L’arbitro – Paolo Zucca (2013)

“Sahaya çıkarken ölmeye hazır savaşçılar gibidirler. Toprağı öper, haç çıkarır ve ellerini kalplerine koyup gökyüzüne bakarlar. Aslında sen arkanı döner dönmez oyun çevirmeye hazır bir grup serseriden başka bir şey değillerdir. Hepsi aynıdır: Kurallara hiç saygısı olmayan birer yalancı, dolandırıcı, hilekâr. Oysa ben tüm hayatımı kurallara adadım ve onlara saygı duymayan bana da duymaz. Affet beni peder, günah işledim”

Bütün hayali bir Avrupa final maçını yönetmek olan hırslı bir futbol hakemi ile Sardunya’nın durumu berbat bir amatör takımının çakışan hikâyeleri.

Senaryosunu Paolo Zucca ve Barbara Alberti’nin yazdığı, yönetmenliğini Zucca’nın üstlendiği bir İtalya ve Arjantin ortak yapımı. Futbol tutkusunu ve başarı olma hırsını birleştiren bu komedi siyah-beyaz çekilmiş, soundtrack’i ile dikkat çeken, bir kısmı amatör olan oyuncuların yanında, hakemi canlandıran Stefano Accorsi başta olmak üzere profesyonellerin de hayli keyifli performanslar sundukları bir eğlencelik. Kan davasını, bir aşk hikâyesini, başarılı olma hırsını ve profesyonel futbol dünyasındaki yozlaşmaları aynı anda bünyesine almayı başaran ve bunları eğlenceli bir şekilde bir araya getiren çalışma, “hakemler”in bozulduğu bir toplumun bozulmamasının mümkün olmadığını hatırlatan bir film ve futbolseverlerin ek bir keyif alacağı, alçak gönüllü bir komedi.

Film Fransız yazar Albert Camus’nun bir sözü ile açılıyor: “Hayat hakkında ne biliyorsam, tümünü fuboldan öğrendim”. Çocukluğundan beri bu spora düşkün olan ve tüberküloz olana kadar kaleci olarak maçlara çıkan Camus için futbol bir düşkünlüğün ötesindeydi; insanın varoluşu, ahlakı ve şahsî kimliği ile doğrudan ilgisi olması ve devlet ile kilise gibi otoritelerin zorladığı karmaşık ahlak kurallarına karşılık basit kurallar içermesi ile çok önemliydi. Paolo Zucca’nın filmi bir hakem ve bir futbol takımının hikâyelerini onları finalde bir araya getirene kadar bağımsız ve paralel olarak anlatırken; futbol dünyasını, dünyaları futbolun etrafında dönen sıradan insanları ve Simon Kuper’e atıfla söylersek “Futbol asla sadece futbol değildir” önermesinin doğruluğunu getiriyor karşımıza. Bunu hoş ve yerel tatlar içeren bir mizah ile yaparken, boyundan büyük laflar etmeye de soyunmuyor ve seyircisini eğlendirirken, bir yandan da düşündürüyor.

Maça çıkmaya hazırlanan bir hakemi -hikâyelerden birinin kahramanı olan Cruciani’yi (Sefano Accorsi)- soyunma odasında göstererek açılıyor film. Ayna karşısındaki hareketleri, yere çömelerek dua etmesi, yardımcıları ile bir halka oluşturarak dayanışma ruhu sergilemesi ve koridor boyunca haç çıkarması onun bir “kutsal ayin”e hazırlandığını gösteriyor bize. Gerçekten de futbol, sevenleri için bir kutsal ayin; aksi takdirde milyonlarca insan ağlara değen bir top için sevinç çığlıkları atarken, diğer milyonlarcası gözyaşı dökmezdi kuşkusuz. Hakemler işte bu kutsal oyunun “tarafsız” karar vericileri olarak, oyunun iki rakip tarafı kadar önem taşıyorlar sonuç üzerinde ve Cruciani de bu değerinin farkında olan bir insan. Başarılıdır ve tüm hayali FEFA’nın (UEFA’ya bir gönderme) düzenlediği büyük bir kupanın final karşılaşmasını yönemektedir. Dindarlığı ve hırslı hakemliği dışında bu adam hakkında başka hiçbir bilgi vermiyor bize hikaye; nerede ise onun futbolun parçası olmasının kendi başına yeterince açıklayıcı olduğunu düşünerek. Açıkçası mütevazı bir komedi olarak bu durum hiç de rahatsız edici değil; değil, çünkü zaten futbol fanatizmi kendi başına çok açıklayıcı bir olgu bir insanın karakteri hakkında. Film işte bu adamın kendisini Sardunya’nın iki amatör takımı arasındaki şampiyonuk maçına atanmış olarak bulmasına kadar yaşadıklarını anlatıyor paralel hikâyelerinin birinde ve futbolun bir endüstri olarak nasıl bir yozlaşmanın içinde olduğunu sergiliyor kendi alçak gönüllü duruşu içinde.

Paralel olarak ilerleyn ikinci hikâyede ise aralarında tam bir düşmanlık bulunan iki amatör takım arasındaki mücadelenin kahramanlarının yaşadıklarını izliyoruz. Yaptığı tüm maçları kaybeden takıma, Arjantin’de şansını deneyen ama geri dönmek zorunda kalan bir “yıldız” futbolcu katılınca kaderleri değişir ve şampiyonluk peşinde koşmaya başlarlar. Bu yıldızın çocukken âşık olduğu kadının peşinde koşması, takımının koçunun kör olması, rakip takımın iki oyuncusu arasında sürüp giden ve sonuçları gittikçe daha kanlı olan kan davası gibi unsurlarla senaryo hem komedi hem dram açısından küçük yan hikâyeler anlatırken, bir yandan da seyirciyi eğlendirmeyi deniyor ve her zaman çok güçlü olmasa da başarıyor da bunu. Hakemlik kurumunun önemi (daha doğrusu onun faaliyet alanının taraftarlarının fanatikliği) arttıkça yozlaşmaya daha da yaklaştığını gösterdiği film komedisini hikâyesinin içeriği kadar, Paolo Zucca’nın biçimsel anlayışından da alıyor. Onun kadar stilize olmasa da Jean-Pierre Jeunet ve onlarınki kadar tüm filme yayılan ve dozu yüksek bir absürtlüğe başvurmasa da Dominique Abel – Fiona Gordon – Bruno Romy’nin filmlerini hatırlatan bir biçimsel tercihe tanık oluyoruz burada.

Andrea Guerra’nın orijinal müziklerinin yanında popüler şarkıların bestecisi Cesare Andrea Bixio’nun “Vivere” şarkısının iki ayrı versiyonundan ve Aníbal Troilo’nun “Danzarín” adlı şarkısından eğlenceli bir biçimde yararlanıyor film. Bu müzikleri bir müzikali aratmayacak estetiği olan sahnelerde kullanmış Zucca. Hakemlerin toplu antrenmanının koreografisi ve otel odasında tek başına yapılan kutlama dansı (bu sahnede Stefano Accorsi döktürüyor kelimenin tam anlamı ile) gibi unsurları ile film, komedisine bir müzikal hava da katıyor ve ilgiyi diri tutuyor hep. Tüm takımın önemli bir maç öncesinde uzun bir masanın aynı tarafında “İsa’nın Son Yemeği”ne gönderme yapacak şekilde toplanması, bir uçurum kenarında “Şunu gördün mü?” temalı absürt konuşma sahneleri, finaldeki maçta hakemin gösterisi ve aynı hakemin hedeflediği şekilde olmasa da birilerinin kahramanı olması gibi eğlenceli yanları olan film Patrizio Patrizi’nin siyah-beyaz görüntülerinden de önemli bir destek alıyor.

Hayli eğlenceli içeriğine rağmen filmin pek çok ilk filmde rastlanan bir kusuru da var: Çok fazla yan hikâye barındırıyor film ve uçurum kenarı sohbetlerinin bir örneği olduğu gibi, senaryo akla gelen tüm fikirlerin aynı hikâyeye -ve her zaman da bir bağlantısı olmayacak şekilde- yedirilmesinin sıkıntısını yaşıyor. Zucca’nın filmi önce 15 dakikalık bir kısa film olarak düşünüp, daha sonra uzun metraja çevirmiş olması da bu durumu açıklıyor sanki. Sardunya’nın geniş ve boş alanları, siyah-beyaz tercihi ve geleneklerin sürekliliği ile hoş bir zamansızlık hissi de yaratan ilginç ve eğlenceli bir çalışma bu.

(“The Referee”)

Syngué Sabour – Atiq Rahimi (2012)

“Babam bir taştan bahsederdi, efsanevî ve sihirli bir taş. Derdi ki, “Eğer bu taşı bulursan, ona sırlarının sana verdiği azabı anlat. Taş seni dinler. Başkalarına anlatmaya cesaret edemediğin ne varsa; taşa söyle, onunla konuş, o bütün sırlarını dinler. Bunun anlamı çok büyüktür. Bir gün taş kırılıp parçalara ayrılırsa, işte o gün yaratıcılığın serbest kalır ve bütün ıstıraplarından kurtulursun”. Böyle derdi babam”

Boynundaki kurşun nedeni ile komada olan kocası ve iki küçük kızı ile sürekli bir savaş hâlinin yaşandığı bir ülkede ayakta kalmaya çalışan genç bir kadının, tüm sırlarını kendisine hiçbir tepki veremeyen kocasına anlatmasının hikâyesi.

Afganistan’dan 1985’teki Sovyet işgalinden sonra Pakistan’a kaçan ve daha sonra yerleştiği Fransa’dan ülkesine ancak Taliban rejiminin devrilmesinden sonra dönebilen Atiq Rahimi’nin Fransızların prestijli Goncourt ödülünü kazanan 2008 tarihli ve aynı isimli romanından uyarlanan bir film. Fransa, Afganistan, Almanya ve Birleşik Krallık ortak yapımı olarak çekilen filmin senaryosunu bu yıl hayatını kaybeden ünlü senarist Jean-Claude Carrière ile birlikte yazan Rahimi yönetmenliği de üstlenmiş. Afganistan’da ve savaşın ortasında bir kadın olmanın zorluklarını ve bu zorlukların yarattığı imkânsız hayatları anlatan ve önemli bir kısmı canlandırdığı karakterinin monologlarına dayanan Golshifteh Farahani’nin performansı ile dikkat çeken film etkileyici bir dram çiziyor. Yaşananların ezelî ve ebedî görünen sorunlar olması nedeni ile rahatlıkla bir trajedi olarak da nitelendirilebilecek hikâye filmin hem zayıf hem güçlü yanını oluşturuyor; anlatılanlar etkileyici ve önemli ama bir kadının başına gelebilecek -hayal edilebilen ve edilemeyen- her musibetin ona musallat olması ister istemez filme bir manifesto havası veriyor ve bu da sanki Batılı gözünün sonucu olan bir didaktik anlayışın ortaya çıkmasına neden oluyor.

Önemli bir kısmı Fas’ta çekilmiş filmin; hikâyenin kadın kahramanının burka ile göründüğü birkaç dış sahnesinde ise oyuncunun yerine bir dublör kullanılmış çekimler Afganistan’da yapılırken. Mekânlar ve setler görüntü yönetmeni Thierry Arbogast’ın önemli katkısı ile oldukça gerçekçi ve etkileyici ki bu da filmin en önemli kozlarından biri. Sürekli patlama seslerinin yaşandığı, çatışan tarafların sokaklarda gezindiği ve evleri bastığı ortamı yeterli bir inandırıcılıkla görüyoruz ve bu da filme önemli bir puan kazandırıyor. Neden Afganistan ve benzeri savaş ve yoksulluk topraklarından insanların tüm ölüm tehlikelerini göze alarak kaçmaya çalıştıklarını ve daha iyi koşulları olan topraklarda sığınmacı olmaya uğraştıklarını anlamak için birkaç dakikasını görmek yeterli bu hikâyenin. Aslında film böyle bir ülkede bir kadın olmanın, dine en katı ve radikal bir biçimde hayatında yer vermiş bir toplumda kadın olarak ikinci sınıf olarak bile nitelenemeyecek bir konuma itilmenin sonuçlarına odaklanıyor. Hikâyenin gücü ve zayıflığı da işte tam burada ortaya çıkıyor: Kadının kimliği nedeni ile maruz kaldığı toplumsal, dinsel ve cinsel baskıların her türlüsü aynı hikâyeye yedirilince ortaya fazlası ile yüklü bir sonuç çıkmış ve bu da filmin meselesini aktarabilmek için her yola başvurmasının sonucu olarak inandırıclığına zarar vermiş; çünkü o kadar çok şey yaşamış ve yaşamaya da devam ediyor ki kadın bir süre sonra artık neredeyse kanıksamaya başlıyorsunuz olan biteni.

Parası olmadığı için tatlı ve tuzlu suyu karıştırarak oluşturduğu serumu veriyor bitkisel hayattaki kocasına kadın ve serumun hortumunu da doğrudan ağzının içine yerleştiriyor. İçinde bulunduğu koşullara ve onu “dinleyen” kocasına anlattıklarından öğrendiğimiz üzere geçmişte tüm yaşadıklarına rağmen özenle ilgileniyor kocası ile. Ne var ki yılların birikimi, gittikçe artan öfkesi ve özgürlük arzusu aklını da çelmektedir bir yandan kadının. Bunları hikâyenin büyük bir kısmına yayılan diyaloglardan (kocasının durumunu düşünürsek, monologlardan aslında) öğreniyoruz ve zaman zaman kadının sözleri üzerinden geçmişin görüntüleri gelse de karşımıza, film sık sık bir romanın satırlarını okuyoruz hissi yaratıyor. Bu da film için bir avantaj yaratmıyor doğal olarak. Neyse ki bir süre sonra gücünü yitirir gibi olsa da anlatılanlar ilginç ve Golshifteh Farahani’nin oyunculuğu oldukça başarılı.

Fanatik dincilerin ikiyüzlülüğünden kadının toplumda bir mal muamelesi görmesine, her ikisi de Allah adına savaştığını öne sürenlerin birbirlerini katletmesindeki çelişkiden namus kavramının ardına sığınılarak yapılan namussuzluklara veya bireylerin (özellikle de kadınların) ayakta kalabilmek için katlanması gerekenlerden fiziksel ve duygusal şiddetin geleneklerin parçası olmasına çok kara bir resim çiziyor film. Gösterilenlerin tümünün, hatta daha da fazlası ile, gerçek olduğu açık bu tür toplumlarda ama işte hepsinin tek bir hikâyede ve tek bir karakter üzerinde bir araya getirilmesi ister istemez bir zorlama havası vermiş hikâyeye. Bunlarla yetinmeyen senaryonun -belki de tüm o karanlığın içinde bir ışık yakabilmek için- bir cinsel eğitim ve aşk hikâyesini de anlatmaya soyunması bu feminist söylemli filmin fazlası ile dolu olmasına neden olmuş. Bütün bunlar Gonocurt gibi önemli bir ödülü kazanmış romanda edebî bir bakışla çok etkileyici ve güçlü bir biçimde anlatılmıştır muhtemelen ama romanın sinema karşılığında sinema sanatı açısından o denli doğru bir sonuç çıkmamış ortaya.

İçeriğinin -önemi ve güncelliği nedeni ile- sinemanın önüne geçtiği filmlerden biri bu özetlemek gerekirse. Kadının dışarı çıktığında giydiği burkasının renginin etrafın kasvetli karanlığına kontrast oluşturmasında olduğu gibi görsel açıdan üst düzey bir çizgi yakalayan bu filmde baş karakteri canlandıran İran asıllı ve 2009’dan beri ülkesine dönmesine izin verilmeyen Golshifteh Farahani’nin kendi kişisel tecrübelerinden de -herhalde- beslediği performansı ilgiyi hak ediyor. Sembolik sonu ile doğru bir seçim yapan film anlattıkça özgürleşen bir kadının hikâyesini -sinemasının kusurlarına karşın- ilgiyi hak edecek bir şekilde getiriyor seyircinin önüne.

(“Pierre de Patience” – “The Patience Stone” – “Sabır Taşı”)

Une Liaison Pornographique – Frédéric Fonteyne (1999)

“Pornografik bir ilişkiydi. Öyleydi… tümüyle ve açık bir şekilde pornografik bir ilişkiydi. Bu pornografiydi: Seks, seksten başka bir şey değil, sadece seks…Orada sadece seks için birlikteydik. Yani seksin bir özelliği için. Bir gün kesinlikle gerçekleştirmek istediğim bir fantezim vardı. İnsanların genellikle fantezileri vardır ama bunun fantezi olarak kalmasını isterler… Bilemiyorum, söz gelişi çoğu kadının toplu seks fantezisi vardır. Ama kimse yarım düzine şişman kamyoncu tarafından tecavüze uğramak istemez. Böyle bir fantezi sadece fantezi olarak kalmalı. Ama bu farklıydı, bu gerçekleştirmek istediğim bir fanteziydi. Gerçekleştirmeye ihtiyaç duyduğum bir fanteziydi”

Bir dergiye verdiği ilanla sadece seks için bir araya geleceği bir erkek aradığını söyleyen kadın ile bu ilana cevap veren bir adamın ilişkilerinin hikâyesi.

Philippe Blasband’ın senaryosundan Frédéric Fonteyne’in çektiği bir Fransa, Belçika, İsviçre ve Lüksemburg ortak yapımı. Cüretkâr görünen konusu ve isminin aksine oldukça duygusal ve zarif bir çalışma bu ve iki başrol oyuncusunun (Nathaile Baye ve Sergi López) performansları ile ayrıca değer kazanmış. Bir belgeseldeki gibi -sadece sesini duyduğumuz- bir görüşmecinin sorularını cevaplayan ve adları hiç söylenmeyen kadın ve adamın anlattıkları üzerinden ilerliyor bu “basit” hikâye ve iki sıradan insanın sırlarının parçası yapıyor bizi. Takındığı belgesel tavrına uygun samimi ve dürüst görünümlü bu küçük hikâye alçak gönüllülüğü ile göz dolduran, ilgiyi hak eden bir yapıt.

Caddede yürüyen bir kalabalığı oldukça flu olarak gösteren görüntülerle açılıyor film ve bu görüntü üzerinde beliriyor jenerik yazıları. “Sokaktaki insan”lardan, herkes gibi olan, sıradan iki insanın hikâyesini anlatacağını söylüyor film bu şekilde. Final de benzer görüntülerle sona erdiğinde Fonteyne’in sokaktaki kalabalığın arasına girip içlerinden ikisini seçtiğini, hikâyelerini bize anlattığını ve sonra onları sokağa geri bıraktığını anlıyoruz. Onları bir bakıma tüm kimliklerinden sıyırarak önümüze getiriyor film ve birbirleri hakkında -isim ve adresleri dahil- hiçbir şey bilmemeleri gibi biz de haklarında, ilişkileri dışında hiçbir bilgiye sahip olamıyoruz. Bu da oldukça doğru bir seçim; çünkü film bir pornografik ilişkiyi (ve bunun gerçekleştirilebilirliğini) anlatıyor sadece ve karakterlerin kendileri değil, aralarındaki ilişkinin niteliği önemli olan.

Kadının kendisi ile görüşen adama (kameraya) söylediği şu sözlerle açılıyor film: “Kısa sürede bir kural belirlemiştik: Hayatımızdan bahsetmeyecektik ya da genellikle hayatımız olarak neyden bahsediyorsak. Yaş, isim, meslek; bütün bunları bir kenara bırakmıştık. Önemi de yoktu zaten. Ama bilerek alınmış bir karar değildi bu. Sadece öyle oluverdi”. Ardından adamın ilk konuşmasını dinliyoruz. Bu ilk iki konuşmadan aralarındaki ilişkinin sona erdiğini ve nasıl bir araya geldiklerini öğreniyoruz. İkisi de ilk ve anlaşılan son kez bu tür bir fantezinin içinde olmuşlardır. İlk kez bir kafede buluşurlar ve kadının önceden ayarladığı otele giderler. Yönetmen bizi otel odasının kapısının önünde bırakır onlar içeri girerken ve amacının ilişkideki “pornografi”yi göstermek değil, pornografik ilişkinin kendisini göstermek olduğunu açık bir şekilde ifade eder. Bu ilk buluşma ikinci buluşmayı ayarlamak için yapılan kısa konuşma ile sona erer. Birbirleri hakkında hiçbir bilgi talepleri olmaz çünkü adamın kadına sorduğu soruda (“Aramızdaki ilişkinin sadece cinsel olmasını arzu ettiğinizi mi söylüyorsunuz?”) olduğu gibi ilişkilerinin amaçlanan niteliği bunu zaten dışlamaktadır.

Cinsellik odaklı bir ilişkiyi başından sonuna ele alan bu mütevazı filmin bu denli zarif ve içten olabilmesi en önemli başarılarından biri. Gönüllü olduğu sürece iki taraf için de hayli keyifli ve basitliği nedeni ile diğer tüm ilişkilerin kaosundan potansiyel olarak uzak duran bir ilişki türünün sürdürülebilirliğini -hikâyenin sonunu baştan biliyor olsak da- ince ve tam da bir Fransız filminden beklenecek şekilde ele alıyor film. Hikâyeyi sanki bir belgesel mantığı ile anlatmanın kattığı sahicilik duygusu ve Baye ve López’in iki sıradan insana kattığı gerçeklik havası bir cinsellik öyküsünün bir “aşk” öyküsüne dönüşüp dönüşmeyeceğini ve dönüşürse sonucun ne olacağını merak uyandırıcı bir şekilde seriyor önümüze. İki insanın sadece cinsel beraberliğe ve bu beraberlik öncesindeki kısa sohbetlere dayalı bir ilişkiyi sürdürebilmesinin mümkün olup olmadığı üzerinde uzun uzun düşünmenizi sağlıyor hikâye film bittikten sonra da. İki kahramanımızın her hafta gittikleri otelde bir yaşlı adamla ve ardından da onun eşi ile olan konuşmaları ve yaşananlar bu mesele üzerinde sadece onlara değil, seyirciye de fikir ve malzeme sağlıyor. Pek çok insana başta ideal olarak görünecek bir ilişki tipinin (her türlü diğer ortaklıklardan ve bu ortaklıkların ilişkiye sokacağı olumsuzluklardan muaf bir ilişki tipi) er geç insanî olanın sınırlamaları ile karşı karşıya kalacağını söylüyor bize film; bizi insan yapan ve güçlendiren doğamızın bir yandan da zaaflarımızın ta kendisini oluşturduğunu düşündürüyor senaryo ve sunduğu final ile buruk bir cevap veriyor bu konuda. İlişkinin cinsel boyutunu diğer boyutların bozacağı ve tersi yönde bir ifadenin de aynı ölçüde geçerli olduğunu öne sürüyor bu kırılgan bir mutluluk havası olan Fransız filmi.

Otel odasının kırmızılığı ile, anlaşılan ilişkinin sadece şehvet etrafında kurulu olduğunu vurgulayan film cinselliğin de tıpkı romantizm gibi bir aşk oyunu türü olduğunu itiraf ediyor sanki. Aşk ilanı ve ayrılık sahneleri, ikilinin diyaloglarındaki sahicilik ve oyuncularının başarısı ile görülmeyi hak eden bir çalışma bu; tam bir Fransız filmi olmasına rağmen, o sinemanın zaman zaman yoran mızmız tavrından nasiplenmemiş bir yapıt karşımızdaki. Baye ve López’in karakterlerinin heyecan, tereddüt, keyif ve ilişkileri ilerdikçe ortaya çıkan ruhsal yorgunlukları dört dörtlük bir performansla sergilediği film karakterlerini hikâyesinin doğası gereği tanıtmıyor ve bu da onların yaşadıklarının belki de hak ettiği kadar umursanmamasına neden olabilir en azından bir kısım seyirci tarafından. Buna karşılık oyuncuların aralarındaki uyum ile bu problemi önemli ölçüde giderdiği açık olan film, seks ile romantizmin sürekli birlikteliğinin gerekliliği ya da imkânsızlığı üzerine olan hikâyesi ile ilgiyi hak ediyor.

(“An Affair of Love”)

He Walked by Night – Alfred L. Werker / Anthony Mann (1948)

“Gün ağardığında pek çok küçük suç ve birkaç ağır cürüm açığa çıkarılmıştı. Şüphelilerin sorgulanması oldukça zahmetli ve yorucu olmuştu ama hiçbir sonuç elde edilememişti; polis memuru Rawlins’i vuran adam onlardan biri değildi. Sadece bir tariften, bir adamın gölgesinden başka bir şey yoktu ortada. Gizemli. Ele geçmez. Ölümcül. Koca şehirde bir yerlerde gizleniyor”

Bir soygun girişimi sırasında bir polisi öldüren gizemli ve yetenekli bir suçlunun peşine düşen polislerin hikâyesi.

Senaryosunu Crane Wilbur’un orijinal hikâyesinden John C. Higgins ve Wilbur’un yazdığı (Harry Essex’in diyaloglara katkısı olmuş), yönetmenliğini Alfred L. Werker’in yaptığı (Jenerikte adı belirtilmeyen Anthony Mann birkaç sahnede yönetmenliği üstlenmiş) bir ABD yapımı. Geçek bir olaydan ve karakterlerden esinlenen filmin açılışındaki yazılarda hikâyenin gerçek olduğu vurgulanıyor ama doğal olarak bazı değişiklikler yapılmış yaşananlarda ve özellikle de final hayli farklılaştırılmış. B tipi bir kara-film bu ve onların da hayli parlak örneklerinden. Anlattığı hikâyenin gerçekliğine saygı gösterircesine, polislerin bir olayı nasıl çözdüğü üzerine belgeselvari bir yaklaşımı benimseyen yapıt görüntü yönetmeni John Alton’ın ışık ve gölge oyunlarını ustaca kullandığı, Alfred DeGaetano’nun başarılı kurgusu ve Werker’in (ve Mann’ın) yönetmenliğindeki olgunluk ile dikkat çeken ve karanlık atmosferini kurarken B tipi filmlerde genellikle görülen gerçekçilik problemlerinden arınmış bir çalışma. B tipi ile ana akım sinemanın başarılı bir karışımı bir başka ifade ile bu film ve görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

Los Angeles şehir haritası görüntüsü üzerinde gösterilen bir bilgilendirme yazısı ile başlıyor film. Filimin kim olduğu bilinmeyen suçlunun “şeytansı zekâsı ve marifetleri” nedeni ile polisin karşı karşıya kaldığı “en zor cinayet vakası”nın hikâyesini anlatacağını söyleyen bu yazılardan sonra şehrin görüntüleri üzerinden Los Angeles’ın büyüklüğü, hızla gelişiyor olması ve heterojen nüfus yapısı nedeni ile polisin işinin çok zor olduğu söylüyor bir anlatıcı ses. Güçlü bas sesi ile o yıllarda özellikle belgesellerde seslendirmeci olarak epey rağbet gören Reed Hadley’in sesi bu ve bizi polislerin çalıştığı binanın içine davet ediyor. Burada ihbar hattında çalışanları gösteriyor kamera ve “Buradakilerin işi tıpkı bir kadının işi gibidir, asla bitmez” diyen anlatıcı bir haziran gecesi başlatıyor hikâyeyi. Hadley’nin sesini hikâye boyunca sık sık duyuyoruz ve filmin havasına uygun şekilde, sadece hikâyeyi açıklamakla kalmıyor (ki bunu çok da fazla yapmıyor aslında doğru bir seçimle), aynı zamanda bir belgeselin gerçekçi ve tarafsız havasına uygun olarak, bilgilendiriyor seyirciyi ve onu anlatılanın tanığı ve parçası yapıyor. Eğer bu başarılamamış olsaydı, anlatıcı sesin yoğun bir şekilde kullanımı rahatsız edebilirdi ama burada aksi bir durum oluşuyor ve filmin doğal bir parçası oluyor kulağımıza gelenler.

Film 1945 ile 1946 arasında Los Angeles bölgesinde pek çok soygun yapan, polisle çeşitli çatışmalara giren ve bir polisi de öldüren Erwin Walker adındaki gerçek bir suçludan esinlenen bir hikâye anlatıyor. Walker 28 yıl yattığı cezaevinden 1974 yılında şartlı tahliye ile serbest bırakılmış ve 2008’de hayatını kaybetmiş. Onun yaşadıklarından ve yaşattıklarından esinlenen hikâyedeki Roy adındaki karakterin akıbeti ise çok farklı oluyor. Senaristlerin bu konuda yaptığı radikal değişiklik açılışta karşımıza çıkan “Bu bir gerçek hikâyedir” cümlesi ile ciddi olarak celişiyor kuşkusuz ama seyrettiğimiz akıbetin karşımıza çıktığı final sahnesi filmin belki de en parlak bölümü ve o denli başarılı ki Hollywood’un kendine has “gerçekliği” rahatsız etmeyecektir sizi. Kurgusu, yönetmenlik çalışması, oyuncuları ve en başta da John Alton’ın müthiş görüntüleri ile dört dörtlük olan bu final bölümü Carol Reed’in bir yıl sonra çekeceği başyapıtı “The Third Man”deki kanalizasyon sahnesine ilham vermiş midir bilmiyorum ama kesinlikle çok heyecan ve keyif verici biçim ve içeriği ile filmi tek başına bile seyre değer kılıyor.

Rahatlıkla “polis bir davayı nasıl çözer ve suçluyu nasıl yakalar” konulu bir programın bir bölümü olabilecek bir içeriğe sahip olan bir hikâye seyrediyoruz ve anlatıcı sesten duyduğumuz farklı ifadeler birkaç kez “polis övgüsü”ne aracılık ediyor ama film akıllı bir şekilde suçlunun gözünden de bakıyor sık sık olan bitene ve örneğin televizyonlarda seyrettiğimiz polisiye dizilerin aksine, hikâyenin “kahramanlar”ı sadece kovalayanlar değil, kaçan da oluyor. Geçek olayda suçlunun yaptıklarının kendince bir açıklaması var ama nedense burada bu konunun üzerinde hemen hiç durulmuyor ve hikâye bittiğinde bile bir açıklama olmuyor elinizde. Belki de bilinçli bir tercih bu ama bir parça eksik kalmışlık duygusu vermiyor da değil bu seçim. Neyse ki film hemen tüm unsurları ile beklentileri -hatta fazlası ile- karşılıyor ve çok da dert etmiyorsunuz bu durumu. Evet, fazlası ile karşılıyor çünkü oldukça derli toplu, olgun ve güçlü bir sonuç var karşımızda. Birden fazla sahnede (yukarıda anılan ve Los Angeles’ın altındaki devasa drenaj tünellerinde geçen final bölümü, suçlunun sattığı malın parasını almak için geldiği yerde iki polis ile çatıştığı sahne veya bir polis memurunun sütçü kılığına girerek katilin yaşadığı bölgeyi keşfettiği bölüm) o sahne içinde olan biteni gerçek zamanlı ve uzun uzun anlatan film kesinlikle tatmin ediyor seyirciyi. Hiç konuşma olmayan ve sadece seslerle (ateşlenen silahlardan, kovalayan ve kaçanların ayaklarından, basılan su birikintilerinden çıkan sesler ve bu seslerin tünel içinde yankılanması vs.) ve görüntülerle anlatılan bu bölümlerdeki başarıdan etkilenmemek mümkün değil.

B tipi filmlerin geleneğine uygun olarak yıldız oyuncular yok filmde ama tüm kadro sağlam bir iş çıkarmış. Özellikle suçluyu oynayan Richard Basehart ve peşindeki polislerden biri olan Marty’i canlandıran Scott Brady karakterlerine sağlam bir gerçeklik duygusu verirken, abartmadan vurucu olabilmişler. Basehart’ın performansı adamın yaptıklarını unutturacak ve kendinizi onun tarafında hissetmenizi sağlayacak kadar güçlü. Leonid Raab imzalı müzik çalışması da hikâyenin atmosferine iyi uyum sağlayan ve dozu kaçmamış vurgulara sahip melodileri ile filme önemli bir katkı sağlamış. Sonuç, yarı-belgesel de denebilecek sağlam bir kara film. Yönetmenleri kadar görüntü yönetmeni John Alton’ın da imzasını taşıyan bu yapıt kesinlikle görülmeli.

(“Gecelerin Hâkimi”)