L’Avenir – Mia Hansen-Løve (2016)

“Düşünsene; çocuklarım gitti, kocam beni terk etti, annem öldü. Özgürlüğü buldum. Tam özgürlük. Hiç tatmamıştım. Olağandışı bir şey”

Evli ve iki çocuklu, hayatındaki tek önemli sorun yaşlanan ve psikolojik sorunlara sahip annesi olan bir felsefe hocasının ani gelişmeler yüzünden kendisini yeniden keşfetmesinin hikâyesi.

Mia Hansen-Løve’un yazdığı ve yönettiği bir Fransa ve Almanya ortak yapımı. Isabelle Huppert’in müthiş bir sadelikle gerçekçiliği birleştiren performansı ile canlandırdığı hikâyenin kahramanını annesinden esinlenerek yaratmış Hansen-Løve ve ortaya yalın ve entelektüel bir sonuç çıkmış. Bir modern dünya filmi bu ve anlattıklarını sömürmeden, mesaj kaygısına kapılmadan, gerçekçi ve zarif bir dil ile getirmeyi başaran bir çalışma. Dramatik patlamalara ve hatta melodramlara kolayca kayabilecek bir hikâyeyi dikkatle ve özenle ele almış yönetmen ve Huppert’in olağanüstü katkısı ile ilgiyi kesinlikle hak eden bir film çekmiş.

Berlin’de buradaki çalışması ile yönetmen ödülünü kazanan Hansen-Løve filmi için ilham kaynağı olarak Eric Rohmer’in 1986 yapımı “Le Rayon Vert” (Yeşil Işın) adlı filmini göstermiş. Hikâyeler ve karakterleri arasında doğrudan bir ilişki veya yakınlık yok bu filmlerin ama sanırım Hansen-Løve’a ilham kaynağı olan, Rohmer filmindeki baş karakterin tam da yaz tatili öncesinde birdenbire yalnız kalıvermesi (sevgilisinden ayrılıyor ve beraber tatile gitmeyi planladığı kız arkadaşı sevgilisi ile gitmeyi tercih ederek onu son anda yalnız bırakıyor) olsa gerek. Burada da felsefe hocası Nathalie planlamadığı ve beklemediği bir şekilde kendi başına kalıveriyor ve finali ile de Rohmer’in filminin sonundaki umuda göndermede bulunuyor yönetmen oldukça duyarlı ve zarif bir şekilde.

Yönetmenin anne ve babası felsefe profesörleriymiş ve kendisi 20’li yaşlarındayken ayrılmışlar. O da hem bu entelektüel ebeveynlerle yaşamanın hem de onların ayrıklıklarının tecrübelerini ve kendisinde bıraktığı izleri hikâyesine taşımış anlaşılan. İlk sahnede kadının yazmakta olduğu yazıdaki “İnsanın kendini başkasının yerine koyması mümkün müdür?” cümlesinden kocasından duyduğumuz “Müzik sadece dinlemen değil, görmen gereken bir şey” sözüne, her yıl olduğu gibi tatile gittikleri Bretonya bögesinde Chateaubriand’ın mezarını ziyaret etmelerinden seçilen müziklere entelektüel bir film bu. Hikâye boyunca adını duyduğumuz filozoflardan felsefe kitaplarına akademik ortamdan felsefî tartışmalara bu bilim dalını hikâyesinin ayrılmaz bir parçası yapmış Fransız sinemacı. Bu durum çok konuşmalı ve derin konuların tartışıldığı bir hikâye düşüncesi (ve bazıları için korkusu) yaratmamalı; aksine Hansen-Løve bundan özenle uzak durmuş ve bu konuların karakterlerin günlük hayatındaki yerini ve onların tavır ve düşüncelerini şekillendirdiğini göstermek ve hatırlatmakla yetinmiş doğru bir şekilde.

Nathalie’nin ders verdiği okulda öğrencilerin hükümetin reform planlarına karşı yaptığı boykot eylemi ve derslere katılmak isteyenlere engel olmaları karşısında takındığı “apolitik” denecek tutum (Emeklilik yaşını 67’ye yükseltme planını eleştiren öğrencilere “Ben işimi seviyorum” cevabını veriyor örneğin) kendisine kurmuş olduğu ve hiç değişmeyecekmiş gibi görünen hayatı ile yakından da bağlantılı görünüyor. Gençliğinde 3 sene boyunca komünist olan ama SSCB’ye gidip hayal kırıklığına uğrayınca fikirlerinin değiştiğini söyleyen kadının teorik olanda kalma ve eyleme dökmeme prensibi özel hayatı için de geçerlidir. Radikal olandan hep uzak durmuştur ve hayatı bu şekilde sürüp gidecek gibidir ama hiç beklemediği bir şekilde hayatındaki tüm sabit olgular değişecektir ve hikâye temel olarak Nathalie’nin bu durumdaki tepkileri, düşünceleri ve eylemleri (ya da eylemsizliği) üzerine kuruludur. Annesinin daha önce sokağa hemen hiç çıkmamış kedisinin Nathalie’nin gittiği dağ başında ortadan kaybolması bu açıdan sembolik bir anlam taşıyor. Kadın kedinin kaybolacağı ve öleceğinden korkar ama eski bir öğrencisi olan genç adam ona “içgüdü”yü hatırlatır. İşte film de bize kadının ayakta kalıp kalmayacağını, yaşama içgüdüsünün ona bu konuda yardımcı olup olamayacağını sorgulatıyor ve finali ile de bu sorunun cevabını veriyor.

Nathalie’nin aksine, bir zamanlar öğrencisi olan genç Fabien konformist bir akademisyen hayatından uzak durmuş, eylemlere katılmaya devam etmiş, anarşist bir gruba katılmış ve şehirden uzak bir hayat sürmektedir. Film bu iki farklı tercih arasında bir doğru belirlemiyor ve seyirciye de bir yönlendirmede bulunmuyor. Bu tutumunu filmdeki diğer önemli gelişmelerde de koruyor hikâye: Ortaya çıkan ihanet örneğin, bir Amerikan filminde göreceğimiz duygu patlamalarından çok farklı bir şekilde karşılanıyor ve film hiçbir anında seyirciye bir duygusallık dayatmasında bulunmuyor. Belki final bu konuda bir istisna olabilir ama o derece zarif ve özenli bir sahne ki bu ve doğallığı ve gerçekçiliği ile o derece etkileyici ki hiçbir şekilde rahatsız etmiyor.

Film uzun bir evlilikten sonra ayrılmanın kırgınlık yaratan ve iç burkan doğasını da pratik sonuçları ile birlikte başarı ile ele almış. Yıllarca emek verilen bir bahçedeki çiçeklere ne olacağı konusu, değişmez bir yaz tatili mekânı olan eve artık gidilemeyeceği gerçeği (bu evde karı koca arasında geçen ve bu pratik sonuçla yüzleşilen çok iyi bir sahne var) veya yıllar içinde alınmış tüm o kitapların paylaşımı gibi konular filmin o yalın atmosferi içinde seyircinin karşısına koca bir soru işareti olarak bıraklıyor yönetmen tarafından. Tüm bunları yaparken müziklerde de çok doğru seçimlerde bulunmuş Mia Hansen-Løve. Schubert’in “Auf Dem Wasser Zu Singen“ adlı lied’inden Woody Guthrie’nin “Ship in the Sky”ına ve Donovan’ın “Deep Peace” adlı klasiğine film klasik müzikten veya pop-folk’un nitelikli isimlerinden yararlanmış. Noel sahnesinde kullanılan ve kapanış jeneriği boyunca devam eden “Unchained Melody” (The Fleetwoods’un akapella yorumu ile) ise sahnenin “Noel mutluluğu” ruhuna çok uygun ve bir parça hüzünlü havası ile çok yerinde bir tercih olarak görünüyor. Hafif bir kaydırma, sarı ve sıcak renkli görüntü ile dört dörtlük bir iş çıkarmış Mia Hansen-Løve ve görüntü yönetmeni Denis Lenoir bu final sahnesinde. Orijinal müzik kullanılmayan film bu seçimleri ile de dikkati çekiyor kısacası.

“Eskiden radikaldim, değiştim” diyen Nathalie’ye “Ama dünya aynı, sadece artık daha kötü” diye cevap veriyor genç bir kadın. Belki bu konuda değil ama kendi hayatı konusunda değişmek zorundadır Nathalie ve Huppert bu karakteri göründüğü her sahnede en ufak bir ayrıntıyı bile kaçırmayan, nüanslarla zenginleştirilmiş performansı ile canlandırıyor. Ağlamaktan kahkahaya geçtiği otobüs sahnesinden Fabien ile olan tüm ikili sahnelere (çok ince bir flört havası olan bu sahneler oyuncunun üstün yeteneğinin ve Hansen-Løve’un senarist ve yönetmen olarak başarısının parlak örnekleri) parlak bir oyunculuk gösterisi sunuyor oyuncu. Fikirler ile eylemlerin birlikteliği ve/veya zıtlığı üzerine düşündürdükleri ile de önemli olan filmde yönetmenin sade mizanseni ile yakaladığı başarı çok önemli ve has sinemanın teknik oyunlarla uğraşmadan etkileyici olabileceğinin de sağlam bir kanıtı. Örneğin, ihaneti öğrenen kadının, kocasına “Beni ömür boyu seveceğini düşünüyordum” dediği sahne değme melodram sahnesine taş çıkartır gücü ile. Çaba harcamadan elde edilmiş izlenimi veren (elbette yanlış bir izlenim bu) doğallığı ile önemli bir sinema yapıt.

(“Things to Come” – “Gelecek Günler”)

Do Bigha Zamin – Bimal Roy (1953)

“Toprağından yoksun kalan bir çiftçinin hayatı mahvolur. Yedi nesil boyunca, evimiz bu topraklar üzerindeydi. Koşullar ne olursa olsun, toprağımı satmayacağım”

Bengalli bir çiftçi ve ailesinin bir dönümden daha küçük tarlalarını kendisine olan borçları nedeni ile satmaya zorlayan bir adama karşı verdikleri mücadelenin hikâyesi.

Salil Choudhury’nin hikâyesinden uyarlanan senaryosunu Hrishikesh Mukherjee’nin yazdığı, yönetmenliğini Bimal Roy’un yaptığı bir Hindistan filmi. Cannes’da yarışan ve Hindistan’ın Oscar’ı olarak kabul edilen Filmfare’de En İyi Film ve Yönetmen Ödülünü kazanan çalışma sosyal meseleleri zaman zaman bir melodram havası alan hikâyelerle anlatması ile tanınan Roy’un en önemli filmlerinden biri olarak hatırlanıyor bugün. Müzikal bir melodram olarak tanımlanabilecek olan film feodal bir sistemin ezdiği küçük insanları anlatırken, müziğin ve melodramın sorumluluk sahibi ve doğru duyarlılıklar içeren bir hikâye anlatmaya engel olmadığını ve hatta bu unsurlardan doğru bir biçimde beslenen bir filmin ele aldığı meseleyi geniş kitlelere ulaştırmak için onlardan yararlanabileceğini gösteren önemli bir çalışma.

Susuzluktan çatlayan bir toprak görüntüsü ile başlıyor film ve bir ses bize yaşanan kuraklıkla ilgili durumu anlatıyor: “İki yıldır yağmur yağmıyor. Toprak susuzluktan ve sıcaktan kavrulmuş durumda. Ağaçların yaprakları kuruyup dökülmüş. Gökyüzünde hiç bulut yok. Ülke bir karışıklık içinde. Ama bütün dertlerin bir sonu vardır. Gökyüzü bir gün tekrar başlar kükremeye”. Bu sözleriden sonra kara bulutlarla dolu bir gökyüzü görüyoruz ve ardından yağmurun müjdecisi olan gök gürlemesini duyuyoruz. Gerçekten de bir derdin sonu gelmiştir ama bir yenisi başkasının toprağında çiftçilik yapanların ve onlardan biri olan Maheto ailesinin karşısına çıkmak üzeredir. Bu ailenin küçük bir arazisi vardır ve yörenin zengini olan toprak ağası adam yaptıracağı fabrika için kendisininkine bitişik olan bu araziyi de almak zorundadır. Açılış sahnesindeki yağmur Hint sineması usulü bir şarkılı ve danslı sahne ile kutlanıyor. Yağmurun neden olduğu coşkuyu yansıtan bu müzikal sahnesi hikâyede kuraklığın bir yeri olduğu veya çiftçilerin zorlu yaşamlarının yağmura nasıl sıkı sıkıya bağlı olacağının anlatılacağı havasını yaratsa da öyle ilerlemiyor senaryo. Bu sahneyi bir başka amaç için kullanıyor Roy; çiftçiler ile toprak arasındaki “aşk”ı anlatıyor bu sahnenin müzikli görkemi.

Adını Hindistan’ı simgesi olmuş sanatçılardan biri olan Rabindranath Tagore’un ülkesinde çok sevilen bir şiirinden alıyor film. Senaryoyu yazan ve kendisini Marksist olarak tanımlayan Salil Choudhury o şiiri doğrudan uyarlamamış hikâyesine ama Tagore’un bir çiftçinin toprağına olan sevgisini anlattığı mısralarının bir karşılığını yaratmayı denemiş ve başarmış. Filmde hükümetin feodal sistemin ortadan kaldırmakta olduğunu ve artık fabrikalara odaklanmak gerektiğini söylüyor şehirden gelen yatırımcılar ve bu nedenle Maheto ailesinin o küçük toprak parçası kesinlikle satın alınmalıdır. Oysa ailenin reisi için “Toprak çiftçinin annesidir” ve satması mümkün değildir. Bu nedenle Kalküta’ya giderek para kazanmaya ve kendisine verilen kısa süre içinde borcunu ödeyebilecek parayı kazanmaya çalışır. Adamın ve küçük oğlunun büyük şehirde para kazanmak için katlanmak zorunda kaldıkları üzerinden bir yoksulluk ve bu yoksulluğu yaratan düzen hikâyesi anlatıyor film ve doğrudan değil ama dolaylı olarak bir politik film olarak da sınıflanabiliyor böylece. Yönetmen Roy bu filmi yapmaya Vittorio De Sica’nın 1948 tarihli ölümsüz klasiği “Ladri di Biciclette”yi (Bisiklet Hırsızları) gördükten sonra karar vermiş. Orada baba ve oğlu için bisiklet ne kadar önemli ise, burada da çekçek aynı derecede önem taşıyor ve tıpkı De Sica gibi Roy da yeni-gerçekçi akımına uygun bir dil ile anlatıyor hikâyesini.

Danslı sahneleri kısıtlı tutarak doğru bir iş yapmış Roy ve şarkılı bölümleri de görüntü yönetmeni Kamal Bose’nin başarılı çalışmasının katkısı ile oldukça estetik kılmış. Adamın şehre gitmek üzere istasyona uzun bir yürüyüş yaptığı sahnede yol boyunca ona şarkıları ile eşlik eden köylülerin sahnesi örneğin, hem görsel olarak oldukça başarılı (Sovyet filmlerinin “kutsal halk” estetiğinin izlerini taşıyor bu bölüm) hem de toplumsal bir bakışın ve dayanışmanın güzelliğini hatırlatıyor. Tren yolculuğunda iki karakterin “reform” konulu kısa diyalogları ve bir şarkılı sahne dışında doğrudan politik bir çağrışıma hiç başvurmuyor film ve bunun yerine dram (ve arada dozu biraz kaçan melodram) ile baş başa bırakıyor seyircisini. Bu şarkılı sahnede bir sokakta toplu halde şarkı söyleyen yoksulları görüyoruz: “Ah, tanrı Rama, ne garip bu senin dünyan / Dağları deliyoruz, denizi yarıyoruz, evler inşa ediyoruz / Çorak toprakta çiçekler yetiştiriyoruz / Her şeyi biz yapıyoruz ama bizim hiçbir şeyimiz yok / Ah, tanrı Rama, ne garip bu senin dünyan”. Emekçi sınıfın ürettiğini ama ürettiklerinin hiçbirine sahip olmadığını söylüyor bu sözler çok doğru ve güçlü bir saptama ile. Baba ve oğlunun doğru ve dürüst olandan hiç sapmamaya çalışması ve bunun için katlandıkları da yaşadığımız dünyadaki adaletsizlikleri dile getiriyor.

Sonlara doğru hikâyenin melodram dozu hayli artıyor ve karı kocanın talihsiz koşullarda karşılaşmaları sahnesindeki tesadüf başta olmak üzere farklı unsurları ile bu doz filme zarar da veriyor. Bunlar olmadan da film yeterince güçlü bir etkiye ve duygusal vurguya sahip çünkü. Babayı canlandıran Balraj Sahni ve anneyi oynayan Nirupa Roy’un, özellikle de ilkinin sağlam performanslar gösterdiği filmin müziklerinde de Salil Choudhury’in imzası var. Orijinal melodilerin yanında, Sovyet besteci Lev Knipper’ın bir senfoni için bestelediği ve düşmana karşı savaşmak için evinden ayrılan bir Kızıl Ordu mensubunun ağzından söylenen bir şarkıyı da uyarlamış film için oldukça başarılı bir şekilde. Etik temasını, başta zalim bir dünyada dürüst kalabilme mücadelesi olmak üzere baba ve özellikle de oğlunun eylemleri üzerinden anlatan film “çekçek yarışı” gibi mizanseni, kamera çalışması ve oyunculukları ile dört dörtlük sahnelere sahip ve “sanat sineması” ile “popüler sinema” arasında bir köprü kurmayı başarmış görünen dili ve içeriği ile önemli bir sinema yapıtı.

(“Two Acres of Land”)

Hector – Jake Gavin (2015)

“Bana böyle palavra sıkma, Hector! Bana bir bak. Daha 18 yaşında bile değilim ve hayatım şimdiden berbat. Bana öyle palavra sıkma. Her şey yoluna girecekmiş!”

Yıllardır İskoçya’da sokaklarda yaşayan yaşlı bir adamın her yıl olduğu gibi Noel’i evsizler barınağında geçirmek üzere Londra’ya yaptığı yolculuğun ve on beş yıldır görüşmediği ailesi ile iletişim kurmasının hikâyesi.

Jake Gavin’in yazdığı ve yönettiği bir Birleşik Krallık yapımı. Bu ilk yönetmenlik çalışmasında, sokaklarda yaşayan bir adamın Noel döneminde yaptığı bir yolculuğu anlatıyor Gavin ve İskoç aktör Peter Mullan’ın sağlam performansının önemli katkısı ile “evsiz”lerin hayatını ikna edici bir dürüstlükle perdeye taşıyor. “Ken Loach usulü bir Noel filmi” olarak tanımlanabilecek yapıt, Loach’un hatırlatan ve uyaran içeriklerine karşın çok daha yumuşak bir tarz tutturmayı tercih ederek, zaman zaman bir “kendini iyi hisset” filmine dönüşüyor ve ele aldığı konuyu ağırlıklı olarak bireysel bir meseleye dönüştürerek kendi gücüne zarar veriyor. Aslında bir fotoğraf sanatçısı olan Gavin’in görüntü yönetmeni David Raedeker ile birlikte yakaladığı görsellik ise hikâyenin atmosferine uygun ve güzelliğini hikâyenin önüne geçirmemesi ile çok başarılı.

Ken Loach’un 1991 tarihli “Riff-Raff” (Ayak Takımı) filminin ana karakteri bir evsizdir. O filmde yan rollerden birini canlandıran Peter Mullan yedi yıl sonra, 1998 yılında yine Loach’un “My Name is Joe” (Benim Adım Joe) adlı yapıtında başroldeydi ve işsiz bir Glasgowlu karakteri canlandırmıştı. Gavin’in bu ilk yönetmenlik çalışmasını bir tür “Ken Loach usulü bir Noel filmi” yapan Peter Mullan’ın varlığı değil sadece kuşkusuz. Baş karakterlerini toplumun alt sınıflarından seçmesi, bu karakterleri evsizlik gibi Birleşik Krallık’da hayli önemli boyutlarda olan bir sorunun etrafında bir araya getirmesi ve gerçekçiliğini hep koruması bu filmi asıl olarak Loach’un sinemasına yaklaştıran. Ne var ki benzerliği olması gerektiği boyuta taşıyamıyor veya taşımamayı seçiyor Gavin. Bir ölüme rağmen, hikâye yeterince ya da olması gerektiği kadar sert değil ve bu içeriği ile bir Noel iyimserliğine bürünüyor sık sık. Evsizlerin hikâyeleri kuşkusuz ki birbirinden çok farklıdır ve bunların içinde bireysel sorunlardan (ya da tercihlerden) dolayı bu hayatın içine düşenler veya bu şekilde yaşamayı seçenler de vardır. Buradaki hikâyenin kahramanı da onlardan biri ve onların da hikâyeleri anlatılmayı hak ediyor kuşkusuz ama bu derece yakıcı bir sorunun ana nedenlerinden biri olan sosyal ve ekonomik düzenle ilgili sıkıntılara en azından yan karakterler üzerinden bile değinmemek doğru olmamış. Bu hâli ile film bir Loach filminden çok, Amerikan sinemasına yakın duruyor.

Sokakta yaşamanın zorluklarını gösteriyor film ama çok yeni şeyler söyleyerek yapmadığı gibi bunu, işte yine o Noel iyimserliği ile iyi yürekli insanlarla dengeliyor gösterdiği olumsuzluğu. Anlaşılan Gavin umut veren, en azından umudu hep diri tutan bir hikâye anlatmayı tercih etmiş. Ortaya çıkan sonuç da, bu tercih açısından değerlendirildiğinde kesinlikle başarılı. Avustralyalı müzisyen Emily Barker’ın “Anywhere Away” adlı şarkısının eşlik ettiği jenerikten sonra, bir genel tuvalette kişisel temizliğini yapan bir adamı görüyoruz. Noel Baba kıyafetli başka bir adam, araçların üzerindeki çam ağaçları ve etraftaki kar Noel zamanı olduğunu söylüyor bize. Hikâyenin kahramanı Hector’dur tuvaletteki ve bir rahatsızlığı için doktora gittikten sonra, her yıl olduğu gibi Londra’ya yollanacaktır Noel’i bir evsizler barınağında geçirmek için. Kişisel trajedisinin ne olduğunu hikâyenin sonlarına doğru öğreneceğimiz Hector’u çok iyi huylu ve tüm o zor koşullar altında bile güçlü gösteriyor hikâye ki bu da on beş yıl önce verdiği kararın ve evsiz hayatını sürdürmesinin altını boşaltıyor bir bakıma. Bir Frank Capra karakteri adeta Hector ve bu açıdan bakıldığında, hikâyenin genel iyimserliğine de oldukça uygun düşüyor.

Hector’u tanıyan ve tanımayan karakterlerin ona ağırlıklı olarak iyi davranması filmin pozitif havası ile tutarlı ama biri önyargının sonucu olan, diğeri ise kötülüğün eseri olan iki ters davranış dışında, oldukça olumlu görünen bu havanın doğruluğu tartışmaya hayli açık. Bir Noel ilahisi eşliğinde, kameranın barınakta uyuyan evsizleri taradığı etkileyici ama fazlası ile naif sahnenin de gösterdiği gibi Gavin bu ilk filminde güvenli sulardan ayrılmamayı seçmiş ve iyimserliğini hep korumuş. Başroldeki Peter Mullan alkolik babası nedeni ile hayli zor geçen gençliğinde iki ayrı defa sokaklarda yaşamak zorunda kalmış birkaç gün boyunca. Oyuncunun bu kişisel tecrübeye ihtiyacı olmamıştır elbette bu hikâyedeki sağlam performansı için ama hikâyenin gereğinden fazla yumuşak olmasına rağmen, dürüst ve gerçekçi bir havayı da bir şekilde koruyabilmesinde onun önemli bir payı olsa gerek. Mullan karakterinin Glasgow’dan Londra’ya olan yolculuğu boyunca yaşadıklarını, bunlara karşı gösterdiği direnişi ve yaşamaya devam etme gücünü seyirci için inandırıcı kılarken, filmin dokunaklı havasının dozunun kaçmamasını da sağlıyor. Özetle söylemek gerekirse, kolay olanı seçen ama yine de ilgi ile seyredilebilecek bir film bu. Kaldı ki umudu ve iyimserliği korumanın, hele bir de dayanışma ruhu da içerirse kimseye zararı yok. Barınma evindeki genç evsiz Ted’in hikâyesi ise Ken Loach tarafından anlatılmayı bekliyordur…

Dramma Della Gelosia (Tutti i Particolari in Cronaca) – Ettore Scola (1970)

“Aşk acısı çekmek ile sınıf acısı çekmek bağlantılı mıdır? Yalnız hissetmemek için, kişisel bir duruma daha geniş, Marksist bir açıklama getirmeye çalışıyorum. Sen sendikamın sekreterisin. Tek başımayım. Yoldaşlarımın yanında bile yalnızım ve bu doğru değil. Mantığımı izle: İnsanların çektiği acı ekonomiyi elinde tutan sınıfın egemenliği tarafından belirlenir. Adelaide’ı benden zengin bir adam aldı. Kendimize şunu sormalıyız: Zengin Ambleto di Meo benim seviyemde olsaydı, hatun beni bırakır mıydı? Benim cevabım hayır. Senin bu konudaki siyasî fikrin nedir?”

Kendisinden yaşça büyük bir kadınla olan evliliği kötü giden bir duvarcı ustasının genç bir çiçekçi kadına âşık olmasının ve bu aşka kadına âşık olan genç bir pizza ustasının da dahil olması ile yaşananların hikâyesi.

Yüze yakın filmde birlikte çalışan senarist ikili Agenore Incrocci ve Furio Scarpelli’nin orijinal hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Incrocci, Scarpelli ve Ettore Scola’nın yazdığı, yönetmenliğini Scola’nın yaptığı bir İtalya ve İspanya ortak yapımı. Başrollerde bu rolü ile Cannes’da ödül kazanan Marcello Mastroianni’nin yanı sıra, Monica Vitti ve Giancarlo Giannini’nin yer aldığı film 1960’larda hayli popüler olan “İtalyan Usulü” filmlerin tarzında bir komedi ve bu komedilerin hemen tümünde olduğu gibi hikâyesine toplumsal, sosyal ve politik konuları da dahil eden ilginç ve hayli eğlenceli bir çalışma. İtalya’ya işçi sınıfını da dahil ederek hayli eleştiri getiren film, Scola’nın sosyal ve politik duyarlılığının etkilerinin hissedildiği ve bir popüler güldürünün içine bu duyarlılıkların başarılı ve eğlenceli bir şekilde yerleştirilebilmesi ile ilgiyi hak eden bir çalışma.

Mastroianni 1961’de “Divorzio All’italiana” (İtalyan Usulü Boşanma – Pietro Germi) ve 1964’te “Matrimonio All’italiana” (İtalyan Usulü Evlilik – Vittorio de Sica) adlı filmlerin başrollerinde oynamış ve hayli popüler olan o filmlerin etkisi ile, 1970 yapımı bu film de bazı ülkelerde “İtalyan Usulü Kıskançlık” adı ile gösterime girmişti. Gerçekten de hem bir kıskançlık filmi bu hem de hayli İtalyan; ama bu İtalya’ya özgü halinden yola çıkarak evrensel bir hikâye anlatıyor ve kıskançlık boyutu da en azından Akdeniz ülkelerinde de sıklıkla görülecek içeriği ile sadece İtalya’ya ait olmaktan çıkıyor.

Hikâye boş bir haldeki görüntü ile başlıyor ve bir adamı meyve sebze kasalarını taşıyan bir adamı görüyoruz. Buradan aynı halde polisin yürüttüğü bir olay canlandırmaya geçiyor Scola. Elleri kelepçeli bir adamın birisini bıçakladığı ânın tekrarı bu ve o olayın üç kahramanından ikisi bu canlandırmanın parçası. Üçüncüsü ise orada değildir ve neden olamadığını hikâye ilerleyince anlıyoruz. Bu sahnede ilk örneğini gördüğümüz bir şekilde, karakterlerin sık sık bize doğrudan hitap ederek yaşananları anlattığı ya da başkalarına yaptıkları anlatımların seslerinin bize yansıdığı bir film bu. Oldukça akıllıca bir seçim olmuş ve pek çok farklı karakter için kullanılan bu yöntem seyirci olarak bizi hem hikâyenin hem de kahramanlarının bir parçası yapıyor. Bir İtalyan filminden, özellikle de komedisinden beklenecek ölçüde karakterlerin bolca konuştuğu bu hareketli filmin bu seçimi hikâyeden kopmamamızı sağlıyor ve bizi eğlenceye ortak ediyor kesinlikle.

Duvarlarda emperyalizm, devrim, işçiler, burjuva, NATO, yoldaşlar, kapitalizm vb. sözcüklerle oluşturulmuş sloganların bolca yer aldığı ve İtalyan Komünist Partisi’nin hayli güçlü olduğu yıllarda geçiyor hikâye. Mastroianni’nin canlandırdığı duvarcı ustası Oreste partinin aktif üyelerinden. Scola partinin bir mitinginin gerçek görüntüsünü ve polisle çatışma çıkan eylemlerden çeşitli görüntülere Ostre’yi ekleyerek etkileyici sahneler yaratmış ve filminin politik boyutunu sağlam tutmuş. Bu partinin bir eğlence etkinliğinde görüyor ilk kez Oreste, Monica Vitti’nin oynadığı Adeladie’ı. Genç kadın onu uzun süredir farklı yerde gördüğünü ve beğendiğini söyler adama ve öper. Bu öpücüğe tepkisi “Ya ceza olarak beni öptün ya da ben rüya görüyorum” olan Oreste kendisinden büyük ve önceki kocasından çocukları olan bir kadınla evlidir ve çok mutsuzdur. Aralarında süratle bir aşk başlar ama bu aşka bir pizza ustası olan Nello (Giancarlo Giannini) karışır bir süre sonra. Adeleide ve Oreste’nin gittiği bir pizzacıda çalışan Nello beğendiği kadına kalp şeklinde bir pizza yapar ve ortaya üçlü bir aşk çıkar. Her iki adam da kadına tutkulu bir şekilde bağlanırken, kadın ikisinden de vazgeçememektedir. Çözüm olarak Nello Danimarka ve İsveç’i örnek göstererek hep birlikte bir hayat kuracaklarını söylese de işler o kadar kolay değildir; çünkü özellikle Oreste’nin tarafında “İtalyan usulü bir kıskançlık” söz konusudur.

Senaryo yüksek sesle kahkaha atarak değil (gerçi birkaç kez bunu da yapıyor), yüzünüzde sürekli bir gülümseme ile seyrettirmeyi hedefliyor filmi ve açıkçası bunu tam anlamı ile başarıyor da. Üç ana karaktere de sıcak duygular beslemenizi sağlayan film kıskançlık ve aşk hikâyesini anlatırken, kahramanlarının davranışları ve değerlerini de içine katan bir İtalya eleştirisi de yapıyor. Turistik Roma imajına keyifli bir biçimde saldırıyor film; sahilde ve yollardaki çöpler (çöplerin ortasında absürt denecek bir piknik sahnesi bile var filmde), “Yoksul olduğu zamanlarda daha mutlu olan” İtalyanlardan bahseden turistler ve politikanın hayatın her ânında olması gibi unsurlarla film 1970 başlarından çekici bir İtalya resmi çiziyor bize. 1968’in (ve orada yaşanan “yenilgi”nin etkilerinin) henüz diri olduğu, 1969 ve 70’de İtalya’da hayatı ciddi olarak sekteye uğratan grevlerin gerçekleştirildiği (İtalya’nın o dönemi “Autunno Caldo” (Sıcak Sonbahar) olarak tanımlanıyor) bir dönemde işçi sınıfından karakterleri hikâyesinin merkezine koyan film, hiçbir anında bir politik mesaj kaygısına kapılmıyor doğru bir seçim yaparak. Oreste’nin kendisine “Benden ne istersen iste” diyen Adelaide’a “Pazar günü Komünist Parti’ye oy vermeni istiyorum” dediği sahnede olduğu gibi mizahının parçası yapıyor özellikle Oreste’nin politizasyonunu.

Farklı ögelerle mizahını hep koruyor film: Oreste’nin dertlerini hep dinlemek zorunda kalan iş arkadaşı Ughetto (Manuel Zarzo), Oreste’nin sembolü olarak kullanılan sinek, aşkın işçi sınıfındaki yeri (“İşçi tek bir şeye sahiptir, kadınına. Onu da elinden almak mı istiyoruz? Bu çok ciddi bir siyasî hata olurdu. Kadınımı benden almaya çalışan olursa, onu öldürürüm. Onu öldürürüm, şakası yok!”), Mao posterinin altında seks, pizzacıdaki yüzleşme sahnesi, hastanedeki terapi bölümü ve oteldeki “üçlü deneme” sahnesi gibi eğlenceli çok yanı var hikâyenin. Tüm bunları seyirciden kahkaha almayı hedefleyen bir kaba komedi ile anlatmıyor film ve derinliğini hep koruyor. Çekimlerden bir yıl sonra geçirdiği bir trafik kazası sonucu hayatını kaybeden İspanyol güreşçi (Bizde Amerikan güreşi olarak bilinen spor) Hercules Cortez’in canlandırdığı “yeni zengin” tiplemesi 1960’larda hızla kalkınan İtalya’da ortaya çıkan “yeni zengin”lerin bir örneği olurken; Oreste’nin el parmaklarındaki ve her biri bir emekçi olarak çalışmasının sonucu olan problemlerden eylemcilerin arasına temizlik işçisi kıyafeti ile karışan polislere ve zenginlerin tarihî Roma’ya egemen olmasına (FIAT’ın kurucusu Agnelli ailesinin Roma’ya araçları ile hâkim olmasına yönelik hoş bir diyalog var filmde) film düzeyini hiç düşürmüyor ve eğlendirirken düşündürüyor klişe bir ifadenin altını tam anlamı ile doldururken.

Yeşilçam usulü kovalamaca oynayan âşıkların eğlenceli anlar yarattığı filmde üç başrol oyuncusu da çok parlak performanslar veriyorlar. Mastroianni Cannes’daki ödülünü hak ettiğini komedi ile dramı birleştiren parlak peformansı ile kanıtlarken, Monica Vitti Antonioni filmlerine onca hizmet eden “soğuk ve entelektüel” imajının tam zıddı olan bir karakteri aynı etkileyicilikteki inandırıcılıkla getiriyor karşımıza. Dönemin genç oyuncularından Giancarlo Giannini de hareketli ve eğlencesini hep koruyan performansı ile onlardan hiç geri kalmıyor ve önemli bir katkı sağlıyor hikâyeye. Bizde özellikle 1970’li yıllarda Kemal Sunal’ın bazı filmleri ile Yeşilçam’ın da el attığı, sosyal komedi diye adlandırabileceğimiz türün parlak örneklerinden biri ve başyapıt olmasa da, kesinlikle önemli bir çalışma bu.

(“The Pizza Triangle” – “Jealousy, Italian Style” – “A Drama of Jealousy (and Other Things)” – “Kıskançlık Dramı”)