Beast – Michael Pearce (2017)

“Anlamaya çalıştığım, Pascal’ın masum olduğunu düşündüğün için mi koruyorsun onu yoksa bu, dünyadan intikam almanın başka bir yolu mu?”

Çocukluğunda travmatik bir olay yaşayan, ailesinin baskısı altındaki bir genç kadının yörede işlenen seri cinayetlerin faili olmasından şüphelenilen bir adamla kurduğu ilişkinin hikâyesi.

Michael Pearce’ın senaryosunu yazdığı ve yönetmenliğini yaptığı bir Birleşik Krallık filmi. Kendisi de bir süre Jersey’de yaşamış olan Pearce bu adada 1960 ve 70’li yıllarda gerçekleşen on üç farklı saldırı ve tecavüzden sorumlu olan Edward Paisnel’ın hikâyesinden ilham alarak yazmış orijinal senaryosunu ve 2006’da kısa filmlerle başladığı yönetmenlik kariyerinin ilk uzun metrajlı filmini çekmiş. Peri masalından korkuya polisiyeden psikolojik gerilime uzanan türler arasında gidip gelen ve bu tercihinin hem olumlu hem olumsuz etkilerini taşıyan yapıt iki başrol oyuncusunun (Jessie Buckley ve Johnny Flynn) hikâyenin karanlığına uygun performansları, gerçekle ilgili belirsizliği uzun süre sürdürebilmesi ve Benjamin Kracun’un tedirgin bir atmosferi başarı ile yaratan görüntüleri ile Pearce’ın ilk filminde dikkat çekici bir başarı yakaladığını gösteriyor. Gerilimini eylemlerden çok, o eylemlerin ardındaki dürtülerin karmaşıklığından alan film alçak gönüllü yapısı içinde yakaladığını söyleyebileceğimiz gotik havası ile de ilgi çekebilir.

Dört yıl içinde üç genç kadının kaybolduğu bir adada geçiyor film. Moll (Jessie Buckley) adaya gelen turistler için rehberlik yapan, geçmişteki travmasının izlerini taşıyan ve ailesinin baskıcı görünen kontrolünde yaşayan bir genç kadın. Kendi doğum gününden, sıkıldığı ve verdiği haberle kutlamasını gölgede bırakan kız kardeşine kızdığı için ayrılır ve tek başına bir gece kulübüne gider. Orada tanıştığı bir erkeğin tacizinden kendisi kurtaran Pascal’a (Johnny Flynn) âşık olur ve çevredeki cinayetlerin şüphelilerinden biri olan bu genç adama duyduğu tutku ve adeta kadının, ailesine ve dünyaya meydan okumasının aracı olan ilişkisi her iki âşıkla ilgili gerçeklerin ortaya çıkmasına yol açacaktır. Pearce’ın senaryosu için ilham aldığı Edward Paisnel herhangi bir cinayet işlememiş, sadece saldırı ve tecavüz suçlarını işlemişti. Filmde ise hem bu suçlar hem de cinayetler söz konusu ve adada yaşayanlar için önemli bir tedirginlik kaynağı olan bu eylemlerin failinin kim olduğu konusunda da seyirciyi -birkaç kez de yanıltarak- uzun süre merak ettirmeyi başarıyor hikâye. Bu tür “kim yaptı?” hikâyelerinde izleyici ile gereksiz oyunlar oynayarak, bir bakıma kendi zekâsı ve yaratıcılığına övgüler düzen sinemacıların yolundan gitmemiş Pearce ve iyi ki de öyle yapmış. Evet, bu merak duygusu önemli ama yönetmenin asıl derdi dışımızdaki değil, içimizdeki canavarlar olduğu için ve bu bağlamda eylemler değil, nedenler önemli olduğu için doğru bir seçim olmuş bu.

Jim Williams’ın hikâyenin psikolojik gerilim içeriğine çok yakışan ama Pearce tarafından bir parça fazla kullanıldığı için duyguların altını gereksiz çizen müziklerinin eşlik ettiği hikâye Moll ve Pascal karakterlerini baştan itibaren karanlık yönlerini yavaş yavaş ortaya çıkararak hikâyenin merkezine akıllıca yerleştiriyor öncelikle. Her ikisinin de sırları olduğunu hissediyorsunuz ve bu da ilgiyi canlı tutmaya yarıyor finale kadar. Buna karşılık senaryonun aksadığı veya yeterince güçlü bir etkiye sahip olamadığı yerler de var. Farklı türler arasında gidip gelmesi, hikâyenin bu türlerin her birinde eksik görünmesine yol açıyor; örneğin polisiye süreçler açısından bakıldığında zayıf bir öykü seyrettiğimiz. Ayrıca gerek tutkunun oluşumu ve gelişmesi, gerekse iki âşık arasında başlayan sürtüşmeler yeterince inandırıcı bir süreçle anlatılamamış. İki ana karakterin ilk kez birbirlerini gördükleri sahnede kadının adeta esrarengiz bir büyüye kapılmış olması (her ne kadar hikâyenin ilerleyen bölümlerinde “Biz aynıyız” cümlesini doğrulayan gelişmeler olsa da) sağlam bir ikna ediciliğe sahip değil. Aslında Pearce’ın mütevazı hikâyesi için çok da önemli değil bu sıkıntılar. Filmin adının “The Beast” değil, “Beast” olmasının da gösterdiği gibi özellikle bir bireyin içindeki canavarı değil, genel olarak her birimizin içinde yaşamını sürdüren ve bazılarımızın az bazılarımızın çok bastırabildiği canavardan söz ediyor hikâye ve filmin asıl üzerinde durulması gereken yanı da bu.

Senaryonun bazı sahnelerin anlamını sonradan açması (kadının gördüğü düşler ve kâbuslar, ilk görüşte çekime kapılmak vs.) özellikle sabırsız seyircileri bir parça rahatsız edebilir ama bu aydınlatmanın ilginç ve yaratıcı olduğu zamanlar sonuç filmin lehine oluyor genel olarak. Finalin sertliğinin yanında içerik ve görsel olarak doğruluğu ile hikâyeye önemli bir katkı sağladığı filmde Jessie Buckley’in performansı dört dörtlük denecek türden; oyuncu karakterinin tutkudan korkuya kuşkudan isyana uzanan farklı duygularını en ufak bir abartı tuzağına düşmeden canlandırırken, gerçekçilikten de hiç uzaklaşmıyor. Herkesin içinde bir canavarın her an baş kaldırmaya hazır olduğunu, en sıradan insanın bile bundan muaf olmadığını inandırıcı bir şekilde gösteriyor bize film. Oyunculuğun yanında yetenekli bir müzisyen de olan Johnny Flynn ise gizemli bir vahşiliği tüm çekiciliği ile getiriyor önümüze. Moll’un annesini oynayan tercübeli isim Geraldine James de kolayca klişeye dönüşebilecek bir karakterin ustalık gerektiren bir performansla nasıl seyirci için doğal ve o nedenle de etkileyici kılınabileceğinin dersini veriyor adeta.

Moll’un kendi içinden, geçmişinden ve etrafından kaynaklanan kıstırılmışlık duygusu hikâyenin bir adadaki küçük ve kapalı bir topluluk içinde geçmesinin de sağladığı ek güçle bir klostrofobi havasını hep gündemde tutuyor ve tam da bu nedenle onun zaman zaman hayli öfkeli olan isyanı daha kuvvetli bir etki yaratıyor seyirci üzerinde. Özetle söylemek gerekirse; Michael Pearce ilk uzun metrajında, anlattığı konuya taze bir bakış getirebilen, derli toplu bir hikâyeyi özenle ve belli bir çekicilik ile anlatmış ve ilgiyi hak eden bir sonuç çıkarmış ortaya.

(“Canavar”)

Al-Ard – Youssef Chahine (1969)

“Kanalları açın, ana su kanalını açın. Bütün arazileri sulayın. Allah’ın suyu bu. Bizim suyumuz, hükümetin değil!”

Tarlalarını yılda sadece beş gün sulayabilecekleri söylenen köylülerin direnişinin ve topraklarına büyük bir konağa yol açmak için el koymayı planlayan yönetime karşı verdikleri mücadelenin hikâyesi.

Mısırlı yazar ve şair Abderrahman Charkawi’nin 1954 tarihli aynı adlı romanından uyarlanan senaryosunu Hassan Fuad’ın yazdığı, yönetmenliğini Youssef Chahine’in yaptığı bir Mısır filmi. 1970’de Cannes’da Altın Palmiye için yarışan yapıt yönetmenin sinemasının genel özelliklerini (sosyal gerçekçilik; Mısır’ın tarihi, kültürü ve kimlik sorununu merkeze alma; anaakım sinema ile sanat sinemasını birleştirme eğilimi vs.) taşıyan bir çalışma. 1930’lu yıllarda geçse de, Arap ülkelerinin İsrail’e karşı 1967’de kaybettiği Altı Gün Savaşı’nın kaybedilmesinin neden olduğu ulusal kimlik krizinin etkilerini de taşıyan film özellikle anaakımdan uzaklaştığı zamanlarda daha da dikkat çekici bir önem kazanan, hikâyesi ve sinema dili ile bizdeki 1960 ve 70’li yıllardaki sol sinemayı hatırlatan bir çalışma.

Yetersiz bir şekilde yılda sadece on gün sulamalarına izin verilen topraklarına artık sadece beş gün su verebileceklerini öğrenen köylüler bir yandan bu karara karşı direnmeye çalışırken; ortaya çıkan bir başka planla, arazilerine inşa edilecek büyük bir konağın yolları için el konulacağını öğrenince yaşananları anlatıyor film. Bir parça havada kalmış ve tam olarak ne yapılacağı bilinememiş görünen romantik unsurlar bir yana, film özellikle ilk bir saatinden sonra asıl meselesine odaklanması ile hem senaryo hem sinema dili olarak üst bir düzeye ulaşıyor. Toprağın sadece su ile değil, asıl olarak kan, ter ve gözyaşı ile beslendiğinin kanıtı olan final bölümü başta olmak üzere, Chahine’in filmi pek çok etkileyici sahne ile mücadelenin kazanılması (ve kaybedilmesi) için gereken koşulları bir kimlik sorunu üzerinden anlatıyor.

İsrail’e karşı savaşan Arap ülkelerinden biri olan Mısır’ın 1967’deki savaşı kaybetmesi üzerine cumhurbaşkanı Nâsır sorumluluğu alarak istifa etmiş ama kendisine destek vermek için düzenlenen yoğun sokak gösterilerinden sonra kararını ertesi gün geri almıştı. Chahine filmi bu olaylardan iki yıl sonra çekmiş ama kaynak romanda olduğu gibi 1930’larda geçen bir hikâye anlatmış. Yönetmen Altı Gün Savaşı’nın hemen sonrasındaki Mısır’ı ise “Al Asfour” (Serçe) adlı yapıtında ele almıştı. Burada ise, ciddi bir varoluş sorunu ile karşı karşıya kalan köy halkının dayanışma ve iç çatışmaların iç içe geçtiği hikâyesini daha genel bir bakışla Mısır’ın öyküsü olarak okumak mümkün. Köylüler arasında geçen bir sahnede, Nâsır döneminde yapılan Asvan Barajı’nın da toprak kaybetmelerine neden olduğunu söylüyor köylülerden biri ama İngiliz sömürgeciliğine karşı savaşmış ve 1919 Mısır Devrimi’nin parçası olmuş bir diğeri karşı çıkıyor bu söyleme ve barajın sonuç olarak ülkeye büyük bir yarar sağlayacağını dile getiriyor. Film boyunca birden fazla defa sokak göstericilerinin sesleri veya kendileri çıkıyor karşımıza. “Kahrolsun sömürgecilik, kahrolsun sömürgeciler” sloganları atan bu göstericiler 1922’de bir krallık olarak bağımsızlık ilan edilmiş olsa da, Britanya’nın askerlerini özellikle Süveyş Kanalı bölgesinden çekmemesi ve ülke üzerinde baskısını hâlâ hissettirmesi yüzünden devam eden eylemlere katılanlar. Ceazevinde geçen bir sahnede bu eylemcilerle köylülerin aynı hücrede buluşmaları Mısır’ın sorunlarının ilişkiselliğine de bir gönderme olarak görülebilir. Yönetimden bürokrasiye, din adamlarından yerel otoriteye ve emperyal güçlerden güvenlik güçlerine halkın üzerindeki her türlü baskının aynı sömürü düzeninin farklı parçalarından oluştuğunu gösteriyor bize film.

Sosyal meseleleri incelikle ele alan ve sergileyen film öykünün romantik unsurları ile ne yapacağını bilememiş gibi görünüyor. Köyün güzel genç kadını Wassifa’ya köydeki direnişçi gençlerin önde geleni Abd El-Hadi başta olmak üzere farklı erkeklerin gösterdiği ilgi hikâyede epey yer tutuyor ama bunun tek açıklaması filmin anaakım seyircisinin ilgisini çekme telaşı olabilir. Hemen açılışta tanıştığımız ve henüz ilkokulu bitirmiş olan çocuğun kadına olan ilgisi ise hem kendi başına rahatsız edici bir tuhaflığa sahip hem de karakterin hiçbir açıklama verilmeden, öylesine hikâyeden kayboluvermesi gereksiz bir soru işareti yaratıyor. Anlaşılan film tüm bu cinsellik imalı sahneleri ile erkeklerin kadınlara bakışına da -belki- eleştirel bir bakış atmayı denemiş ama asıl hikâye içinde hayli sönük kalmış bu değinmeler. Ali İsmail’in orijinal müzikleri ve halkın sesini çağrıştırırcasına erkek korosundan dinlediğimiz şarkıların sözleri (“Toprak susamış / Kanımızla sularız” vs.) ise halkın direniş ruhunu destekleyen içerikleri ve ritmleri ile bu tür bir filme yakışacak şekilde hazırlanmışlar. Film köydeki imam karakteri üzerinden hayatın sorunlarına dinci bakışa da eleştiri getirerek Mısır’ın bugününe de uzanan toplumsal durumu hatırlatıyor seyirciye.

Abdelhalim Nasr’ın görüntü yönetmenliğinin hikâyenin özellikle epik bir duruşa yaklaştığı anlarda çok başarılı olduğu film hiç aksamayan temposunun da sayesinde kendisini üzerinden geçen yarım asırdan fazla süreye rağmen ilgi ile izletiyor. Toplumsal mücadelelerin ortak hareket etmeyi, kalıcı bir dayanışma ruhunu ve kişisel çıkarları geri plana atmayı gerektirdiğini farklı bölümleri ile sık sık hatırlatan film, ezilenlerin ortaklığının -tarih boyunca pek çok örneğin de gösterdiği gibi- hayli kaygan bir zemin olduğunu da hatırlatıyor bize. Kuyuya düşen inek sahnesinin, mizanseni ve hikâyedeki anlamı nedeni ile en önemli bölümlerinden biri olduğu filmde 1919’da devrim için savaşan farklı karakterler üzerinden bizim tarihimize de çok uygun düşecek bir “devrimcinin hayal kırıklığı” havasının da var olduğunu belirtelim.

Chahine’in bir sınıf çatışması hikâyesi olarak da görülmesi gereken yapıtı Nasr’ın etkileyici görüntü çalışması (özellikle finali unutmak mümkün değil) ile toprağı da karakterlerinden biri yapıyor hikâyesinin. Tüm kadronunun işini iyi yaptığı ve abartıdan uzak durduğu filmde Mahmoud Al Meleji, Ezzat El Alaili ve Hamdy Ahmed’in sırası ile Muhammad Abu Swelim, Abd El-Hadi ve Mohammad Efendi rollerindeki performansları da oldukça başarılı. Özetlemek gerekirse; bir halk şiiri tadında, meselesi olan ve bunu dürüstlükle ele alan ve yönetmenin klasik olmayı başaran çalışmalarından biri olan bu yapıt görülmeyi kesinlikle hak ediyor.

(“The Land” – “The Earth” – “Toprak”)

Bié Gàosù Tā – Lulu Wang (2019)

“Anlaman gereken şeyler var. Siz Batı’ya taşınalı çok oldu. Sen insanın hayatının kendisine ait olduğunu düşünüyorsun. Doğu ile Batı’nın farkı da bu. Doğu’da bir insanın hayatı bir bütünün parçasıdır; aile, toplum… Ona doğruyu söylemek istiyorsun; çünkü onun yerine sorumluluğu almaktan korkuyorsun, çünkü bu çok büyük bir yük. Ona söylersen suçlu hissetmen gerekmeyecek. Ona söylemiyoruz; çünkü bu duygusal yükü taşımak bizim görevimiz”

Ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve çok kısa bir ömrü kaldığını öğrendikleri büyükannelerine bu kötü haberi vermemeye karar veren ve bir düğünü vesile ederek ona veda etmeyi planlayan bir ailenin hikâyesi.

Lulu Wang’in yazdığı ve yönettiği bir ABD – Çin ortak yapımı. Wang’in kendi büyükannesinden yola çıkarak yazdığı ve “This American Life” adındaki radyo programında “What You Don’t Know“ adı ile yayınlanan hikâyesinden yola çıkarak hazırladığı senaryo ölüm, vedalaşmak, Batı-Doğu farkı ve Çin kökenli Amerikalılar üzerine zarif ve dokunaklı bir filme kaynaklık etmiş. İlk kez gösterildiği Sundance’de Seyirci Ödülünü kazanan film kişisel bir hikâyenin dürüstlükle anlatıldığında nasıl geniş bir kitlenin ilgi alanına girebileceğini ve bu tür bir öykünün sosyal meseleleri de doğal bir parçası yapabilmesinin gerekli olduğunu göstermesi ile önemli bir yapıt. Hastalığı nedeni ile çok kısa bir süre içinde ölecek bir insana bu gerçeği söyleyip söylememek konusunda seyirciyi de düşündürtmeyi başaran çalışma yaşam sevgisini de incelikle geçirebiliyor seyircisine.

Wang’in hikâyesini ilk kez yayınladığı radyo programı 1995’te buluşmuş dinleyici ile ilk defa ve günümüzde de devam ediyor. İki sezon boyunca televizyona da uyarlanan bu program birden fazla filme de kaynaklık etmiş (Kurt Eichenwald’ın programın bir bölümünden esinlenerek yazdığı aynı adlı kitabından uyarlanan Steven Soderbergh filmi “The Informant!” bu filmlerden biri). Wang kendi hayatında çok önemli bir yeri olan hikâyeyi, hatta içerdiği otobiyografik unsurları düşünürsek hayatının önem taşıyan bir bölümünü anlattığı yapıt tıpkı hayatın kendisi gibi acı ve tatlı bir film. Son evre akciğer kanserine yakalanan bir yaşlı kadın olan büyükannesinin hikâyesini komediyi ve dramı çekici bir alçak gönüllülük ile birleştirerek ve hayatının önemli bir parçası olan iki kültürlülük ile yoğurarak anlatan Wang’in filmi açılış jeneriğinde söylendiği gibi “Gerçek bir yalan”dan uyarlanmış. Hikâyemizin kahramanı olan Billi New York’ta yaşayan Çin kökenli bir Amerikalı. Sade performansı ile özellikle eleştirmen ödüllerinin pek çoğuna aday olan ve kazanan oyuncu ve şarkıcı Awkwafina’nın (gerçek adı Nora Lum olan Çin kökenli Amerikalı oyuncu) canlandırdığı 30 yaşındaki kadın çok küçükken gelmiştir ABD’ye ailesi ile ve hikâyenin başında öğrendiğimize göre çok ihtiyacı olan bir akademik burs için yaptığı başvuru reddedilmiştir. Çin’de yaşayan büyükannesinin çok yakında öleceğini, tüm ailesinin ortak kararı olarak bu gerçeğin yaşlı kadına söylenmediğini öğrenir. Aile bir düğünü gerekçe göstererek Çin’de bir araya gelecek ve bu düğünü aile büyüklerine veda olarak değerlendirecektir. Billi’nin Çin’e gelmesi beklenmemekte ve tercih de edilmemektedir; çünkü duygusallığı yüzünden gerçeği büyük annesinden saklayamayacağı düşünülmektedir.

Batı’nın bireysel bakışı ile Doğu’nun bütünsel bakışını karşılaştırıyor bir bakıma film gerçeği söyleyip söylememe tartışmaları üzerinden. “Çinlilere göre, biri kanser olursa ölür. Onu öldüren kanser değil, korkudur” diyor karakterlerden biri yalan konusunda tereddüdü olan genç kadına ve büyükannenin kendisinin de ilk kocasından adamın hastalığını gizlediğini hatırlatıyor. Billi “Peki ya veda etmek istiyorsa?” cümlesi ile dile getirdiği sorgulamasını sürdürse de ailenin kararına uyuyor diğerleri gibi. Büyükannenin ressam olan oğlu ailesi ile birlikte Japonya’da yaşarken, Billi’nin çevirmenlik yapan babası ise ailesi birlikte ABD’ye yerleşmiştir yirmi beş yıl önce. Filmde pek çok kez tekrarlanan yemek sahnelerinin baş konusu da temel olarak hep Çin ile ABD karşılaştırması üzerinden üretilen, Doğu ile Batı’nın farklılığıdır. Sadece aile içinde konuşulan bir konu da değildir bu; örneğin kahramanımızın kaldığı oteldeki görevlinin kadına büyük bir merakla sorduğu hangisinin daha iyi olduğudur, ABD mi Çin mi? Hızla büyüyen ve dünyanın süper güçlerinden biri olan Çin’de yaşayanların, ülkelerini diğer süper güçlerle kaçınılmaz kıyaslamasının sonucudur bu merak elbette ama filmimiz için aynı zamanda iki kültürlü olmanın ve/veya arada kalmanın dile getirilmesinin de aracı olur. Wang’in bağımsız yapımı tüm bu derin konuları alçak gönüllü bir filmin sınırları içinde ele alabiliyor elbette ama önemli olan, mesele edindiklerini mesaj kaygısına kapılmadan ve hikâyesinin akışının doğal bir parçası olarak aktarabilmesi.

Bugünkü Çin’le ilgili gözlemleri de -sınırlı sayıda olsa da- hikâyeye yedirmiş Wang. Billi havaalanından şehre giderken ve dönüşünde karşımıza çıkan dev inşaat görüntüleri, kadının çocukluğunun geçtiği mahallenin artık ortada olmaması, oteldeki mafya kılıklı tipler ve çeşitli toplumsal baskı örnekleri (cenazelerde beklentileri karşılayacak mutsuzluk havasını verebilmek için tutulan profesyonel ağlayıcılar; hamilelik kuşkusu yaratma korkusu nedeni ile, erken görünen bir evliliği izah etme çabaları vs.) Çin’le ilgili gözlemlerin aktarılma isteğinin sonucu; ne var ki örneğin o inşaat görüntüleri pek de bir yere oturmuyor hikâyede. Kadının odasına hem ABD’de hem Çin’de minik bir kuşun girmesi ise iki farklı dünyayı birbirine bağlayan bir metafor olarak kullanılmış olsa gerek ama açıkçası zayıf bir ilişkilendirme olmuş bu.

“Hayat sadece yaptığın şeyler değildir; hayat yaptıklarını nasıl yaptığındır” cümlesinin sadece babaannesinin kahramanımıza bir öğüdü değil, hikâyenin pozitif yaklaşımlarından da biri olduğu filmde Alex Weston imzalı orijinal müzikler kırılgan sadelikleri ile hikâyenin atmosferine çok uymuş. Wang’in soundtrack için seçtiği şarkılar da benzer bir uyuma sahipler doğru yerlerde kullanımları ile: Eleyna Boynton yorumu ile dinlediğimiz Leonard Cohen şarkısı “Come Healing”, soprano Hyesang Park’ın seslendirdiği ve piyanoyu yönetmenin çaldığı Giordani (bestecinin hangi Giordani (baba veya iki oğlundan biri) olduğu konusunda bir uzlaşma yok aslında ama jenerikte küçük oğul Giuseppe’nin adı geçiyor) aryası “Caro Mio Ben” ve müzik tarihinin en popüler baladlarından biri olan Badfinger’ın “Without You”sunun Fredo Viola’dan dinlediğimiz İtalyanca yorumu vs. Şarkılar tıpkı hikâyenin kendisi gibi güçlü ve sade hüzünleri ile seyirciyi sarıp sarmalıyor. Bu şarkıların son ikisinde “Senza di te” (Sensiz) ifadesinin yer aldığını, hikâyenin bir kaybetme korkusu ve onunla baş etmeyi anlattığını da ekleyerek ilginç bir not olarak belirtmekte yarar var.

Finalde büyükanne karakterinin gerçek görüntüsü ile seyirciye hoş bir sürpriz yapan film içerdiği hüznü keyifli ve sahici görünen anları ile desteklerken “uzun süre sonra bir araya gelen aile bireyleri” gibi sinemanın çok işlediği bir temadan taze bir soluk üretmeyi başarmış. Yüreğe dokunan ama bunu samimiyetle ve duygusal bir sömürüden uzak durarak yapan bu “küçük” hikâye görülmeyi hak ediyor. Hong Konglu oyun yazarı ve senarist Jingan Young, hikâyede ailenin söylediği “iyi yalan”ın Çin Komünist Partisi rejimi altındaki yaşamdaki toplu sanrı için bir metafor olduğunu söylemiş ama Lulu Wang’in bu tür bir politik imada bulunduğu tartışmalı görünüyor. Mesafeler ve oluşan kültürel farklılıkların ayırdığı bireylerden oluşan ailenin bu alçak gönüllü hikâyesi samimiyeti ile de göz doldururken, Wang’in bu öyküyü hayli içeriden bir bakışla anlatması ve büyükanne rolündeki Shuzhen Zhao’nun ilk oyunculuğundaki sevimli ve güçlü performansı gibi önemli kozları da var filmin.

(“The Farewell” – “Elveda”)

Mid90s – Jonah Hill (2018)

“Çoğu zaman en kötü hayat kendimizinki sanıyoruz; fakat bence başkalarınkini gerçekten görebilsen, kendi pisliğini onlarınkine değişmezsin”

1990’lı yıllarda Los Angeles’ta yaşayan on üç yaşındaki bir çocuğun sorunlu ailesi ve kaykaycı arkadaşları ile geçirdiği yaz günlerinin hikâyesi.

Ünlü oyuncu Jonah Hill’in senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir ABD yapımı. Hill’in ilk sinema yönetmenliği olan çalışma 90’larda geçen bir büyüme, daha doğru bir ifade ile, zamanından önce büyüme hikâyesi anlatıyor. Arkadaşlık, dayanışma ve alt sınıfların hayatları üzerine sözleri olan film diyaloglarından mekânlarına ve hikâyesine belgesel gerçekçiliğine yakın duruyor sık sık ve sadece 90’larda geçmesi ile değil, Hill’in senayosu ve mizansen çalışması ile de hoş bir nostalji duygusu yakalıyor. Zamanından önce büyümenin doğal sonucu olan sertliği dozunu aşan bir şekilde göstermesi ile belli bir rahatsız ediciliği olan ve bu nedenle olumsuz eleştiriyi de hak eden film Hill adına başarılı bir ilk yapıt olarak ilgiyi hak ediyor.

Çok genç yaşta ilk çocuğuna hamile kalan bir bekâr anne (babanın kimliği ve akıbetinin ne olduğu hikâye boyunca hiç dile getirilmiyor) ve on sekiz yaşındaki ağabeyi ile yaşıyor hikâyenin kahramanı Stevie. Sürekli elinde olan ama kullanmayı pek beceremediği kaykayı onun kendisinden birkaç yaş büyük arkadaşlardan oluşan bir çevre edinmesini sağlayacak ve buradaki ilişkileri hızla büyümesine ve bu âni büyümenin olumlu/olumsuz sonuçları ile yüzleşmesine giden yolu açacaktır. Arkadaşlığı ve dayanışmayı öğrenmekten kişiliğine ve özgüvene kavuşmaya, içki ve uyuşturucu ile tanışmaktan erken cinselliğe uzanan farklı sonuçlardır bunlar ve Stevie’nin her bir tercübesi üzerinden Jonah Hill dönemin Los Angeles varoşlarından gerçekliğinden (ya de benzer hayatların ve hikâyelerin yaşanmışlığından) kuşku duymayacağınız görüntüler yaratmayı başarıyor. Burada zorlama bir gerçekçilik, sahte bir belgesel üretimi değil söz konusu olan; tamamı kurgu olan karakterler ve olaylar aracılığı ile bize sahiciliğini tartışmayacağınız bir hikâye anlatıyor Hill. Aslında başı sonu olan bir hikâye değil bu; Stevie adındaki oğlanın gereğinden çok daha hızlı büyürken ve kısa sürede -yaşına göre- bir ömüre sığacak tecrübeleri yaşarken hissettiklerini ve eylemlerini görüyoruz temel olarak.

Nostalji duygusunun tümü ile sindiği bir film bu. Stevie’nin (Sunny Suljic) abisinin (Ian rolünde Lucas Hedges var) evden çıkarken kendisini “Odamdan uzak dur” diyerek uyarmasının ardından ne yapacağını ve çocuğun adeta bir tapınağa girer gibi girdiği odada ne hissedeceğini kardeş(ler)i olan herkes tahmin edebilir. Merak ve hayranlıkla birer birer dokunulan eşyalar, aralarında pek de sağlıklı bir ilişki varmış gibi görünmeyen iki kardeş için bir iletişim aracına dönüşüyor adeta. Bu gizli ziyarette alınan notlardan yola çıkılarak alınan on sekizinci yaş doğum günü hediyesinin verildiği sahne ise genç ve bekâr annenin (Katherine Waterston) birey olarak mutsuzluğunu ve tatminsizliğini göstermek adına hayli önemli. Hikâyenin nostaljisini hayli sıkı bir soundtrack seçimi de destekliyor. Trent Reznor ve Atticus Ross’un, Nine Inch Nails grubundaki iş birliklerini burada da sürdürerek hazırladıkları orijinal müziğin hikâyeye uygunluğunun da katkısı ve seçilen şarkıların doğruluğu ile film 90’ları anlatandan çok, 90’larda çekilmiş bir film havası yakalıyor.

Hill’in senaryosunun üç sıkıntılı ve tartışılması gereken içeriği var: Birincisi Stevie’nin yaşadıklarının sadece sergilemekle yetinilmesi ve Hill’in varoşlardaki hayatın gerçeklerini sorgulamaya hiç soyunmaması. Burada ille de bir politik tavırdan söz etmiyorum ama gençlerin konuşmalarına yansıyan gelecekle ilgili korkular ve belirsizlikler üzerinden bir eleştiriye yaklaşması gerekirdi senaryonunun. Bunun yerine, “İşte burada hayatlar böyle(ydi)” gibi bir söylemle yetiniyor Hill. İkinci sıkıntı ise, başta cinsellik olmak üzere küçük oyuncuların yer aldığı sahnelerin rahatsız ediciliği. Gösterilenlerin veya burada konuşmalara yansıdığı üzere işittirilen sözlerin gerçekçi olması bu rahatsız ediciliği azaltmıyor. Hill ille de göstermenin gerekli olmadığı bir şekilde halledebileceği sahneleri ya bu durumu rahatsız edici bulmadığından ya da kolaya kaçarak sergilemeyi tercih etmiş. Filmin eleştirel olmaktan kaçınmasının da sonucu olan bu tercih bir üçüncü problemin de kaynağı aynı zamanda: Diyaloglar rahatsız edici boyutta homofobik, cinsiyetçi vs. Evet; anlatılan hayatlar bu konuşmaları, kullanılan sözcükleri, hayata bakışları ve maçoluğu da içine alan tüm bu unsurlara sahip olabilir ama bir seyirci olarak siz filmin (ve yaratıcılarının) bu olumsuzluklar karşısında nerede durduğunu sorgulama hakına sahipsiniz ve bunun cevapsız bırakılması rahatsız edebiliyor elbette. “Teşekkür etmenin gay işi” olduğunu düşünen karakterin karşısına yine sokaklardan bir karşıt düşünce koyma örneği türünden seçimler daha fazla olmalıydı kesinlikle.

Stevie’nin sokağa uyumu arttığı ölçüde aynı hızla masumiyetinin kaybolması, annenin çekmecesinden para çalma sahnesi, sokak hayatının olduğu gibi karşımıza getirilmesinin sağladığı etkileyicilik ve karakterlerini yargılamaması ile ilgiyi hak eden bir çalışma bu. Stevie’nin arkadaşlarını canlandıran oyunculardan (Na-kel Smith, Olan Prenatt, Gio Galicia ve Ryder McLaughlin) özellikle Ray rolündeki Na-Kel Smith’in doğal ve sade performansı ile göz doldurduğu, hikâyenin kahramanını oynayan Sunny Suljic’in ise oldukça olgun bir oyunculukla karakterinin sevimliliğinin, arayışlarının ve tüm yaşadıklarının seyirciye geçmesini sağladığı film zaman zaman bir senaryo için alınmış notlar havasına bürünmesi ile bütüncüllük problemi yaşasa da ilgiyi hak eden bir yapıt. Anneye ve özellikle de Ian karakterine daha fazla ilgi (açıkçası Ian’ın hikâyesi oldukça dokunaklı bir film için çok güçlü bir çıkış noktası olabilir) gösterme fırsatını değerlendirmeyen yapıt, kusurlarına rağmen ilginç ve başarılı bir yönetmenlik çalışması.