüyor sonuçta. Bu gereğinden fazla şık görünen film yine de görselliği için seyre değer olabilir kimileri için. Hikâyenin yukarıda bahsettiğim kimi problemleri ve bunlara ek olarak söylenebilecek nerede ise öldürülmeyi cazip kılacak yaklaşımlı cennet sahnelerinin aşırı güzelliğindeki politik tehlike bir kenara bırakılıp görüntülerin tadına varmak mümkün elbette. Özet olarak genç kızın cennete kavuşmadan önce ara durakta olması gibi gerçeklik ve fantazyanın arasında kalmış bir film karşımızdaki.

(“Cennetimden Bakarken”)

IF 2012

Hafta Sonu (Weekend) – Andrew Haigh : İngiliz yönetmen Andrew Haigh’den iki erkek arasında yaşanan yoğun bir aşkı başlayıp bittiği bir hafta sonu süresinde anlatan ve konusuna hayli içeriden bakan bir film. Biri dışa dönük ve rahat, diğeri içine kapanık iki erkek arasındaki aşkı eşcinsel dünyanın kodları, diyalogları ve tüm öğeleri ile sıcak ve hüzünlü bir şekilde aktaran film kimi zamanlarında klişelere yaslanmaktan çekinmese de hikâyesini inandırıcı ve dokunaklı bir biçimde anlatmayı başarıyor ve Tom Cullen-Chris New ikilisinin oyunculuklarının da katkısı ile samimi ve doğal bir dünya sergiliyor seyircisine. Başarılı görüntü yönetimi ve kimi çarpıcı diyalogları ile de etkisini artıran film kimlerin arasında yaşandığından bağımsız olarak aşkın çarpıcılığını aktarmakta başarılı oluyor.

Volkan (Eldfjall) – Rúnar Rúnarsson : İlk uzun metrajlı filminde İzlandalı yönetmen Rúnar Rúnarsson özellikle Mike Leigh’in başarılı örneklerini verdiği sosyal dramların bir benzerini doğal karakterler, gerçek hayatın içinden çekilip alınmış görünen diyaloglar ve güzellik ve güç fetişisti sinemanın hep ihmal ettiği yaşlı karakterler üzerinden anlatıyor başarılı bir şekilde. Filmin yavaş ve kötümser havası hikâyeyi herkes için çekici kılmayacak ama sıradan insanlar arasında yaşanan bu sıradan hikâye yaşlanmak, birey olmak ve ilişki kurabilmek yeteneği üzerine alçak tondan ama etkili söylemleri ile sıkı sinemaseverler için hayli keyifli olabilir. Sigur Ros grubundan Kjartan Sveinsson’un başarılı müziğinin de yardımı ile film sinema perdesinde şov değil insanı görmenin derdinde olanlar için.
(“Volcano”)

Kıyıda (Sur la Planche) – Leila Kilani : Faslı yönetmen Kilani’nin ilk uzun metrajlı filmi bu Kuzey Afrika ülkesinde yaşayan bir genç kızın içinde bulunduğu sosyal ve ekonomik koşullardan kendisini kurtarmak için giriştiği çabanın hikâyesini düşük bütçeli filmlerin havasında ve gerçekçi bir atmosfer içinde anlatıyor. Kahramanın çalıştığı karides temizleme fabrikasındaki parlak ışık ve beyazlığın hayli çarpıcı olduğu ve ancak ölmemeyi sağlayacak ücretler karşılığında zenginlerin lüksü için çalışanların yoksulluğunu vurguladığı film uzun olmayan süresine rağmen hikâyesini daha kısa sürede anlatabilirmiş görüntüsünü de taşıyor ve bunun da göstergesi olduğu bir olgunluk eksikliği taşıyor belki ama insanların yaptıklarının sonucu olarak ortaya çıkan iyi ve kötü görüntülerinin içinde bulundukları koşullar tarafından çizildiğini ve özellikle refah içinde olmayan toplumlardaki bireylerin hayatlarının zorluğu ve ucuzluğu üzerine etkili bir hikâye aktarmayı başarıyor. Baş oyuncusu Soufia Issami’nin başarılı oyununa da dikkat edilmeli.
(“On the Edge”)

Yüzü Olmayan Gözler (Les Yeux sans Visage) Georges Franju : 60’lı yıllardan gelen gerçek bir klasik. Franju’nun bu korku atmosferli dramını tam da yüz naklinin hayli konuşulduğu günlerde seyretmek ilginç bir tesadüf oldu. İpin ucunu kaçırmış bir deli doktorun bu hikâyesinin, filmin İkinci Dünya Savaşının etkisini hâlâ taşıyan yıllarda çekildiği düşünülürse, hem tıbbi deneylerde insanlara yapmadıklarını bırakmayan Nazi doktorları çağrıştıran kahramanının soğukkanlı tavrı ile hem de o döneme göre hayli sert (bugünün seyircisi için ise oldukça yumuşak) ameliyat sahneleri ile dikkat çektiğini belirtmek gerek. Doktorun uğruna başka genç kızların harcandığı kızının içinde bulunduğu ikilemi ve sessizliğini ise yine Nazi çağrışımından yola çıkarak Hitler dönemi Almanya’sının halkının tavrı ile örtüştürmek mümkün. Korku dolu bir atmosfer içinde şiirselliğin nasıl çarpıcı olabileceğini hatırlatan o eski siyah beyaz klasiklerden.
(“Eyes Without a Face”)