Metropolitan – Whit Stillman (1990)

“Burjuva kavramı hemen hep aşağılamak için kullanılageldi. Oysa son dört yüzyılda uygarlığımız için iyi olan ne olduysa hemen hepsi burjuvazi sayesinde gerçekleşti. “Burjuvazinin Gizli Çekiciliği”adındaki Fransız filmini bilirsiniz. Filmin adını ilk duyduğumda, “Nihayet birisi burjuvazi hakkındaki gerçekleri anlatacak” diye düşünmüştüm. Ne büyük bir hayal kırıklığıydı. Burjuvazinin bundan daha haksız ve eksik bir portresini hayal etmek zor”

Princeton’da okuyan bir orta-sınıf öğrencinin aralarına karıştığı yüksek burjuvazinin gençleri ile yaşadıklarının ve iki aşk arasında kalmasının hikâyesi.

Whit Stillman’ın Oscar’a aday gösterilen orijinal senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini üstlendiği bir ABD yapımı. Stillman’ın ilk sinema filmi olan yapıt 1994 tarihli “Barcelona” ve 1998 yapımı “The Last Days of Disco” ile birlikte bir üçlemeyi oluşturan bir çalışma. Tümü komedi-dram karışımı bir türe sahip olan filmlerin bu ilkinde Stillman düşük bir bütçe ile Amerikan burjuva dünyasına sokuyor bizi ve genç karakterleri üzerinden entelektüel göndermeleri de olan eğlenceli bir hikâye anlatıyor. Bol konuşmalı film aksiyon meraklılarını yorabilir ama hemen tümü oyunculuğu ilk kez deneyen bir genç kadroyu ustalıkla kullanıyor yönetmen ve büyüme hikâyesi olarak da değerlendirilebilecek yapıtında -öykü 1990 başlarında geçse de- davranışlar, duygular ve anlayışlar üzerinden bakıldığında, daha eski dönemlere ait görünen hayatları çekici bir şekilde mercek altına alıyor.

Evini satarak ve yakınlarından da topladığı para (210 Bin Dolar gibi bir Amerikan filmi için oldukça düşük bir tutar) ile çekmiş filmi Stillman. Başlangıçta düşüncesi 1960’larda geçirmekmiş hikâyeyi ama bütçe kısıtı nedeni ile vazgeçmek zorunda kalmış bundan; ne var ki hikâye, karakterler, davranış biçimleri ve karakterlerin dert edindikleri bırakın 1960’ları, çok daha eski dönemleri hatırlatıyor ve hatta hikâye boyunca adı sık sık konuşmaların ve tartışmaların konusu olan Jane Austen romanının bir uyarlamasına tanık olduğunu düşündürtecek kadar bir “dönem filmi” havası taşıyor bu yapıt. Erkeklerin hep smokinli veya takım elbiseli olduğu, kadınların ise gece kıyafetlerini sırtlarından hiç çıkarmadığı bir yüksek burjuva ortamında geçen hikâyede karakterlerini adeta tipik bir 19. yüzyıl ortamına bırakıyor Stillman ve buna rağmen bir yandan da modern bir havaya sahip olabilmesini sağlıyor filmin. Hatta bir düellonun yerini alabilecek bir kavga bile var filmde. Bu da beklenebileceğinin aksine, tuhaflığın neden olabileceği bir soruna yol açmadığı gibi, film bu zıtlıktan hafif mizahına da yansıyan bir çekicilik kaynağı yaratmayı başarıyor. Aşklar, ihanetler, dedikodular, kadın-erkek çekişmeleri vb. konular ile bir Austen romanı 1990’ın ABD’sine taşınmış ifadesi ile özetleyebiliriz bu durumu ve filmin özellikle eleştirmenlerin takdirini toplayan senaryosunun başarısı da bu sonucu oldukça doğal gösterebilmesi seyirciye.

Gerek Tom Judson ve Mark Suozzo imzalı orijinal müzikleri ve gerekse soundtrack için seçilen şarkıları ile de bu “eski” havayı koruyan film Tom adındaki ve orta sınıftan bir gencin bir gece tesadüfen karşılaştığı yüksek tabakanın gençlerinin arasına karışınca yaşananları anlatıyor temel olarak. Herhalde burjuva sözcüğünün en çok kullanıldığı Amerikan filmi olan yapıtın kahramanı olarak tanımlayabileceğimiz Tom (kariyeri sadece iki sinema filmi ile sınırlı olan Edwards Clements hoş bir sadelikle canlandırmış karakterini) kendisini Fourierci bir sosyalist (Fransız filozof Charles Fourier “ütopyacı sosyalizm”in kurucularından biri) olarak tanımlamaktadır. İçine girdiği grubun üyelerinin aksine zengin değildir ve zengin bir semtte değil, “Manhattan’ın batı yakası”nda oturmaktadır. Yüksek burjuva sınıftan olan diğer gençler de onun gibi entelektüel yanları olan karakterler ve hikâyenin başından sonuna tanık olduğumuz tüm sohbetlerde gençlere özgü aşk, romantizm ve hatta seks gibi konular kapsansa da, toplumsal düzenle ilgili farklı saptamalar ve sorgulamaları da yapmaktadırlar sürekli olarak. Stillman’ın senaryosu alt ve orta sınıfların dertlerinden uzak hayatlar yaşayan bu gençlerin (Tom dışında elbette; sonuçta onun anne ve babası ayrılmışlardr, babasından hiç ilgi görmezken, kendisi de annesinin verdiği para ile yaşamaktadır) sohbetlerini ve tartışmalarını bir yandan tüm ciddiyetleri ile gösterirken, diğer yandan meselelerinde derinleştikçe gerçek hayattan kopukluklarını da hissettiriyor bize. Tüm o gençler sadece yaşlarına özgü konularda konuştukları zaman daha gerçek bir görünüme kavuşuyorlar ve onları alıp rahatlıkla bir Austen romanının karakteri yapabilecek olmanızın gösterdiği gibi, diğer zamanlarda kurgusal bir hâle bürünüyorlar.

Sinemadan edebiyata sosyolojiden toplumsal ilişkilere uzanan sohbetlerden örülü örtü üzerlerinden kaldırıldığında aslında “boş meselelerle” meşgul oldukları ve dışarıdaki gerçek insanların gerçek hayatlarından soyutlanmış bir şekilde yaşadıkları söylenebilir tüm bu gençlerin; hatta kimi davranışları ile gençlere öykünen çocuklar oldukları bile söylenebilir. Whit Stillman’ın ilk filminde yakaladığı başarının arkasında, günümüzde geçen bir dönem filmi havasını çarpıcı bir şekilde yaratabilmesi kadar, bu genç karakterler üzerinden bir yüksek burjuva hikâyesini yargılamadan ve değerlendirmeyi seyirciye bırakarak anlatabilmesi de yatıyor olsa gerek.

Senaryonun “şov” yapma fırsatı vermeyen sade havası oyunculuklara da olması gerektiği şekilde yansımış ve tüm kadro kendi gerçek hayatlarındaymış havasında ve oldukça sade performanslar verirken, Tom rolündeki Edward Clements ve sinema kariyeri diğerlerine göre çok daha uzun ve kalıcı olan ve Charlie karakterine hayat veren Taylor Nichols bir adım öne çıkıyorlar senaryonun da katkısı ile. Yönetmenin sonraki filmlerinde de aynı oyunculardan bolca yararlanmış olduğunu da, filmin bir üçlemenin parçası olduğu düşünüldüğünde ilginçlik kazanan bir not olarak ekleyelim. Mizah havasının çekici bir melankoliyi de barındırdığı filmin Woody Allen yapıtlarından Eric Rohmer’in hikâyelerine uzanan farklı havalara da sahip olduğunu da söylemek mümkün. Charlie ile Tom’un bir barda karşılaştığı ve bir bakıma onların geleceği gibi görünen otuzlu yaşlarındaki bir adamın dediği / ima ettiği gibi hayatta kalmak için uzlaşmak ve gerçekçi olmak gerektiğini ve gençlik döneminin hayallerinin geri gelmemek üzere yitirileceğini hatırlatan bu Stillman yapıtı ilginç bir yapıt özetle söylemek gerekirse.

Maeve – Pat Murphy / John Davies (1981)

“Erkeklerin kadınlarla ilişkisi İngiltere ile İrlanda’nın ilişkisi gibi: Kadınların sahibiymişsiniz gibi davranıyorsunuz. Bir orduymuş gibi bizi işgal ediyorsunuz”

1980’li yılların başında bir yıl aradan sonra ve bir haftalığına Londra’dan Belfast’a dönen İrlandalı bir genç kadının şehrin politik ve dinsel bölünmüşlüğünün sıkıntılarını ve çocukluk anılarının travmalarını tekrar yaşamasının hikâyesi.

Orijinal senaryosunu Pat Murphy’nin yazdığı, yönetmenliğini Murphy ve John Davies’in birlikte yaptıkları bir Birleşik Krallık, İrlanda ve Avustralya ortak yapımı. Farklı karakterler arasındaki diyaloglar üzerinden 1981’deki Belfast’ın kaos günlerinin bir resmini çizen film uzun yıllar önce başlamış olan bir sorunun neden olduğu toplumsal travmayı bireyleri öne çıkararak, daha da önemlisi genç kadın karakteri üzerinden oluşturduğu feminist bir bakışla ele alıyor ve İrlanda’nın bölünmüşlüğünü ve katolik-protestan ayrımını ele alan diğer örneklerden ayrı bir yerde durmayı başarıyor. Entelektüel bir sorgulamayı odak noktası yapan film, kadının erkek karşısındaki konumunun İrlanda sorununun potansiyel çözümlerinden bağımsız bir mücadele gerektirdiğini vurgulaması ile tartışmalı bir alana çekinmeden el atan ilginç bir yapıt.

Sokaktaki bir arabaya bomba yerleştirilmiş olması nedeni ile askerlerin evinden derhal uzaklaşması için uyardığı bir adamın görüntüsü ile açılıyor film. Adam (Mark Mulholland) filme adını veren Maeve adındaki genç kadının (Mary Jackson) babasıdır; eşi (Trudy Kelly) ve küçük kızı Roisin (Brid Brennan) ile birlikte Belfast’ın her daim hareketli ve silahlı askerlerin gezindiği bir bölgesinde yaşamaktadır. Maeve şehrin politik ve sosyal kaosundan kaçarak Londra’ya yerleşmiştir ve bu bir haftalık ziyaretinde eski erkek arkadaşı (John Keegan) ile de görüşecektir tekrar. Murphy’nin senaryosu genç kadının zaman zaman araya giren çocukluk anıları ile birlikte İrlanda’nın bölünmüşlüğünü ele alırken, odak noktası olarak genç kadın ile sevgilisinin görüş farklılıklarından kaynaklanan tartışmalarını alıyor. Film Katolik ve Protestan çekişmesini, sokaklarında sürekli askerlerin gezindiği bir bölgede yaşamayı ve “tarafsız” kalmanın en az bir taraf tutmak kadar tehlikeli olabileceği bir atmosferi hep hissettiriyor; ama hikâye asıl olarak, kadının bu soruna cevap olabilecek her farklı çözümde kadının cinsiyetinden kaynaklanan sıkıntılarının değişmeyeceğini öne çıkarıyor. Maeve’in bu konudaki feminist görüşleri eski sevgilisininkileri ile örtüşmemektedir. Erkek kadınların haklarını hep en önde tutan sevgilisini kadınları adeta “ayrı bir millet” olarak görmekle eleştirmektedir örneğin. Bu tartışma kuşkusuz politik hemen her sorun için verilen savaşın bir parçası olarak, sadece İrlanda sorununa özgü bir durum değil. Örneğin sınıf mücadelesinin kadınları da özgürleştireceği ya da en azından bu mücadele kazanılmadan kadınların özgürleşemeyeceği düşüncesi (çünkü örneğin emekçileri sömüren kapitalizmin kadını da bedeni ve cinsiyeti üzerinden bir sömürü kaynağı olarak kullandığı savı) ile kadının özgürlüğünün, içinde bulunulan sosyal, politik ve ekonomik düzen ne olursa olsun, her zaman mücadele gerektirdiği düşüncesi her zaman bir tartışma konusu olmuştur. Burada ise kadının çatıştığı erkek bir politik düzeninde peşinde olmaktan çok, Kuzey İrlanda’nın İrlanda’nın parçası olması için mücadele eden birisi ama tartışma elbette benzer bir içerik taşıyor.

Katolikler ve Protestanlar arasındaki ve İngilizlerin de taraf olduğu çatışmaların toplumun genlerine yerleştiğini gösteren farklı örnekler var filmde. Örneğin bir baba kendisinin karakol bombaladığı yaştaki oğlunun yeterince eylemci olmamasından yakınıyor veya yaşlı bir adam kendi babasının 1920’lerdeki çatışmalarda öldüğünden söz ediyor. Bu bağlamda Maeve karakterinden duyduğumuz şu sözler hikâyenin temel meselelerinden birine işaret ediyor: “Ben şunu demek istiyorum: Geçmiş bugünü okumanın bir yoludur ama insanı sadece yeni şeylere açarsa özgürleştirir”. Maeve geçmişten beslenmeyi ama onu geride bırakmayı öne çıkararak İrlanda meselesine yeni bir bakışla bakmanın gereğini işaret ediyor sanki. Burada filmin özellikle muğlak bıraktığı bir alan var aslında; Maeve’in feminist söylemi ve yaşanan çatışmalı ortam vs. arasında hikâye bir çözüme işaret etmiyor ya da sorun bir çözümün işaret edilemeyeceği kadar derin ve karmaşık demek istiyor belki de Pat Murphy bize.

Yönetmenlerin sinema dili görsel açıdan özel bir çekicilik barındırmıyor gibi ama filmin vurgulamayan, tarafsız bir konumdan bakan ve ele aldığı meseleye özen ve saygı ile yaklaşan tavrına uygun bir mizansen kurulmuş. Profesyonel ve amatör oyuncuların birlikte kullanıldığı ve dönemin pek çok filminin aksine -Belfast’ta geçen bir hikâyeyi anlatmak için- Dublin’i değil, Belfast’ı kullanmaktan çekinmeyen (sonuçta çatışmaların devam ettiği günlerden söz ediyoruz) filmin yönetmenlerinden Murphy çekimlerde “Belgesel gerçekçiliğin en değerli kurgu” olduğunu düşünerek hareket ettiğini söylemiş ki gerçekten de bu yaklaşımı tam anlamı ile hissetmek mümkün tüm hikâye boyunca. Maeve karakterinin bu gerçekçi yaklaşım içinde geçmişi, bugünü ve geleceği sorgulayan (ve sorgulatmaya çalışan) tavrı daha da değerli bir dürüstlük kazanıyor kuşkusuz; onun kız kardeşi Roisin’e Belfast’ın, şehrin bölünmüşlüğünün ve geçmişin travmalarının bir anlamlı ve çekici gelecek sunamamasının neden olduğu karanlığı da daha güçlü bir şekilde hissetmenizi sağlayabiliyor film böylece.

Filmin zaman zaman ham bir havaya büründüğünü söylemek de gerekiyor. Sinema sanatı açısından bu tam olmamışlık hâli Pat Murphy ve John Davies’in yapıtının daha güçlü bir esere dönüşmesine de engel olmuş açıkça söylemek gerekirse. Hikâyedeki tartışmaların, görüşü ne olursa olsun herkesin bir şekilde yüzleşmek zorunda olduğu “Peki ne yapmalı?” sorusuna bir cevabının olmaması ise anlaşılır olsa da, öte yandan bir yarım kalmışlık havası da veriyor filme. Çok düşük bir bütçe ile ve 16mm formatında çekilen filmdeki Maeve karakterinin Murphy açısından bazı otobiyografik öğeler de taşıdığını belirterek, bu ilginç yapıtı rahatlıkla önerebiliriz “düşünen ve düşündürten” eserlerden hoşlananlara.

Kapurush – Satyajit Ray (1965)

“Ben hiç evlenmedim. O günden sonra ne kadar acı çektiğimi bilemezsin, ne kadar zor geldiğini. Af dilemeye bile fırsat bulamadım”

Bir korkaklık sonucu ayrılan bir erkek ile bir kadının yıllar sonra tekrar karşılaşmalarının hikâyesi.

Hint yazar, şair ve sinemacı Premendra Mitra’nın öyküsünden sinemaya uyarlanan, senaryosunu yazan Satyajit Ray’ın yönetmenliğini de yaptığı bir Hindistan yapımı. Bir seçim (ya da bir eylemsizlik) nedeni ile yıllar önce ayrılan iki âşığın uzun bir süre sonra tesadüfen karşılaşmalarını anlatan film kaçırılan bir fırsatı tekrar yakalama olasılığını anlatan, alçak gönüllü ve parlak bir sinema örneği. Dili, atmosferi ve biçimsel özellikleri ile, edebiyattaki hikâye türünün sinemadaki karşılığı olarak gösterilebilecek film hemen tamamı üç karakter arasında geçen, sade bir gerilimin başarı ile inşa edildiği ve başta Hitchcock olmak üzere batılı sinemanın örneklerine hayli yakın duran ilginç bir çalışma.

Genç bir senaryo yazarı (2020’de COVID-19 nedeni ile hayatını kaybeden Soumitra Chatterjee) arabasının bozulması nedeni ile geceyi tamircide tanıştığı ve kendisini davet eden bir çay yetiştiricisinin (Haradhan Bannerjee) evinde geçirir ve orada üniversite yıllarında sevgili oldukları ve şimdi ev sahibinin eşi olan kadınla (Madhabi Mukherjee) ile karşılaşır. Geriye dönüşle ayrılmalarının nedeni olan “korkak”lığa tanık olduğumuz bu iki insandan erkek -kadının mutlu bir evliliği olmadığını düşünerek ve buna inanarak- tekrar bir araya gelebileceklerini umut eder. Evet, tüm hikâye bu kadar ve oldukça “basit” bu öyküyü Satyajit Ray doğru bir sadelikle oldukça etkileyici bir sinema filmine dönüştürüyor.

Yıllar önceki ayrılığın nedeni olan ve filme de adını veren korkaklığın (ve bununla birlikte bencilliğin) sonucunun değiştirilip değiştirilemeyeceği hikâyenin gerilimini yaratan tek unsur değil; Satyajit Ray ve görüntü yönetmeni Soumendu Roy’un kurduğu görsel atmosfer Hitchcock filmlerine aşina olanlara hemen tanıdık gelecek bir ustalıkla oluşturulmuş ve hikâyenin hiç düşmeyen geriliminin her an bir patlama noktasına ulaşabileceği duygusunu hep korumuş. Kısıtlı mekânlarda geçen film ağırlığı senarist üzerine kursa da, üç karakteri de özenle getiriyor karşımıza ve hem dile getirilenler hem de getirilmeyenler üzerinden sıkı bir gerilim duygusu yakalıyor. Yönetmenin kendisine ait olan müzik çalışması da tıpkı filmin dili gibi oldukça Batılı bir havaya sahip ve Ray’ın notaları neredeyse kameranın yaptığı gibi hikâyeye sağlam bir katkı sunuyor. Üç karakter de yöresel renkler kadar Batılı havalara da sahipler: İngilizcenin sık sık araya girdiği bir dil konuşuyorlar, ev sahibi bir Amerikan mizah dergisi olan “Cartoons and Gags” okuyor, radyoda klasik Batı müziği çalıyor ve Bengal sineması ve kültürü üzerine entelektüel içerikli sohbetleri oluyor örneğin. İşte tüm bunları bir araya getirince yerellikle bağını koparmasa da, Batı sinemasına hayli yakın duran bir film olduğunu söyleyebiliriz Ray’in bu çalışmasının.

Uzun bir aradan sonra yaşanan karşılaşmayı kadının soğukkanlılıkla erkeğin ise sonradan pişmanlık ve umut karışımı bir içerik alacak olan telaşla karşılaması ile başlayan gerilimden istasyondaki final sahnesine kadar gerilim duygusunu hep canlı tutmuş Ray. Başta piknik sahnesinin tümü olmak üzere, oldukça etkileyici anlarla karşımıza geliyor bu gerilim ve kamera açıları ile de destekleniyor bu atmosfer. Örneğin evdeki sohbetlerden birinde kamera koltukta oturan kocayı arkadan gösterirken, sonra yavaş yavaş kayarak misafirleri olan genç adamı sonra da kadını alıyor çerçevesi içine. Bu küçük ve hoş hareket aracılığı ile, iki karakter arasında bir ortaklığın ve kocanın tehdit kaynağı olabileceğinin duygusunu yaratıyor Ray. “Burası insana ne yapar, biliyor musunuz? İçirir ve içmeyi sevdirir… Bu kahrolası plantasyonda her kahrolası adam içer. Başka yolu yok” gibi diyaloglar aracılığı ile de film, yaşanan duygusal sıkıntıların yaratabileceği tehditleri ima ederek sözlerden de (ve bazen sessizliklerden de) ustalıkla yararlanıyor. Üç karakterin katıldığı piknik ise sadece Hitchcock’u değil, Fransız sinemasının gerilim ustalarını da hatırlatıyor sık sık. Çok başarılı bir bölüm bu ve Ray adına da çok parlak bir sonuç.

“Çok basit: Vicdanın varsa, endişelenirsin ve alkole gömülürsün”; koca söylüyor bunu karısının eski sevgilisi olduğunu bilmediği adama. Senarist alkole boğmamıştır kendini, aksine alkolle hemen hiç arası da yoktur üstelik. Buna karşılık vicdanında hep taşıdığı ve karşılaşma ile karşı konulamaz biçimde su üstüne çıkan yükü hep taşımıştır içinde. Bir zamanlar dokunmak için özlem duyulan bir elin şimdi bir başkasının omzunda olduğunu görmenin verdiği acı, adama korkaklığını ve bir o kadar da bencilliğini hatırlatarak yaralayacaktır onu ve işte bu duygu üzerinden bir vicdan hikâyesi anlatır bize Ray. Bunu yaparken usta sinemacı, yukarıda bir örneği verilen küçük oyunlara da başvuruyor etkileyici bir biçimde. Örneğin iki eski âşık arasında geçen hayli dramatik bir konuşmayı tüm gürültüleri ve çıkardıkları tozla gösterdiği araç dizisi ile bozuyor ve bir bakıma da bir imkânsızlığı ima ediyor sanki. İlginç bir yanı da filmin, koca karakterini gürültülü konuşması ve sık sık tekrarlanan kahkahası ile bir eğlence aracı olarak kullanırken, gerilimini eski âşığın yüzünden hiç eksiltmemesi; bu da dikkate değer bir sonuç koyuyor ortaya: Gerilimi sadece senarist ve seyirci olarak biz hissediyoruz ve bu da bizi bu genç adamla bir duygudaşlığın parçası yaparak onun yaşadıklarını çok daha içeriden hissetmemizi sağlıyor.

Filmin süreyi uzatmak adına zorlama yan öykülere başvurmaması da çok doğru bir seçim olmuş. Klasik oda müziği eserlerini bilenlerin fark edeceği gibi burada adeta bu yapıtların sinema versiyonunu yaratmış Ray: Az sayıdaki karakterle ve bir ana temadan hiç sapmadan anlatmış derdini çoğunlukla. Bu nedenle oldukça bütünsel görünen, dağılıp gitmeyen ve seyirciyi hep yanında ve belli bir odak noktasında tutmayı başaran bir çalışma çıkmış ortaya. 1965’te Venedik Film Festivali’nde ilk kez seyirci karşısına çıkan ve Ray için bir biyografi kitabı da (“Satyajit Ray: The Inner Eye” – 1989) yazmış olan Andrew Robinson’a göre yönetmenin beklediği ilgiyi görmeyen filmin değerinin daha sonradan kabul görmüş olmasının temel nedeni alçak gönüllü yapısı olsa gerek. Ray’in sosyal meselelere de dalan önceki filmleri kadar dramatik ve gösterişli olmayan bu “küçük” yapıt ustalıkla anlatılmış bir küçük hikâye olarak kesinlikle ilgiyi hak eden bir sinema yapıtı. Üç oyuncunun da sağlam oyunculuklar sunduğu ve karakterlerinin içlerine girmemizi sağladığı film Ray filmografisinin ihmal edilmemesi gereken örneklerinden biri.

(“The Coward”)

Tout est Pardonné – Mia Hansen-Løve (2007)

“Neden herkesin ezik bir insan olduğunu düşünmesini istiyorsun?”

Bir boşanmanın sonucu olarak 11 yıldır görüşmeyen bir baba ve kızının yıllar sonra tekrar karşılaşmalarının hikâyesi.

Mia Hansen-Løve’un senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Fransız sinemacının ilk uzun metrajlı filmi olan yapıt bir boşanmanın öncesi ve sonrasında yaşananları ele alırken, yapılan hatalar ve alınan yanlış kararların kaybettirdikleri üzerine zarif ve hüzünlü bir hikâye anlatıyor. Görsel yaklaşımı ve dili ile, öykünün trajik denebilecek yaklaşımına bilinçli bir zıt duruş sergileyen film doğallığı ve adeta tamamı ile gerçek bir hikâye seyrettiğinizi düşündürtecek dürüstlüğü ile de ilgiyi hak ediyor.

Film 2005 yılında intihar ederek hayatına son veren Fransız yapımcı ve oyuncu Humbert Balsan’a ithaf edilmiş. Avrupa Film Akademisi’nin başkanlığını da yapmış olan Balsan -ölümü nedeni ile yarım kalsa da görevi- bu filmin de yapımcısıymış başta ve Mia Hansen-Løve ona olan saygısını bu ithafla göstermekle yetinmeyip, bir sonraki filmi olan “Le Père de Mes Enfants”ın senaryosunu yazarken onun hayat hikâyesinden yola çıkmış. Yönetmenin kendisi de 20’li yaşlarındayken ebevyenleri boşanmış, dolayısı ile bu filmde kendi duygularından ve tecrübelerinden yola çıktığını söylemek mümkün ama burada çocuk çok küçük yaştayken ayrılan bir baba ve kızının ilişkisi(zliği) söz konusu. Belki filmin en önemli yanı, her ne kadar bir boşanmanın neden olduğu bir bireysel ilişki problemini anlatıyor olsa da, aslında bir “yitirilen zaman” (veya “kayıp zaman”) öyküsü olarak da değerlendirilebilecek olması. Annenin -babanın sorunlarının da neden olduğu- tercihi ile on bir yıl boyunca hiçbir temasları olmayan bir genç kız ile babasının yitirilen onca zamandan sonra bir yakınlığı, bir ilişkiyi inşa edip edemeyeceklerini sorguluyor ve bize de sorgulatıyor öykü. Filmin bu kayıp duygusunun altını kalın çizgilerle çizmemesi ve finali bazı seyircileri mutlu etmeyebilir ama anlaşılan Mia Hansen-Løve bir mesaj ya da bildiri vermek yerine, bir durumu göstermeyi seçmiş ve açıkçası filmin genel havası içinde bakıldığında da doğru bir yaklaşım olmuş bu.

Avusturyalı bir kadın ile Fransız bir erkeğin evliliklerinin hikâyesi olarak 1995 yılında ve Viyana’da başlayan film, 11 yıl sonra Paris’te bu erkek ile kızı arasındaki bir öykü olarak devam ediyor. Son günlerde pek üretemeyen bir şairdir Victor (Paul Blain) ve öğretmenlik de yapmaktadır zaman zaman. Eşi Annette (Marie-Christine Friedrich) ise kocasının aksine güçlü bir karakterdir ve trajik bir olaya kadar, kocasının uyuşturucu bağımlılığından da haberdar değildir. Evlilikleri önce sallantıya girip, sonra da tamamen dağıldığında erkek ne kadını yanında tutabilecek ne de kendi ayakları üzerinde durabilecek güce sahiptir; kadın ise kendisini sevse de hırpalayan adamla bağını kopardığında küçük kızını da (bu karakterin çocukluğunu oynayan Victoire Rousseau ve genç kızlığını canlandıran Constance Rousseau gerçek hayatta kardeşler ve ikisi de ilk kez bir sinema filminde rol almışlar) alarak uzaklaşır onun hayatından. Bundan sonrası baba ile kızı için, birlikte çok iyi zaman geçiren ve iyi bir ilişkileri olan bu iki insan için, 11 yıllık bir ayrılık anlamına gelecek ve hikâyenin son bölümü bu uzun kaybın üzerine yeniden bir ortak hayat kurulup kurulamayacağı üzerinden ilerleyecektir.

Kabaca ikiye ayırabileceğimiz hikâyenin ilk bölümünde bir evliliğin dağılışı, ikinci bölümünde ise ayrılığın yok ettiği bir baba-kız ilişkisinin yeniden yaratılma(ma) süreci anlatılıyor. Yönetmen Mia Hansen-Løve bu hikâyeyi anlatırken etkileyici sahneler yaratmanın peşinde koşmuyor hiç; bunun yerine, doğallık ve gerçekçiliği yaratmaya soyunuyor tüm öykü boyunca ve kesinlikle başarıyor da bunu. Tercih edilen bu sadeliğin dramatik anların peşinde koşan seyirciyi tatmin etmeme ihtimali yüksek ama hikâyenin hiçbir telaşa kapılmadan, doğal bir tempo ile anlatılması filmi en değerli kılan yanlarından biri aslında. Böylece sağlam bir gerçekçilik elde ediyor film ve dikkatli / özenli bir seyirciyi tanık olduğunun içtenliği ile etkileyebiliyor. Final karesi ile de tekrarlanan bu seçim bir parça hüzün de barındıran bir doğallık ile filmin en çekici unsurlarından birini oluşturuyor.

İlginç bir soundtrack seçimi var filmin. Orijinal müzik yerine -bir gece kulübü sahnesi hariç- hemen hep eski şarkılar tercih edilmiş. Örneğin hemen açılışta folk şarkıcısı Matt McGinn’in sesinden dinlediğimiz “Coorie Doon” (Madencinin Ninnisi olarak da biliniyor) bir İskoç folk şarkısı. Bir annenin çocuğuna madenci babasının zor hayatını anlattığı bu şarkı bir umut da barındırıyor içinde. The Black Country Three adındaki gruptan dinlediğimiz bir İngiliz (ve İskoç) folk şarkısı “The Three Ravens”, Rory ve Alex McEwen adlı kardeşlerden dinlediğimiz İskoç folk şarkısı “Marie Hamilton” gibi yine hayli ilginç ve filme farklı bir hava katan seçimleri olmuş yönetmenin. Bu üç şarkının da “Child Ballads” adı altında toplanan şarkılar olması, hikâyenin bir baba ve çocuk ilişkisi (varlığı ve yokluğu) üzerinden anlatıldığını düşününce bir hayli anlam kazanıyor elbette ve klasik eserlere de uzanan tüm müzik seçimleri ile birlikte filme çekici ve kırılgan bir hava katıyorlar. Alman şair Joseph von Eichendorff’un “Zwielicht” adındaki şiiri de hikâyenin temasının bir sembolü olarak akıllıca kullanılmış; şiir alaca karanlığın belirsizliğini sevginin ve arkadaşlığın alegorisi olarak kullanması ile bilinen bir yapıt ve burada babanın kızına yazdığı mektubun bir parçası olurken, kaybın ve yeniden doğumun sembolü işlevi görüyor.

Baba ve kızının iletişim aracı olarak mektuplaşmalarının da hikâyenin eski usul zarifliğine uygun düştüğü filmde tüm başrol oyuncuları sade performanslarla karakterlerinin gerçekçi görünümünü güçlü bir biçimde desteklemişler ve tıpkı yönetmenin sinema dili gibi, onların oyunculukları da vurgulamaktan çok olan biteni olduğu gibi yansıtmayı tercih eden doğru tonu tutturmuşlar. Pascal Auffray’in görüntüleri de hayli başarılı ve taşrada kırlık bölgede geçen sahnelerde izlenimci bir bakıştan izler taşıyan içeriği ile filme çok yakışan bir pastoral hüzün yaratıyor adeta. Indiewire’a verdiği röportajda “Benim için sinema cevaplar değil, sorular hakkındadır. Eğer cevaplarım olsaydı, film yapmazdım” demiş. İşte bu yapıt da bu söylemle birebir örtüşüyor: Zaman, zamanın geçişi, zamanın acıları / hataları iyileştirip iyileştiremeyeceği ve gerçek bir bağışlanmanın mümkün olup olmadığı üzerine bir hikâye anlatırken mutlak cevaplar sunmuyor seyirciye; sunduğu finalin sadece bu hikâyeye özgü olduğunu hatırlatacak bir biçimde soru(n)ları ortaya koyuyor ve finalde genç kızın çıktığı yürüyüşün “belirsizliği” gibi bize bırakıyor gerisini. Kaçırılan fırsatların ve yitirilmemesi gereken umutların hikâyesi olan bu zarif yapıt kesinlikle görülmeyi hak eden bir çalışma.

(“All is Forgiven” – “Her Şey Bağışlandı”)