Jerichow – Christian Petzold (2008)

“Bir anlaşma yaptık, evlilik öncesi sözleşme. Onu terk edersem, hiçbir şey alamam. Borçlarım dışında, anladın mı? Ne oldu, sesin çıkmıyor? Hep aynı: Kurtarıcı susar ve vazgeçer. Bedeli olmayınca, dünden hazırsınız”

Yemek büfeleri olan bir iş adamının yanında sürücü olarak işe giren bir genç adamın, patronunun eşine ilgi duyması ile yaşanan olayların hikâyesi.

James M. Cain’in 1934 tarihli, “The Postman Always Rings Twice” adlı romanından serbest bir şekilde esinlenen senaryosunu yazan Christian Petzold’un yönetmenliğini de üstlendiği bir Almanya yapımı. Adını hikâyenin geçtiği ve birleşme öncesinde Doğu Almanya’da yer alan Jerichow kasabasından alan film şehrin farklı yerlerinde yemek büfeleri işleten ve Türk asıllı olan Ali (Hilmi Sözer), onun eşi Laura (Nina Hoss) ve Ali’nin bir tesadüf sonucu karşılaşarak işe aldığı Thomas (Benno Fürmann) arasında geçen ve kısa hikâye tadını taşıyan bir çalışma. Esinlendiği romanın erotizm ve tutku havasını yaratamamış ya da yaratmaya çalışmamış olan film güven, kıskançlık, hırs, cinsellik ögeleri üzerinden ilerlerken, bir yandan da para üzerinden kapitalist düzenin eleştirisini yapıyor ince bir şekilde. Belki her anında çok güçlü görünmüyor ve zaman zaman bir inandırıcılık eksikliği de var ama Venedik’te yarışmalı ana bölümde yer alan yapıt Petzold’un başarılı yönetmenliği, edebiyatın kısa hikâye tadını sinemaya etkileyici bir şekilde taşıyabilmesi ve başta Sözer olmak üzere oyuncularının performansları ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Annesinin cenazesi için mezarlıkta düzenlenen törenden çıkışında gördüğümüz Thomas ile tanışıyoruz öncelikle. Onu mezarlığın hemen çıkışında bekleyen iki adam alacaklarının peşindedir ve onlarla olan yüzleşmesi Thomas hakkında bir ön bilgi verir bize. Ardından alkolü kulllandığı aracı ile kaza yapan Ali’ye polis ile başının derde girmemesi için yardım edişini ve onun güvenini kazanışını izliyoruz ve sonra da Ali’nin Alman eşi Laura ile tanışıyoruz. Hikâye başladıktan bir süre sonra, ortalama bir seyirci Thomas ile Laura arasında bir ilişkinin gelişeceğini ve hikâyenin önemli bir kısmında sadece kendilerini gördüğümüz bu üç karakterin kahramanları olduğu bir aşk üçgenine ve sonuçlarına tanık olacağını kolayca tahmin edebilir. Bu açıdan çok da orijinal değil hikâye ama Petzold alçak gönüllü ama sağlam bir sinema dili ile, bilinene doğru ilerlese de ilgiyi ve gerilimi adım adım inşa etmesi ile dikkat çeken ve hikâyeye organik bir biçimde yerleştirdiği bir toplumsal eleştiri ile ayrıca önem kazanan bir sonuç elde ederek başarılı bir yapıt koyabilmiş ortaya.

Ali’nin Türkçe pop sevgisi sayesinde üç Türkçe şarkının (Nilüfer’in “Karar Verdim”, Gülşen’in “Nazar Değmesin” ve Sezen Aksu’nun “Sen Ağlama” şarkıları) yer aldığı filmde bunlardan üçüncüsü hayli başarılı bir “deniz kenarında piknik” sahnesinde ilgi çekici bir şekilde kullanılmış. İki Alman karakterin bu şarkı eşliğinde -başta yapmaya zorlanarak- dans etmeleri özellikle bizim açımızdan ayrı bir çekicilik taşıyor kesinlikle. Bu sahne üç karakter arasındaki ilişki için de çok kritik değerde anlar içeriyor; yasak tutkunun ilk başladığı âna tanık olduğumuz sahne tehlike, ölüm, kuşku, erotizm gibi farklı unsurları bir araya ilgi çekici bir şekilde bir araya getirmiş. Bu sahnenin başarısı Petzold’un az sayıda malzeme ile ilgi çekici bir kombinasyon oluşturabilmesinin de filmdeki birkaç örneğinden biri. Cain’in romanındaki tutku suçunun en iyi yorumu olduğu söylenemez yapıtın; Luchino Visconti’nin 1943 yapımı “Ossessione” (Tutku), Pierre Chenal’ın 1939 tarihli “Le Dernier Tournant” ve Bob Rafelson’un 1981 yapımı “The Postman Always Rings Twice” (Postacı Kapıyı İki Defa Çalar) tutkuyu seyirciye çok daha güçlü bir biçimde geçirmeyi başarmışlardı ve üçüncüsü erotizmi de hikâyenin ana unsurlarından biri yapmıştı örneğin. Burada ise tutkuyu gerektiği kadar güçlü biçimde hissedemiyorsunuz açıkçası ki romanın ruhundan uzaklaştığı için değil ama, karakterlerin davranışlarını anlamlandırabilmek açısından zayıflatıyor hikâyeyi bu durum.

Ali’nin sahibi olduğu ve sayısını 45 olarak açıkladığı yol üstü yemek yerlerinin filmde gördüğümüz tümünün Almanya’ya göçmen olanlar tarafından işletiliyor olması ilginç; Türk dönerciden Lübnan bayrağının asılı olduğu Arap restoranına ve bir Uzakdoğulunun büfesine farklı etnik kökenlilerin ülkenin mutfağına hâkim olduklarını görüyoruz. Petzold’un bu seçimleri bir eleştiri değil elbette ve kimilerinin öne sürdüğünün aksine, Ali karakterini klişe olmakla suçlamak da haksızlık sanki. Evet tipik bir “Almancı” gibi olarak görülebilir Ali ama “kendisini istemeyen bir ülkede, satın aldığı bir kadınla yaşayan” birisi olarak; iki yaşından beri yaşadığı ülkenin onu tam anlamı ile benimsememiş olması, çalışma hırsı ve tüm o Türkçe şarkıların da bir sembolü olduğu gibi aklının aslında hep başka yerde olması ile benzerlerini herkesin tanıdığı bir karakter kesinlikle. Onun kıskançlığı, kuşkuculuğu ve kontrol etme arzusu da (“Laura güzel kadın, değil mi? Neden bakmayasın. Sabah seni ona bakarken izliyordum”) onun Batı’dan çok, Doğu’ya ait olduğunu gösteriyor bize.

Filmin belki de en önemli yanı kapitalizme getirdiği eleştiri. Kadının “Para yoksa, sevemezsin” sözleri, Ali’nin onu “satın almış” olması veya karısından beklediği ihanetin cinsellik değil, para üzerinden gelmesi hep bu eleştirinin parçası olarak görülmeli. Açılış sahnesindeki para tahsilatını veya Thomas’ın “hıyar toplama” işi için maruz kaldığı soruları da ekleyebileceğimiz bu eleştiri paranın hikâyenin ana teması olmasa da, üç karakterin de davranışını etkileyen önemli bir unsur olduğunu gösteriyor. Açıkçası hikâyeyi tahmin edilebilirliğin ötesine taşıyan, onu farklılaştıran ve ilginç kılan da bu. Petzold’un Ali’nin planı ile ilgili olarak yarattığı merak duygusunu içeren senaryosu finalindeki sürpriz ile de bu farklılığı artırmış kuşkusuz. Romantizmi ve tutkuyu iyi yaratamamamış olmasının elbette zarar verdiği filmin jeneriğinde Cain’in romanının veya ondan uyarlanan önceki filmlerin adı geçmiyor ilham kaynağı olarak; bu bir ihmalden çok olay örgüsünün pek çok sanat eserinde karşılaşılan türden olmasından kaynaklanıyor olsa gerek. Cain’in romanı ABD’nin büyük bunalım döneminde geçen bir hikâyeyi anlatırken, Petzold’un senaryosunun işssizlik ve yoksulluğun öne çıktığı bir bölgede ve kapitalizmin 2008 krizi döneminde geçmesini de bir ortak yan olarak görmek gerekiyor.

Ali karakteri üzerinden bakıldığında bir “göçmen filmi” olarak da görebiliriz hikâyeyi. Onun yıllardır yaşadığı yerde bir türlü gerçek anlamda kabul görmemesi ve konumunu ancak parası sayesinde elde edebilmiş olması oldukça önemli ve filmin Cain’in yapıtının ve ondan esinlenen uyarlamaların aksine parayı tüm karakterlerin davranışlarında bir neden olarak cinselliğin önüne geçirmiş olması Ali’nin bir göçmen olarak en önemli güvencesinin de para olduğunu gösteriyor.

Captain Phillips – Paul Greengrass (2013)

“Tabii, zengin ülkeler Somali’ye yardım etmeye bayılır! Sularımıza gelir, tüm balıkları avlarsınız; bize de avlanacak bir şey kalmaz”

Somalili korsanlar tarafından kaçırılan bir yük gemisi ve kaptanının hikâyesi.

Richard Phillips ve Stephan Talty’nin birlikte yazdıkları “A Captain’s Duty” adlı kitaptan uyarlanan senaryosunu Billy Ray’in yazdığı, yönetmenliğini Paul Greengrass’ın yaptığı bir ABD yapımı. 2009’da gerçekten yaşanan korsanlık olayında ABD bandıralı geminin kaptanı olan Richard Phillips’in korsanlara karşı verdiği mücadeleye ve onların lideri olan Muse ile olan “iktidar çatışması”na odaklanan hikâye Greengrass’ın aksiyonun ilk başladığı andan filmin sonuna kadar hiç düşmeyen bir tempo ve teknik beceri ile anlattığı, aksiyon meraklılarını mutlu edecek bir içerik ve biçimi olan, bir Hollywood yapımı olarak kahraman yaratmaktan kendini alamayan ve -elbette- korsanlığın arkasında yatanlara hemen hiç değinmeyen bir yapıt.

Hikâye Kaptan Phillips’i yolculuk hazırlığı yaparken göstererek başlıyor. Umman’dan Kenya’ya gidecek bir geminin kaptanlığını yapacaktır Phillips ve ilk sahnelerde onu eşi ve çocuklarının olduğu bir fotoğrafı çantasına atarken ve çocuklarının gelecekleri hakkında konuştuğu eşi ile aralarındaki sevgi dolu anların içinde görüyoruz. Böylece film bir Hollywood yapıtı olarak baş karakterini bir kahraman olarak resmetmeye başlarken onun “aile babası” olması üzerinden gerekli özdeşleşme için de ilk adımları atmış oluyor. Filimin Phillips’i bir kahraman olarak göstermesine geminin gerçek mürettabatından itirazlar da gelmiş ve hatta onu tehlikeyi bildiği ve uyarıldığı halde maliyeti düşürmek için Somaili kıyılarından yeterince uzak seyretmemekle suçlamışlar. Film adını aldığı bir adamı kahraman olarak çizmeye odaklandığı için bunlara değinmiyor elbette; sonuçta o iyi bir aile babası, fedakâr ve lider ruhlu bir adam olmak zorundadır. Anaakım bir Amerikan filmini seyrederken çok da şaşırtıcı olmamalı bu yaklaşım ama en azından akılda tutmakta yarar var bu eğilimi.

Hikâye Somalili korsanların eylemlerinin arkasında yatan toplumsal, ekonomik ve politik nedenlere pek değinmiyor. Sadece tek bir sahnede Somailili korsan Muse, Kaptan Phillips’e bu yazının girişinde yer alan sözleri sarf ediyor ama bu kısa konuşma hikâyenin gerilimi ve heyecanı içinde kaybolup gidiyor ve filmin bu sözlere karşı tutumunu anlamanıza izin vermiyor senaryo. İç savaş yaşayan Somali’de merkezî otoritenin çökmesinden sonra, uluslararası balıkçılık yapanların Somali karasularında avlanmaya başlaması ile yoksulluğa itilen Somalili balıkçıların bu sorunla baş etmek için silahlanması ile ilk çetelelerin oluştuğunu bilmeden örneğin, meselenin arkasında neyin yattığını (en azından ana nedenlerden birini) anlamak mümkün değil. Greengrass bir söyleşide, başta Muse olmak üzere, gemiye saldıran dört korsanı terörist olarak değil, suçlu olarak gördüğünü ve öyle göstermeye çalıştığını söylüyor. Ne var ki arka plana değinmeyince ve hikâye uygar beyazların gemisine saldıran vahşi siyahları anlatacak şekilde görselleştirilince bu çaba havada kalıyor çoğunlukla. Filmde hiçbir ücret almadan görev yapan Amerikan donanmasının askerlerinin -bu ordunun dünyanın dört bir yanında işlediği savaş suçlarını kimse bilmiyormuş gibi- birer usta kahraman olarak çizilmesi (örneğin görevlerinden başarı ile dönen askerler öyle bir görsellikle sergileniyor ki sanki kutsal bir görevden dönüyormuş gibi bir havaları var) sonuçta korunanın küresel kapitalizmin çıkarları olduğunun üzerini ustaca örtüyor. Gemideki personelden birinin “25 yıldır sendikalı olduğu ve savaşmak için para almadığı”nı belirtmesini -sonuçta çok doğru bir tepki olmakla birlikte- Greengrass’ın pek de olumlu bir havada kullanmadığı da açık.

Aralarında En İyi Film’in de olduğu altı dalda Oscar’a aday olan filmin Henry Jackman imzalı müzikleri başarılı ama daha ilk sahnelerde, gelmekte olan gerilimli anları önceden haber verir bir şekilde kullanılması o sahnelerin içeriği ile çelişiyor bir parça. Filmin çarpıcı bir başarıya ulaştığı anlar ise yine Oscar’a aday olan kurgu ve ses çalışmaları. İlk aksiyon anından itibaren hem sahneler arası geçişlerde hem sahnelerin kendi içinde başarılı bir kurgusu var filmin ve hikâyenin dinamizmini ve gerilimini sürekli olarak koruyabilmesinde çok önemli bir payı olmuş bu çalışmanın. Greengrass aksiyon hikâyesini anlatma becerisini her sahnede göstererek benzer bir payın sahibi olmuş kesinlikle. Örneğin korsanların ilkel motorlu tekneleri ile koca gemiyi takibi, ona yanaşmaları ve sonuçta da ele geçirmeleri baştan sona kadar etkilenmemenin mümkün olmadığı bir başarı ile anlatılıyor. Fimde buna benzer daha pek çok bölüm var ve Greengrass her birini özenle ve titizlikle oluşturmuş ve seyirciyi önce korsanlık, sonra bir rehin alma olayını anlatan filmin karakterlerinin arasına girmiş hissettirecek kadar üst düzey bir başarı yakalamış.

Muse’nin neden korsanlık yaptığı sorulduğunda verdiği “Belki Amerika’da farklı bir hayat mümkündür, burada değil” cevabının arkasından gelen “Peki, neden yok?” sorusunu gündeme getirmemesini ve “en zor anda bile eşi ve çocuklarına son bir mektup yazmaya soyunan baba” sahnesi ile abartılı bir aile kutsamasına başvurmasını eleştirilmesi gerekenler arasına katmamız gereken filmde -herhalde yaratıcılarının hiç de niyetlenmediği- sembolik bir an da var. Bu sahnede Phillips’in yüzü ve kıyafetleri kan içindedir ve bu kan ona değil, ölen Afrikalılara aittir. Anti-emperyalist bir sinemacı çekseydi bu hikâyeyi herhalde bu görüntüleri de aynen kullanırdı; sonuçta beyaz uygarlığın kimin kanı üzerine kurulu olduğunu çok iyi anlatıyor bu görüntü.

Başroldeki Tom Hanks’in özellikle gerilimin arttığı ve karakterinin hayatî tehlikelerle karşılaştığı sahnelerde hayli başarılı bir performans gösterdiği filmde korsanların lideri Muse rolündeki Barkhad Abdi de yardımcı oyuncu olarak Oscar’a aday gösterildiği rolünde benzer bir başarıyı yakalıyor ve karakterinin sertliğini ve korkularını etkileyici bir şekilde yansıtabiliyor seyirciye. Muse karakteri filmde hep Amerika’ya gitme hayalini kurduğunu söylüyor Phillips’e ve hikâyenin sonunda ama hiç de istemediği bir şekilde gidiyor bu ülkeye. Onu canlandıran ve rolü için sadece 65 Bin Dolar kazanan Barkhad Abdi ise Somali’de çıkan iç savaş nedeni ile ailesi ile birlikte önce Yemen’e, sonra ABD’ye yerleşmiş ve bu ilk sinema tecrübesine giriştiğinde orada bir cep telefonu mağazasında çalışıyormuş. Sonuç olarak, Muse karakteri ile bir şekilde örtüşen bir yaşamı olmuş oyuncunun. Korsanlardan Bilal’i oynayan Barkhad Abdirahman, Najee rolündeki Faysal Ahmed ve Elmi’yi canlandıran Mahat M. Ali’nin de tıpkı Abdi gibi ilk sinema tecrübelerindeki performansları hayli güçlü ve karakterlerini fiziksel bir boyut da gerektiren oyunculuklarla getiriyorlar karşımıza.

Özetlemek gerekirse; çok iyi çekilmiş, gerilimi ve temposu yerinde, gerçekçiliğini bir iki problem dışında koruyabilen ve Hollywood’un teknik gösteri gücünün parlak örneklerinden biri bu çalışma. Somalili karakterlerini de, benzer aksiyonların aksine, bir derinlik katarak anlatabilmesi ile de önemli olan yapıt korsanlarla ilgili değil, korsanlık eylemi üzerine çekici bir aksiyon izlemek isteyenler için.

(“Kaptan Phillips”)

City Lights – Charles Chaplin (1931)

“Gözlerin artık görüyor mu?”

Gözleri görmeyen bir çiçekçi kıza âşık olan avare bir adamın hikâyesi.

Harry Carr ve Harry Crocker’ın da katkı sağladığı senaryosunu Charles Chaplin’in yazdığı ve yönetmenliğini de Chaplin’in yaptığı bir ABD yapımı. Sesli filmlerin sinemaya süratle hâkim olmaya başladığı bir dönemde Chaplin’in sessiz olarak çektiği film sinemanın katıksız başyapıtlarından biri. 1929’da ABD’de borsanın çökmesi ile başlayan büyük ekonomik bunalım döneminde çekilen film bizde Fransızca’dan esinlenerek Şarlo olarak bilinen Chaplin’in “tramp” (avare, serseri diye çevirebiliriz) karakterinin her karesinde güldürdüğü, romantizm ve hüznün el ele yürüdüğü, hatta işe polisiyenin de karıştığı ve komedinin fiziksel olanı da dahil birden fazla türüne uğrayan bir klasik. Chaplin’in dünya görüşüne ve dönemin ekonomik koşullarına uygun olarak, zengin-yoksul ayrımını ve sınıf farklarını da özenle hikâyesine yedirdiği film her sinemaseverin görmesi gereken bir şaheser kesinlikle.

Açılış jeneriğinde film için “Bir romantik komedi pandomimi” ifadesine yer verilmiş ve açıkçası seyredeceğimiz hikâyenin türü için de çok doğru bir tanımlama olmuş bu. Şarlo hikâye boyunca bizi hem güldürüp hem hüzünlendirirken, tam bir “sözsüz oyun” geleneğine uygun sessiz filmi ile has bir başyapıt yaratıyor. Dönemin korkunç ekonomik bunalımı ile dalga geçerek, hikâyesini “Barış ve Refah Anıtı” adı verilmiş bir anıtın açılış töreni ile başlatıyor Chaplin. Tarzı ile bir politikacıyı andıran bir adamın ve herhalde anıtın sponsoru olmuş zenginlerin bu törendeki konuşmalarını, bir sessiz film olarak elbette ses olmadan ama konuşmacıların seslerini müzikal enstrümanlarla alaycı bir şekilde taklit ederek dinletiyor bize Chaplin ve anıttaki heykellerden birinin elinin içinde uyuyan karakterini ilk kez çıkarıyor karşımıza. Sanatçının bu ilk sahnedeki fiziksel performansı sadece güldürmekle kalmıyor, anıtı açanların temsil ettiği zenginlik ve güçle alayının da aracı oluyor. Bu sahnede Şarlo’yu durdurmaya çalışanların Amerikan milli marşı çalmaya başladığında saygı duruşuna geçerek hareketsiz kalmaları bize de rahatlıkla uyarlanabilecek bir komedi yaratıyor.

Chaplin’in bu başyapıtı tüm dünyada olduğu gibi bizde de çok beğenilmişti ve bunun sonucu olarak da ondan pek çok farklı filmde esinlenmişti Yeşilçam. Memduh Ün’ün 1958’de siyah-beyaz, 1971’de ise renkli olarak çektiği ve ilki Yeşilçam’ın klasiklerinden biri olan “Üç Arkadaş”ın hikâyesi Chaplin’in yapıtından ilham almıştı farklı unsurları ile. Kartal Tibet’in 1983 yapımı “En Büyük Şaban” filminin senaryosunu yazan Suphi Tekniker ise çok daha ileri gitmiş, sadece hikâyeyi tekrarlamakla kalmadığı gibi, bazı sahneleri (intihar girişimi, gece kulübündeki kaos vs.) ve bazı esprileri de (zengin sarhoşun kahramanın pantolonunun içine içki dökmesi vs.) arsızca aşırmıştı. Feyzi Tuna’nın 1971 tarihli ve Nejat Uygur’un oynadığı “Cafer Bey – İyi, Fakir Ve Kibar” filmi de benzer ama daha serbest bir ilham kaynağı olarak kullanmıştı “Şehir Işıkları”nı. “Âşık olunan kör bir kızın gözlerini açtırmak ve sonra onun tarafından tanınma(ma)k” teması içerdiği yüksek melodram potansiyeli ile bu örnekler dışında, daha pek çok Yeşilçam filminin senaryosunda başköşeye oturdu sinemamızın tarihi boyunca.

Filmde iyi yürekli kahramanımızın başına gelen her olumsuz şey onun iyi niyetli çabasının karşılığı oluyor. Örneğin yardım ettiği kör kızın boşalttığı su onun yüzüne geliyor, intihar etmesine engel olmaya çalıştığı adamın boynuna bağladığı taş onun ayağının üzerine düşüyor vs. Chaplin kendi oynadığı karakteri, düzenin kurbanlarının yardımına koşan ve bu arada sorunları da çarpıcı bir komedinin parçası olarak seyirciye yansıtan bir şekilde kullanıyor her zamanki gibi. Örneğin burada kör kıza yardım etmek için farklı yollar denemesinin en temel nedeni, onun ödeyemediği kirası yüzünden evinden atılmasını önlemek ve gözlerini açtırmak için gerekli parayı bulabilmek. Yardım ettiği için kendisi ile arkadaş olan zengin adamın ona sadece kendisi sarhoşken dostluk göstermesi, ayıldığında ise onu tanımamasını veya Chaplin’in “sert” bir tango gösterisini kadına şiddet uygulandığını sanarak engellemeye kalkması yüzünden başına gelenleri de aynı kapsamda değerlendirebiliriz.

Kendi komedisinin kalıpları içinde, bir düzen eleştirisi de yapıyor Chaplin ve sınıf farkını da (ve eksik olan sınıf dayanışmasını da) sergiliyor. Örneğin zengin adamının uşağının kahramanımıza sürekli kötü davranması, onu aşağılaması ve patronunun evinden dışarı atmaya çalışarak kendi sınıfından birini değil, “sahibi”nin sınıfını desteklemesi dikkat çekiyor. “Eşcinsellik” ise dönemin anlayışına uygun olarak hep bir mizah konusu oluyor ama en azından bir ayrımcılığa gitmiyor hikâye. Polisin el ele tutuşan iki erkeğe (birinin yakasında çiçek vardır üstelik!) şaşkınlıkla ve bir parça sert bir bakışla bakması, soyunmakta olan bir adamın kendisine “cilveli” bakan adamdan dolayı perdenin arkasına geçmesi veya yatağında tanımadığı bir erkekle uyanan bir başka erkeğin şakınlığını bu anlara örnek gösterebiliriz.

Chaplin ana hikâye ile doğrudan ilgisi olan veya olmayan tüm sahnelerde güçlü komedi yeteneğini (yazar ve oyuncu olarak) sergiliyor. Sabun/peynir esprisi, ilk karesinden son karesine kadar tam bir mizah başyapıtı olan boks maçı, Chaplin’in fiziksel komedi becerisi ile döktürdüğü gece kulübü ve kaldırımdaki çukur sahnesi sanatçının yeteneğinin parlak örneklerinden sadece birkaçı burada sergilenen. Onun sesli sinemanın çok güçlü bir biçimde sinemaya egemen olduğu dönemde sinemanın görsel gücüne hâlâ inanarak sessiz çektiği ve müziklerini de hazırladığı filmin sinemanın pek çok ünlü isminin en sevdikleri arasında yer alması da Chaplin’in dehasının bir kanıtı olsa gerek. Stanley Kubrick, Robert Bresson, Orson Welles, Woody Allen, Martin Brest, Guillermo del Toro ve Federico Fellini gibi farklı sinema anlayışlarına sahip ve sinema tarihinin farklı dönemlerine ait olan isimlerin takdirlerini açıkça ifade ettiği filmin ABD ve İngiltere’deki galalarına -sırası ile- Albert Einstein ve George Bernard Shaw’ın katıldığını da eklersek, Chaplin’in başyapıtlarından biri olan eserin önemi çok daha iyi anlaşılabilir. Sayıları zaten çok fazla olmayan ara yazıların önemli bir bölümünün bile çok da gerekli görünmediği ve bu açıdan, sinemanın görsel bir sanat olduğunun en önemli kanıtlarından birini oluşturduğu film sessiz olmasına rağmen, sesi (baştaki anıt açılışındaki konuşmalar, yutulan bir düdük vs.) kullanımı ile de değer taşıyan, defalarca ve her seferinde yeni bir keyifle izlenebilecek, sinemanın neden bir sanat olduğunu ve popüler olmakla düzeyli olmanın ele ele yürüyebileceğini gösteren bir klasik kesinlikle.

(“Şehir Işıkları”)

I Am Legend – Francis Lawrence (2007)

“Adım Robert Neville. Hayatta kaldım ve New York’ta yaşıyorum. Bütün frekanslardan yayın yapıyorum. Her gün öğle saatlerinde Güney Caddesi Limanı’nda olacağım. Güneşin en tepede olduğu zamanda. Oradaysanız, orada herhangi biri varsa; yiyecek sağlayabilirim, barınak sağlayabilirim, güvenlik sağlayabilirim. Beni duyan varsa, kim olursa, lütfen… yalnız değilsiniz”

Dünya nüfusunun büyük bir bölümünün hayatını kaybettiği, hayatta kalanların önemli bir kısmının ise tuhaf yaratıklara dönüştüğü bir salgında, bağışıklığı nedeni ile hastalıktan etkilenmeyen bir askerî bilim adamının virüse çare bulma çabasının hikâyesi.

Richard Matheson’un 1954 tarihli aynı adlı romanından ve bu romandan yola çıkılarak çekilen önceki iki filmden uyarlanan senaryosunu Mark Protosevich ve Akiva Goldsman’in yazdığı, yönetmenliğini Francis Lawrence’ın yaptığı bir ABD filmi. Başrolünde yer alan ve filmin önemli bir kısmının tek oyuncusu olan Will Smith’in aksiyon kahramanı olarak işini yaptığı ama bilim adamı olarak çok da güçlü bir oyunculuk sergilemediği film -ilginç bir şekilde- tipik görünen aksiyonundan çok, düşünsel boyutu ile öne çıkıyor. Bu nedenle ilk yarısı, teknik açıdan başarılı ama sıradan bir kıyamet-sonrası hikâyesine dönüşen ikinci yarısına göre çok daha başarılı filmin. Yönetmenliğe müzik videoları ile başlayan Lawrence, o çalışmalarından oluşturduğu teknik beceriyi etkileyici bir şekilde kullanıyor ama bu da filmi üst bir düzeye taşımak için tek başına yeterli olmamış.

Richard Matheson’un romanları ve hikâyeleri sinemaya epey ilham sağlamış. Geniş kitlelerin onun en fazla aşina olduğu çalışması 1971 tarihli kısa hikâyesi “Duel” olsa gerek; çünkü Steven Spielberg bu hikâyeden uyarlanan ve aynı adı taşıyan televizyon filmi ile ilk uzun metrajlı yapıtını (1964’te çektiği “Firelight” adlı ve sadece 500 Dolar’a mal olan amatör çalışmasını saymazsak) çekmiş ve büyük bir ilgi toplamıştı. Matheson’un “I am Legend” adlı romanı Francis Lawrence’ın filminden önce iki kez daha uyarlanmış sinemaya: Ubaldo Ragona ve Sidney Salkow’un yönettiği ve ABD-İtalya ortak yapmı olarak çekilen 1964 tarihli “The Last Man on Earth” (Hepimiz Vampiriz) ve Boris Sagal’ın 1971 ABD yapımı “The Omega Man” (Tek Adam). Ayrıca çizgi roman uyarlamasının da yapılması, Matheson’ın romanının görselleştirilme açısından içerdiği potansiyelin bir diğer kanıtı olsa gerek. Gerçekleşmeyen pek çok girişimden sonra, Mart 2022’de yapılan bir açıklama ile devamının çekileceği belirtilen bu Francis Lawrence uyarlaması yüksek gişe geliri getirerek seyirciden epey ilgi gören ve eleştirmenler tarafından da genellikle beğenilen bir çalışma olmuş. Sinema yazarları özellikle ikinci yarıyı olumsuz ifadelerle eleştirirken, Will Smith’in henüz bir aksiyon kahramanına dönüşmediği ilk yarıyı daha başarılı bulmuşlar genellikle.

Kanserin kesin tedavisi için geliştirilen bir yöntemi müjdeleyen bir haberle açılıyor film. Emma Thompson’ın kısacık bir rolde döktürdüğü ve yaşanacak kıyameti tedirgin edici bir biçimde hissettirdiği bu sahneden 3 yıl sonraya atlıyor film ve insansızlaşmış, binaları ve yollarını otların kapladığı bir kıyamet-sonrası New York’una geçiyoruz. Bilgisayar efektlerinin, zaman zaman varlıklarını hissettirseler de belli bir çarpıcılık sağladığı şehir görüntüleri içinde yanında köpeği ile kahramanımızı görüyoruz önce; Robert Neville (Will Smith) daha sonra geriye dönüşlerle öğreneceğimiz gibi, orduda görev yapan bir doktordur ve 3 yıl önce kanser için geliştirilen yöntemin neden olduğu felaketten bağışıklığı sayesinde sağ çıkmıştır. Dünya nüfusunun yüzde 90’ı yok olmuş, kalan %10’un çok önemli bir kısmı ise tuhaf bir yaratığa dönüşmüş ve bağışıklıkları sayesinde (bu doğal bağışıklığı sağlayanın ne olduğunu öğrenemiyoruz hiç) sağ kalabilen diğer herkesi yok etmiş görünmektedir. Robert bir yandan virüse karşı bir antikor geliştirmek için laboratuarında çalışmaya inatla devam etmekte ve bir yandan da yaptığı radyo yayını ile eğer varsa -hâlâ insan olarak kalabilmiş- diğer insanlara ulaşmaya çalışmaktadır. Havadan yayılan (tıpkı Covid-19 gibi) virüsün sıfır noktası olan New York’taki bu adam -romanın ilk uyarlamasına verilen isimden esinlenirsek- dünya üzerindeki son insan mıdır yoksa başkaları da var mıdır yaşayan? İşte tam burada filmin en çok eleştirilen ve tipik bir Amerikan yaklaşımının sonucu olan “inanç” konusu giriyor devreye.

“Tanrı’nın bir planı vardır” yaklaşımını, insanlığın başına gelenleri öne sürerek çok sert bir şekilde eleştiren, hatta aşağılayan Robert’ın finale doğru takındığı tutum ve bu yaklaşımı benimsemiş -en azından mutlak bir şekilde reddetmekten uzaklaşmış- görünmesi dikkatlerden kaçmıyor. Hikâyeye ikinci yarısında giren bir karakterin arabasının dikiz aynasına asılan haç ve “kelebek” motifini de (Robert’ın küçük kızının ağzından duyduğumuz sözcüğün yine bu karakterin boynundaki bir dövme olarak karşımıza çıkması) bu kapsamda görmemiz gerekiyor. Finaldeki ABD bayraklı, eli silahlı erkeklerin nöbet tuttuğu ve etrafı yüksek duvarlarla çevrili “kurtarılmış bölge”yi Trump’ın ve peşindekilerin ideal Amerikası gibi görmemek de elde değil; sonuçta göçmen (burada mutantlar) karşıtı, maço (tüm o silahlı erkekler) ve milliyetçi (bayrak) bir resim veriyor o sahne. Karantinaya alınmak üzere olan New York’tan panik halinde kaçmaya çalışan binlerce insanın içinde albay doktorun ve ailesinin hangi ayrıcalıkla, askerlerin oluşturduğu güvenlik koridoru içinde kendilerine tahsis edilen helikoptere götürüldüklerini ise sorgulamamak gerekiyor sanırım!

Robert Neville’ın hikâyenin başlarındaki yalnızlık anları (bir müzik ve film mağazasında cansız mankenlerle olan sahneleri), mutant köpeklerle karşı karşıya kalan kahramanımızın tek umudu olan ve yüksek binaların arasından sızan ve yavaş yavaş kaybolan gün ışığı bölümü veya bir “dostu yok etmek zorunda kalmak” ânı gibi etkileyici sahneleri olan, efektlerin başarılı bir şekilde kullanıldığı filmin bir diğer başarısı da Neville’in kendisini yok etmek için saldıranlar karşısındaki çaresizliğine (“Durun, durun! Sizi kurtarabilirim… Size yardım edebilirim, tedaviyi buldum…”) bizi tanıklık ettirmesi. Karakterinin psikolojisini, ikinci yarısında epeyce ihmal etse de, yansıtmakta da belli bir başarı yakaladığını söyleyebiliriz filmin.

Kötülüğün bilimden kaynaklandığı, çözümün ise bilim ve inanç ortaklığı ile geldiği film başlangıçtaki çekici ve umut veren seviyesini süratle bir Hollywood yapıtına dönüşerek kaybetmesi ile hayal kırıklığına uğratan ama heyecan, gerilim, aksiyon arayanları mutlu edecek bir çalışma.

(“Ben Efsaneyim”)