J’Accuse – Roman Polanski (2019)

“Suçum ne, biliyor musun? Onurumuzu korumanın, körü körüne bağlılıktan daha önemli olduğuna inanmam”

Casusluk yaptığı gerekçesi ile rütbeleri sökülen ve hapse atılan Fransız subayı Alfred Dreyfus’un davası üzerinde çalışan Picquart adındaki subayın araştırmalarının hikâyesi.

İngiliz yazar Robert Harris’in, arkadaşı Roman Polanski’nin Dreyfus davasına olan ilgisinden esinlenerek yazdığı “An Officer and a Spy” adlı romandan uyarlanan senaryosunu yine Harris’in yazdığı, yönetmenliğini Polanski’nin yaptığı, Fransa ve İtalya ortak yapımı bir film. Sessiz dönemden başlayarak daha önce de sinemanın ilgi alanına giren Dreyfus davasını konu edinen şimdilik bu son film Venedik’te Jüri Ödülü’nün yanında sinema yazarlarının verdiği FIPRESCI ödülünü de kazanmıştı. Hikâyenin asıl kahramanını değil, onun davasındaki yargılamanın âdilliğinden kuşkuya düşen Picquart’ı ön plana çıkaran film sade bir dil ile eski klasiklerin havasını seçmeyi tercih eden ve güvenli sularda kalarak -olumsuz anlamda- bir parça şaşırtan bir yapıt. Önyargıların, öteki olarak görülene karşı yürütülen linç kampanyalarının ve “devletin çıkarları” uğruna yok edilen bireysel yaşamların kurbanı olan karakterlerden birinin hikâyesi etrafında dönen film özelikle bir özdeşleşmeden uzak durma çabası, geniş kitlelerin nasıl kolayca manipüle edilebileceğini göstermesi ve Polanski’nin yılların tecrübesi ile hikâyesini hiç aksamadan anlatabilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

5 Ocak 1895 tarihinde açılıyor film. Arka planda Eyfel Kulesi’nin göründüğü çok büyük bir kışlanın avlusundaki bir “rütbe sökme” törenini izliyoruz. Kılıcından, rütbelerinden ve rütbesini gösteren tüm sembollerden arındırılan subayın adı Dreyfus’tur ve şöyle haykırmaktadır töreni avludan izleyen rütbeli ve rütbesiz yüzlerce askere ve avlunun dışından aleyhinde tezahürat yapan halka: “Asker! Bir masumun rütbesi sökülüyor. Bir masumun onuru kirletiliyor. Yaşasın Fransa, yaşasın ordu!”. Dreyfus Yahudidir ve politik mahkûmların gönderildiği Fransız Guyanası’na bağlı Şeytan Adası’ndaki bir cezaevinde çekecektir cezasını. Polanski’nin filmi Dreyfus’u gösteren bu sahne ile açılsa da, hikâyenin asıl baş karakteri olarak, onun askerî akademide hocası olan ve askerî istihbarat örgütünün başına geçirilen Picquart’ı seçiyor ve onun Dreyfus davasının adalet kurallarına uygun olarak yürütüldüğü konusundaki kuşkularının üzerine gitmesini anlatıyor. Filmin Fransızca orijinal ismine adını veren “J’Accuse” başlıklı ünlü açık mektubu üzerinden -pek de doyurucu olmayan bir biçimde- Zola’yı ve diğer başka tarihî kişilikleri de bünyesine katan senaryo, duygusal zorlamalara ve ajitasyonlara başvurmaması ile takdiri hak etse de, bir yandan da zaman zaman bir ansiklopedi kuruluğuna bürünmüyor da değil.

Belki de filmin hikâyesi açısından en önemli eksikliği dönemin politik ve toplumsal koşullarının oluşturduğu arkaplanla pek ilgilenmemesi ve Dreyfus’a “Yahudileri sevmediğini ama bunun onlara haksızlık yapacağı anlamına da asla gelmeyeceğini” söyleyen Picquart’ın bu sözleri ile somut karşılıklarından birini bulan Yahudi karşıtlığını öne çıkarması sadece. Film de aslında Dreyfus’tan çok Picquart’ın hikâyesi olarak ilerliyor ve öyle ki onun özel hayatındakiler Dreyfus’un kendisinden daha çok geliyor karşımıza. Kötü işleyen ve / veya çarpıtılan adelet mekanizmalarının güçlülerin elinde ve masumların aleyhine nasıl ölümcül bir silaha dönüşebileceğinin örneklerinden biri olan bu davanın kurbanının değil, gerçeğin peşine düşeninin öne çıkarılmasında temel olarak bir sakınca yok elbette; ama tıpkı filmin adı Zola’nın mektubunun başlığı olsa da odak noktasının bu mektup değil, Picquart’ın “dedektiflik” çalışması olması ve Zola’nın kendisinin de öylesine görünüp kayboluvermesi gibi senaryo tam olarak ne anlatacağını çok iyi seçememiş gibi görünüyor.

Sahte veya savunmanın görmesine izin verilmeyen delliler, âdil yürütülmeyen duruşmalar, tek hedefi suçlu olduğuna önceden karar verilmiş olanları cezalandırmak olan davalar ve bu davalara önyargıları ile destek olan kamuoyu… tüm bunlar ülkemiz için hiç de yeni şeyler değil kuşkusuz; bu bakımdan hikâye bizim için ayrıca önem taşıyor ve Polanski bu bir parça kuru görünen hikâyeyi tecrübesi ile ilgi çekici kılmayı başarıyor. Örneğin Dreyfus’un mahkûm edildiği davada kritik bir rol üstlenmiş olan bir el yazısı uzmanının çalıştığı yerde bir adamın kafatasını ölçerken görülmesi, yaşananlarda kurbanın Yahudi olmasının taşıdığı kritik önemi ima eden önemli bir sahne. Çok daha çarpıcı bir örnek ise, ordunun üst düzey generalleri duruşma salonuna girerken kalabalık bir kitlenin onları alkışlarla ve “Yahudilere ölüm” (Burada Yahudi sözcüğü yerine egemen güçlerin ve onların manipüle ettiği kitlelerin nefret nesnesi olan başkalarını da koyabilirsiniz rahatlıkla) sloganları ile karşıladığı sahne. Benzeri başka örnekler de var filmde ve geri dönüşlerde bir parça yorgun görünen bir dili olsa da, Polanski filmini ilgi ile seyrettirmeyi başarıyor bu sahneler sayesinde.

1977’de on üç yaşındaki bir kız çocuğuna uyuşturucu vererek tecavüz etmekle suçlandığı ABD’ye giremeyen ve hatta kendisini arandığı ABD’ye iade edebilecek ülkelerden de uzak duran Polanski’nin konuşmalarında kendi hikâyesini (ve yargılanmasını) Dreyfus’unki ile özdeşleştirmesi ise oldukça benmerkezci bir davranış elbette. #MeToo hareketinin de etkisi ile Polanski filmin festival gösterimlerinde ve tanıtımlarında çeşitli protestolarla karşılaşmıştı. Örneğin, Venedik’te jüri başkanı Lucrecia Martel filmin ödül alması durumunda yönetmeni kutlamayacağını söylemişti. Picquart rolündeki Jean Dujardin’in karakterini karizmasının da yardımı ile ilgi çekici kıldığı film, bu antisemitik adamın adaleti sağlamak için verdiği uğraşı abartmadan destekleyen bir şekilde anlatmasının da gösterdiği gibi, Dreyfus dahil hiçbir karakteri özellikle sevilmeyi hak eden bir şekilde resmetmiyor. Dramatik etkilerin peşinde koşmayan film Picquart ve Dreyfus’un son kez görüştükleri sahnede yalın bir şekilde yansıtılan ve adaletin çoğunlukla hayal kırıklığı yarattığı bir sistemin profilini çıkarması ile önemli bir yapıt kuşkusuz. Polanski’nin kendi kişisel hikâyesini bu yapıt üzerinden aklamaya girişmesinin yanlışlığı ve eleştiriyi hak etmesi bir yana, film günümüzde ne yazık ki hâlâ geçerli olan bir adaletsizliği hatırlatıyor bize. Daha güçlü ve yaratıcı bir Polanski yapıtı bekleyenleri tatmin etmeyecektir ama yine de izlenmesi gereken bir eser bu.

(“An Officer and a Spy” – “Subay ve Casus”)

The Andromeda Strain – Robert Wise (1971)

“Kimyasal tepkime olmadan hayat olmaz ama bu organizma ürüyor, büyüyor!”

Bir kasabada yaşayanları toplu halde öldüren hastalığın ne olduğunu bulmaya çalışan dört bilim insanının hikâyesi.

Pek çok eseri sinema ve televizyona uyarlanan Amerikalı yazar ve senarist Michael Crichton’un aynı adlı ve 1969 tarihli romanından sinemaya aktarılan bir ABD yapımı. Nelson Giddick’in senaryosundan Robert Wise’ın çektiği film uzay araştırmalarından dönen askerî bir uydu ile dünyaya gelen bir mikroorganizmanın neden olduğu ölümleri araştıran bilim insanlarının hastalığın bir salgına dönüşmemesi için gösterdikleri insanüstü çabanın hikâyesini anlatıyor temel olarak ve klasik anlamdaki aksiyondan uzak dururken, başından sonuna kadar hayli çekici bir gerilim duygusu ile oldukça üst bir düzeye ulaşıyor. CGI teknolojisinin olmadığı yıllara ait bir yapıt olarak ve döneminin mevcut efekt teknolojilerine de pek yüz vermeyerek oldukça gerçekçi ve -içinde bulunduğumuz Covid-19 döneminde gücü daha da artan- etkileyici bir film bu. Elle tutulur bir hikâyesi olan, anlamsız bir aksiyonun peşinde koşmayan ve “Bir yenisinin olmayacağının ne garantisi var?” gibi özellikle de bugünlerde çok daha doğru görünen bir sorusu olan film Amerikan sinemasının saygın bilim kurgularından biri.

Michael Crichton’un 2008 yılında bir televizyon dizisine de ilham veren ve “tekno-gerilim” türüne sokulan romanı kendi adı ile yazdığı ilk, toplamda ise altıncı romanı ve New York Times’ın Çok Satanlar Listesi’ne girecek kadar da popüler olmuş bir eser. Bir başka Amerikalı yazar olan Daniel H. Wilson tarafından 2019’da yayımlanan “The Andromeda Evolution” adlı bir devamı da olan kitap ve ondan uyarlanan bu Robert Wise filmi “düşman”ın uzayın derinliklerinden gelen bir mikroorganizma olduğu bir bilim kurgu. Uzaydan dönen askerî bir uydunun düştüğü kasabada biri bebek biri yaşlı bir adam hariç olmak üzere herkes ölmüştür ve olayı araştırmakla görevlendirilen dört bilim insanı bir yandan ölümlerin nedenini ve kaynağını keşfetmeye çalışırken, öte yandan da iki kişinin hayatta kalmasının sırrını anlamaya uğraşırlar. Kısıtlı bir süreleri vardır çünkü bir salgının kısa bir sürede hızla yayılabileceğinden de endişe edilmektedir. Olayın askerî bir boyutu da vardır ve dört kişi tam bir gizlilik içinde ve bu tür araştırmalar için özel olarak tasarlanmış bir binada çalışacaklardır. Hikâyede -bekleneceği üzere- ordu ve bilim adamları arasında çekişmeye ve hükümetlerin gizli (ve tehlikeli) projelerine bir eleştiride bulunulduğu gibi, başlardaki bir diyalog üzerinden de (kendisini araştırma için almaya gelen askerleri gören eşine “Eminim protestocu öğrencilerdir” diyen adam) 1960’ların özgürlükçü ruhuna ve sistem karşıtı eylemlerine bir cümlelik de olsa selam gönderiyor Wise’ın bu filmi. Resmî amacı, “Uzayda var olabilecek organizmaları toplamak ve bu yeni yaşam biçimlerinin neden olabileceği hastalıkları ve zararları değerlendirmek” olan projenin arkasındaki gerçek amaç üzerinden de bir eleştirisi var filmin ve “Bir yenisinin olmayacağının ne garantisi var?” sorusu ile de bu eleştirisine gerçekçilik katıyor.

Robert Wise’ın yönetmenlik çalışması hikâyeye kazandırılmak istenen belegesel gerçekçiliğine uygun bir ton taşıyor. Kasabayı gezen iki bilim adamının farklı noktalardaki cesetleri gördükleri sahnede “bakan” ve “bakılan”ı eş zamanlı iki farklı görüntüde göstermek gibi küçük oyunlar dışında yalın ve eski Hollywood usulü bir yönetmenlik çalışması yapmış Wise ve bu “aksiyonsuz” bilim kurgunun gerilimini yaratan gizemi öne çıkarmayı tercih etmiş. Biri kadın olan dört bilim insanı karakterinin gerçekçiliğini de iyi değerlendirmiş senaryo; bu tür filmlerde ve özellikle o dönemlerde kadın karakterin daha çok romantizm veya erotizm için kullanılmasının aksine, burada hikâyenin ana unsurlarından biri olması da doğru ve önemli bir seçim. Romanda erkek olan karakterin burada kadına çevrilmesi doğrusu hayli akıllıca olmuş. Öyküsü “Tespit, anlama ve yok etme” olarak özetlenebilecek içeriği ile bir bilimsel süreci anlatan filmde bu sürecin farklı fazları etkileyici ve inandırıclığını hep koruyan sahnelerle anlatılıyor; mikroorganizmanın keşfi ve bu keşfe eşlik eden bilimsel merak, hayranlık, korku ve azmi örneğin, keyifle izliyoruz. Benzer şekilde “5 dakika içinde durdurulması gereken nükleer patlama” sahnesi de tüm o nerede ise sıfır efektli hâli ile oldukça başarılı.

Bilim insanlarını canlandıran Arthur Hill (Dr. Stone), Kate Reid (Dr. Leavitt), James Olson (Dr. Hall) ve David Wayne (Dr. Dutton) karakterlerini sağlam performanslarla karşımıza getirirken; filmin yıldızlara değil, güçlü karakter oyuncularına dayanmayı tercih etmesinin sonucu olarak hikâyenin inandırıcılık düzeyini de yükseltiyorlar. Çıkar çıkmaz büyük bir ilgi gören bir kitaptan uyarlanan film ABD’de bütçesinin iki katı gişe geliri getirerek orta karar bir başarı sağlamış. Stanley Kubrick’in 1968 tarihli başyapıtı “2001: A Space Odyssey” kadar derin bir felsefesi ve onunki kadar gösterişli set tasarımları yok ama yine de Robert Wise’ın bu daha alçak gönüllü yapıtı Covid-19’un da bir kanıtı olduğu gibi daha güncel ve günlük hayata değen konulara odaklanarak belli bir ilgiyi hak ediyor. Yüksek bütçeli filmlerdeki kadar gösterişli değil belki ama dört bilimcinin çalıştığı üssün tasarımı da incelikle düşünülmüş detayları, yalın ve modern görselliği ile ayrıca takdir edilmeyi hak ediyor. Aksiyonu, gürültüsü, patırtısı vs. olmayan film, buna rağmen çekiciliğini hep koruması ve kendine has temposu ile ilgiyi hep canlı tutması ile de önemli ve bilim dışılığın tüm saldırısına karşı bilime ve gerçek bilim adamlarına sıkıca bağlı kalmamız gerektiğini hatırlatan bir çalışma. Wise’ın belgesel havası verdiği bu kurgu yapıt 1970’lerin görülmesi gerekli sinema yapıtlarından biri.

(“Andromeda Esrarı”)

Le Casse – Henri Verneuil (1971)

“Hiç de değil, aksine oldukça basit bir plan: Eğer işler ters giderse, tekrar bir polis gibi davranırım”

Zengin bir koleksiyoncunun evindeki zümrütleri çalan dört soyguncu ile onların peşine düşen ve kendi planı da olan bir dedektifin hikâyesi.

Amerikalı yazar David Goodis’in 1953 tarihli romanı “The Burglar”dan uyarlanan senaryosunu Henri Verneuil ve Vahé Katcha’nın yazdığı, yönetmenliğini Verneuil’in yaptığı bir Fransa ve İtalya ortak yapımı. 1920’de Tekirdağ’da doğan bir Ermeni olan ve 1924’te ailesi ile birlikte Fransa’ya yerleşen Verneuil Fransız sinemasının aralarında Alain Delon, Jean Gabin ve bu filmin de başrolünde yer alan Jean-Paul Belmondo’nun da olduğu hemen tüm yıldızları ile çalışmış ve özellikle polisiyeleri ile sinemanın seyirciden oldukça ilgi toplayan örneklerine imza atmıştı. Burada uluslararası bir kadro ile çalışmış Verneuil ve biri artık bir klasik kabul edilen aksiyon sahneleri, özellikle Belmondo ve ona eşlik eden Omar Sharif arasındaki sahnelerin eğlenceli içeriği ve 1970’lerin havasını taşıması ile izlenebilir bir sonuç koymuş ortaya. Hikâye ve bazı karakterlerin bu hikâyedeki konumlandırılmalarının yeterince güçlü olmaması ve aksiyon sahnelerinin bir parça uzatılmış görünmesi filme zarar vermiş ama yine de eğlencelik olarak rahatlıkla izlenebilecek bir çalışma bu.

Goodis’in romanı daha önce de uyarlanmış sinemaya: Paul Wendkos’un 1957 tarihli ve roman ile aynı adı taşıyan yapıtı “kara film” türünün parlak örnekleri arasına giremese de belli bir ilgi görmüş seyirciden. Bu filmden 14 yıl sonra çekilen bu Verneuil çalışması ise kara tonu düşürülmüş, eğlencesi artırılmış bir eser ve Belmondo’nun varlığı ile de belli bir ilgiyi hak ediyor. Aynı anda hem İngilizce hem Fransızca olarak iki kez çekilmiş film ve gösterime girdiğinde Fransa’da o tarihe kadar açılış haftasında en yüksek gişe geliri getiren yapıt olmuş. Kadrosunda Fransız, Mısırlı, Amerikalı, İspanyol ve İtalyan oyuncuların olduğu filmin çekimleri Paris’teki birkaç sahne dışında Atina ve Pire’de gerçekleştirilmiş. Kısa birkaç sahne dışında şehirleri turistik görüntülerle kullanmayı tercih etmemiş film ilginç ve doğru bir şekilde. Hikâyenin Yunanistan’da geçtiğinin hiç vurgulanmaması ve hatta bundan sakınılması da benzer bir ilginçlik taşıyor ve bu durum o sırada Yunanistan’da askerî bir yönetim olmasına bağlanmış.

Hikâyenin çok sağlam olmamasını aksiyon sahnelerinin çekiciliği ve özellikle iki başrol oyuncusu arasında geçen sahnelerdeki eğlenceli hava ile dengelemiş Verneuil. Oldukça uzun tutulmuş araç takip sahneleri tehlikeli sahnelerin çoğunda kendisi oynayan Belmondo’nun aksiyon performansı ile özellikle ilgi çekiyor. Resmî makamların verdiği izinle çoğu gerçek trafik akışı içinde çekilen bu bölümler hikâyenin zayıflığını unutturacak güçte. Dedektifin kendi aracı ile hırsızları takip ettiği ve dakikalar boyunca süren sahne kuşkusuz günümüzün görkemli aksiyonları ile boy ölçüşebilecek bir düzeyde değil ama efekt kullanılmaması çekici bir doğallık sağlamış ve hikâyede eksik olan gerçekçilik boyutunu katmış filme. Spagetti westernler için hazırladığı barok ve epik melodilerle bilinen Ennio Morricone de benzer şekilde ve hikâyenin havasına uygun, eğlencesi de olan yalın müziği ile bu gerçekçiliğe katkı sağlayan bir doğallık taşıyan bir çalışma yapmış. Kuşkusuz burada -oyunculuk performansı açısından değil ama- aksiyon becerisi anlamında, Belmondo’nun çok büyük bir payı var. Onun baş kahramanı olduğu bir sahne var ki hem bugün filmin hâlâ hatırlanmasının en önemli nedeni hem de bir sinema yıldızının aldığı en önemli risklerden biri olarak göz kamaştırıyor. Peşindekilerden kaçmak için bir hafriyat kamyonuna atlayan kahramanımızı bu aracın, damperindekilerle birlikte oldukça dik ve taşlarla kaplı bir yerden boşalttığına tanık oluyoruz bu sahnede. Verneuil’in filmin tümünde kendisini gösteren ve özellikle süslenmemiş mizanseni sahnenin gerçek olduğuna (ki gerçek de aslında!) sizi ikna ediyor. Usta Fransız sinemacı Jean Renoir’ın yeğeni ve aktör Pierre Renoir’ın oğlu olan görüntü yönetmeni Claude Renoir’ın kamerası ise sık sık gerçek bir olayı belli bir mesafeden izlediğiniz izlenimini yaratan tercihleri ile bu sahneleri daha da keyifli kılmış.

İlk 10 dakikasında iki cümle dışında tek bir diyalog bile olmayan filmin baştaki kasa açma sahnesinde olduğu gibi olayları sık sık gerçek zamanlı göstermesi de ilginç. Benzer şekilde Belmondo ile Sharif’in ortak sahnelerinin her biri eğlenceli diyalogları ve sözlü çekişmeleri ile ve bir konuşmayı önemli ya da sıradan tüm boyutları ile göstererek, zorlanmış bir havadan uzak duruyor ve böylece hayatın sadece “ilginç” anlarına odaklanan aksiyonlardan farklılaşıyor. Örneğin bir restoranda dedektif baş hırsızla zümrütler üzerine dönen bir pazarlığı yaparken, bir yandan da yerel yemekleri (dolma, imam bayıldı ve musakka!) tanıtıyor. Eğlencesini sadece bu oyuncuların ikili sahnelerinden almıyor film; örneğin açık havadaki bir folklor gösterisinin izleyicilerinin sahnedekileri bırakıp, akan trafik içindeki araç takibini tezahüratlarla seyretmeye dalması hayli eğlenceli. Buna karşılık senaryo çok sağlam değil açıkçası ve olan biten de seyirciyi ikna edecek bir güçte değil. Hırsızlardan birinin neden ekipte yer aldığını gösterecek bir işlevine tanık olamıyoruz ve çalınan zümrütlerin sahibinin bir buluşmaya davet edilmesi bir yere bağlanmadan unutulup gitmiş. Yönetmenin sola yakın duran politik görüşü başka yapıtlarındaki kadar (“I… Comme Icare” (İkarus’un İ’si), “Mille Milliards de Dollars” vb.) önde değil burada ama yine de zümrüt koleksiyonunun sahibi olan karı koca üzerinden bir servet eleştirisi yapmayı iham etmiyor yönetmen. Final üzerinden okuduğumuzda, senaryonun kadın karakterler üzerinden Hollywood filmlerindeki gibi bir ahlâkçılığa kapılmış olmasını da eleştirmeyi ihmal etmemek gerekiyor. Bir kadına atılan tokatların ışığı açma / kapatma esprisine kaynak olması ise -sahnenin gerçekten komik olması bir yana- oldukça yanlış.

(“The Burglars” – “Hırsızlar”)

La Graine et Le Mulet – Abdellatif Kechiche (2007)

“Kuskus tenceresini arabanın bagajında gördüm. Gördüğüme eminim!”

Arap kökenli bir Fransız ailenin hurdaya çıkarılan bir gemiyi bir kuskus restoranına dönüştürmeye çalışmasının hikâyesi.

Senaryosunu Abdellatif Kechiche ve Ghalia Lacroix’nın yazdığı, yönetmenliğini Kechiche’in yaptığı bir Fransa yapımı. Venedik Festivali’nde Jüri Özel Ödülü’nü kazanan film César’da ise En İyi Film, Yönetmen, Orijinal Senaryo ve Yardımcı Kadın Oyuncu ödülllerini elde etmişti. 35 yıldır çalıştığı işinden yaşlılığı ve işlerin yavaşlaması nedeni ile çıkartılan bir adamın, sökümünde çalıştığı hurda bir gemiyi boşandığı eşi, çocukları, sevgilisi ve onun kızının destekleri ile bir restorana dönüştürme hikâyesini anlatan film hayatın içinden çekilip alınmış kadar doğal görünen ve uzun süresine rağmen bu sayede ilgiyi hep üzerinde tutmayı başaran bir yapıt. 2,5 saatlik süresi boyunca kalabalık bir karakter grubunun konuştuğu, tartıştığı ve çabaladığı film bolca konuşmalı olmasına rağmen eğlencesi, dramı ve son bölüme damgasını vuran gerilimi ile hayli başarılı bir sinema eseri. Yemeğin ve göbek dansının dünyayı kurtarabileceğine seyircisini ikna edecek güçte bir çalışma bu.

Kalabalık bir göçmen ailenin bir portesi bu film ve Kechiche’in filmin her karesine sinen doğal yönetmenlik çalışması ve günlük hayattakilerle birebir örtüşen diyalogları ile Fransız sinemasının son dönemlerdeki en yalın ve gerçek insan hikâyelerinden birini seyretmemizi sağlıyor bu portre. Yakın bir tarihte ayrıldığı eşi ve ondan olan üç kızı ve iki oğlu (ve onların eşleri ve çocukları), otelindeki bir odaya yerleştiği sevgilisi ve onun kızından oluşan geniş bir ailesi var Slimane’ın. Onun kuskus restoranı açma hikâyesi emek sömürüsü, göçmenlik, ihanet, kıskançlık, dayanışma, bürokrasi gibi temalar ve daha pek çok dram ve trajedi ögeleri ile oldukça çekici bir filme dönüşmüş. Bu başarının arkasında pek çok neden var ve bunlardan biri de hiç eksilmeyen doğallık duygusu. Onca karakterinin her birini hak ettikleri derinliklerle ele alıyor film ve tümünün duygularını ve eylemlerini gerçekçiliği hiç kaybolmayan bir atmosferde anlatıyor bize. Konuşmaların hemen hiç kesilmediği bir hikâyeyi seyircinin ilgisini hep ayakta tutacak şekilde anlatabilmek kolay bir iş değil ve bir “kendini iyi hisset” öyküsü olma tuzağına rahatlıkla düşebilecek bir filmi bu denli ilginç kılabilmek kesinlikle ustalık istiyor ve Kechiche bunu hiç aksamadan başarıyor.

Karakterlerini adeta hiçbir yanlarını saklamadan ve olumlu / olumsuz tüm yanları ile çekinmeden ortaya koyabilen bir çalışma bu. Filme o sıcak gerçekçiliği katan da bu yanı olsa gerek. El kamerası kullanımının da katkısı ile, yönetmenin gerçek bir ailenin günlük hayatının içine daldığını ve her şeyi olup bittiği gibi gösterdiğini hissediyorsunuz sürekli olarak. Diyalogların kesintisizliği ve kameranın bir karakterden diğerine sürekli kayıp durduğu sahneler de destekliyor bu havayı ve filmin sahnelerin içeriğini bir “önem kriteri” olmadan olduğu gibi ve gerçek uzunlukları ile karşımıza getirmesi ile, Fransa’da yaşayan bir göçmen ailenin bireylerinin yaşamlarına tüm gerçeklikleri ile tanık olduğunuzu düşünüyorsunuz. Slimane’ın aynı gün içinde hem işini hem de -o ana özgü olsa da- cinsel gücünü kaybetmiş olması üzerinden baktığımızda bir yaşlılık ve iktidarı yitirme hikâyesi olduğunu söylemek de mümkün seyrettiğimizin. Diğer tüm karakterler -olumlu ve olumsuz- farklı duygular arasında gidip gelirken, babanın sık sık başının öne eğik olması ve yüzünde hep bir parça yorgunluğun izlerini taşıması bu kaybetme duygusunu pekiştiriyor hikâye boyunca.

Filmin hemen tüm ikinci yarısı “ne olacak?” sorusu üzerinden üretilen bir gerilimle yüklü ve sinema tarihindeki muhtemelen en işlevsel göbek dansı sahnesi ile zirvesine ulaşan bu gerilim hikâyeye çok büyük bir katkı sağlamış. Burada dayanışmanın ve sevginin sembolü olan dansı icra eden Hafsia Herzi tüm oyuncuların (özellikle de kadın oyuncuların) sağlam bir takım performansı yarattığı filmde öne çıkıyor bu sahnedeki görkemli bir etkileyiciliği olan oyunu ile. Tümü uzun olan her bir sahnenin bir tiyatro oyununun sahnelerini hatırlattığı filmde, özellikle de oyuncuların başarısı ile öne çıkan pek çok bölüm var: Göbek dansı bölümünün de yer aldığı gemi restorandaki davet sahnesi, sürekli kocasının ihanetine uğrayan kadının isyanı, çalınan motosikletinin peşine düşen adam veya annesini davete gitmek için ikna etmeye çalışan genç kız gibi bölümler tüm o hafif görünüm içinde bir dramın ve ciddi konuların nasıl ustalıkla ele alınabildiğini gösteren örneklerden sadece birkaçı. Bir yemeğin (balıklı kuskus) ve göbek dansının dünyayı değilse bile, bir ânı kurtarma gücüne sizi ikna ediyor tüm bu sahneler. Aile olmanın, toplum olmanın ve dayanışmanın zorluklarını ve güzelliklerini hatırlatan film hayatları taklit etmeyip, gerçek hayatları göstermesi ile önemli bir çalışma.

Abdellatif Kechiche’in 2000 tarihli “La Faute à Voltaire” (Kabahat Voltaire’de) filminde de oynayan ve 2006’da hayatını kaybeden Tunuslu oyuncu Mustafa Adouani; yönetmenin yakın dostu olan, bu filmde Gruault karakterini (Hikâyenin başında karşımıza çıkan ve Slimane’ın patronu olan adam) canlandıran ve çekimler sırasında vefat eden Francis Arnaud ve Kechiche’in kendi babasına ithaf edilmiş film. Bu üç ismin ortak bir özelliği var; Kechiche başta babasının oynamasını planlıyormuş Slimane karakterini ama çekimler başlamadan hayatını kaybetmiş babası. Bu kez Adouani’yi düşünmüş yönetmen ve hatta onunla çekimlere başlamış ama bu oyuncu da hastalanıp kısa sürede ölmüş. Arnaud ise yönetmenin ifadesi ile, “sinema tutkusunu ona geçiren” kişi olarak bir baba rolüne sahip olmuş hayatında. İşte kısa süre içinde ardı ardına yitirdiği üç babaya adanan ve kadının klişe tasvirlerin aksine, Doğulu bir aile içindeki gücünü vurgulayan bu yapıtı ile Kechiche hayli kişisel diyebileceğimiz başarılı bir sonuca imza atıyor. Görülmeli!

(“The Secret of the Grain” – “Balıklı Bulgur”)