Night of the Living Dead – George A. Romero (1968)

“Kimliği belirsiz katiller tarafından toplu cinayetler işlenmeye başlanmıştır. Ani olarak başlayan bu cinayetler hiçbir sebebe dayanmaksızın; köylerde, şehirlerde, kırsal kesimlerde ve yerleşim alanlarının dış kesimlerinde işlenmekte ve büyük bir alana yayılmaktadır. Görgü tanıklarının bir kısmı katillerin normal görünümlü insanlar olduklarını, bir kısmı da onların transa girmiş gibi davrandıklarını söylemektedir. Bu noktada halkın nasıl bir tehdit altında olduğunu, kime ya da neye karşı ve ne şekilde korunması gerektiğini saptamak oldukça zor görünüyor”

Canlanan cesetlerin saldırısına uğrayan bir grup insanın sığındıkları evde verdikleri mücadelenin hikâyesi.

Senaryosunu George A. Romero ve John Russo’nun yazdığı, yönetmenliğini Romero’nun yaptığı bir ABD filmi. Bu düşük bütçeli “off-Hollywood” filmi kazandığı yüksek gişe geliri ile 1968’in seyirciden epey ilgi gören filmlerinden biri olurken, içerdiği sert sahneleri ile oldukça olumsuz eleştiriler de almıştı; ne var ki bu eleştiriler filmin zamanla bir kült yapıta dönüşmesine engel olamadı ve devam filmleri ve yeniden yapımlar sayesinde bir markaya dönüştü Romero’nun çekici yaratıcılığının sonucu. İlk modern zombi (bu sözcük filmde hiç kullanılmıyor) filmlerinden biri oarak kabul edilen; basit hikâyesi, yıldız oyuncu bulunmayan kadrosu ve makyaj dışında hemen hiç efekt kullanılmamış olması ile de bilinen; alçak gönüllü bir yapıtın bugün nasıl hâlâ keyifle izlenen bir esere dönüştürüldüğüne tanık olmak açısından da izlenmesi gereken ve her sinemaseverin en az bir kez görmesi gereken bir korku klasiği.

En fazla 125 Bin Dolar’a mal olduğu söylenen film 18 Milyon’u ABD’de olmak üzere toplam 30 Milyon Dolar gişe geliri elde etmiş, özelllikle eleştirmenlerin pek de olumlu olmayan değerlendirmelerine rağmen. Filmin ortak senaristlerinden biri olan -ve bugün kayıp olan bir kısa film hariç tutulursa- Romero’nun ilk kez yönetmenliği de üstlendiği çalışmada onu kurgucu (Hugh C. Daly ile birlikte) ve görüntü yönetmeni olarak da görüyoruz bir düşük bütçeli filmde sıklıkla görüldüğü üzere. Bir mezarlıkta açılan hikâyenin önemli bir kısmı, biri çocuk olan yedi kişinin sığındıkları evin içinde geçiyor ve Romero gerçekten de büyük bir bütçeye ihtiyaç duymadan bu hikâyeyi etkileyici bir şekilde anlatabiliyor bize.

Kardeş olan ve babalarının mezarını ziyarete giden bir erkek ve bir kadınla açılıyor film. Yaşadıkları yerden hayli uzakta olan mezarlıkta yaşanan ilk saldırı ânına kadar, hayli vurgulu tonları olan müzik, Romero’nun tedirgin kamera açıları ve diyaloglar bir şeyler olacağını size sürekli hissettiriyor; yakaladığı bu hissi hikâyenin sonuna kadar da canlı tutuyor Romero. İzlediğimiz öyküyü oldukça basit tutmuş senarist ikili; dirilen ölüler ve onların saldırdıkları insanlar arasındaki mücadele izlediğimiz temelde. Bu küçük hikâyeye yan unsurlar katılmış elbette: Örneğin televizyonda yayınlanan bir haber programında gösterildiği üzere, yaşananlara karşı bilim adamları ile askerlerin farklı yaklaşımları bir militarizm eleştirisi içeriyor; Venüs’e gönderilen bir uydunun neden olduğu radyaoktivite ile ilgili gerçekler halka tam anlamı ile açıklanmıyor; belki daha da önemli olarak, hikâyenin kahramanı bir siyah ve onunla evdeki beyaz bir erkek arasındaki iktidar çatışması akla 1960’lı yıllarda Amerika’da çok sıcak olan ırkçılığın izlerini taşıyor (aslında bu karakter hikâye ilk yazıldığında beyazmış ama rol o tarihlerde tanınmamış bir tiyatro oyuncusu olan Duane Jones’a verilince bir parça değişiklik yapılmış senaryoda). Bu yan ögeler filmin asıl hikâyesi içinde belki çok önemli bir yer tutmuyor aslında ve sonuncusu da daha derin okumalara meraklı olanların dikkatini çekebilir sadece.

Erkek kardeşinin kadının korkusu ile dalga geçmesi, oğlanın mezarlık ziyaretinin yoruculuğundan şikâyeti ve kız kardeşinin duasına sabırsızlık göstermesi gibi “şimdi başlarına bir şeyler gelecek” duygusunu yaratan “klişe” anları var filmin ama Romero’nun yapıtının özgünlüğünü ve daha sonra kendisinin ve başkalarının defalarca tekrar kullanacağı numaraların etkileyiciliğini azaltmıyor bu. En temel efektlerin zaman zaman eğik açılara başvuran kamera kullanımı, yaşayan ölülere uygulanan makyaj çalışması ve ses efektleri olduğu film ölülerin dirilmesinin kaynağını bile ikinci plana atarak, zombiler ile kurbanları arasındaki mücadeleye odaklanıyor temel olarak ve gerilimini nedenden çok, ne/nasıl olacak üzerinden kurmayı tercih ediyor. Romero bunu yaparken de, mezarlıkta yaşananları karakterlerden birine baştan aşağı tekrar anlattırmak veya bir haber bültenini uzun uzun seyrettirmek gibi “ucuz” numaralara başvurmaktan da çekinmiyor hikâyeyi uzatabilmek için. Bir başka filmde rahatsız edebilecek bu tercihler burada ise aksine filme hayli yakışıyor ve ortaya tüm unsurlarının uyum içinde bir arada olduğu bir bütün çıkıyor. Duane Jones’un güçlü ve yalın bir performans sunduğu ve Amerikan sinemasında siyah bir karakterin hikâyenin kahramanı olduğu ilk örneklerden biri olan yapıta önemli bir katkı sunduğu filmin diğer oyuncuları onun gerisinde kalmış görünüyorlar ve esere bu açıdan çok sağlam bir değer katmıyorlar; ne var ki bu da filmin “ucuz”luğu ile uyumlu kesinlikle. Sonuçta film bir Roger Corman ucuzluğu ile ana akım arasında ve kendine özel bir yerde duruyor.

Duan Jones’un karakteri soğukkanlılığı, becerileri ve zekâsı ile bir siyah karakter için Amerikan sinemasında o tarihlerde benzeri çok az görünen bir örnek kuşkusuz. Evdeki beyaz aile babası karakterinin tipik bir Amerikan sağcılığının/muhafazakârlığının uzantısı olduğunu düşünebiliriz bireysel çıkarını öne çıkaran ve dayanışmadan uzak duran tavrını dikkate alırsak. Eşinin “Birlikte yaşamaktan hoşlanmayabiliriz ama birlikte ölmek hiçbir şeyi çözmez” cümlesi ise -eğer bir politik/toplumsal okuma arzusu duyuyorsak- beyaz ve siyahların birlikte yaşamalarının zorunluluğuna bir gönderme olarak görülebilir. Öykünün siyah kahramanının etkileyici finalde fotoğraf kareleri ile gösterilen akıbeti ise, ABD’de ırkçıların, örneğin Ku Klux Klan örgütünün siyahlara uyguladığı vahşeti hatırlatıyor; bu seçimle özellikle bu amaçlanmış olmasa da, zombilerin tümünün beyaz ve başına feci bir son gelenin siyah olması bunu çağrıştırıyor kesinlikle.

Birkaç dakika içinde yakılmayan tüm cesetlerin zombiye dönüştüğü filmde, evin üst katındaki cesedin bu akıbetten neden muaf olduğunun açıklanmadığı filmin esin kaynakları arasında, üç kez sinemaya uyarlanan 1954 tarihli Richard Matheson romanı “I am Legend” ve Herk Harvey’in 1962 tarihli filmi “Carnival of Souls” da var. Bütçesini defalarca katlayan gişe gelirinden, dağıtımcılarla yaptığı kötü anlaşmalar nedeni ile pek kazançlı çıkamayan ve, oyuncu ve teknik kadronun çoğunda arkadaşlarını, yakınlarını ve amatörleri kullanan Romero korku türüne yeni bir soluk kazandırdı bu yapıtı ile ve günümüzde hâlâ süren ve onun etkilerini taşıyan zombie filmlerinin de öncüsü oldu bir bakıma. Başta bir korku komedisi olarak yazmışlar hikâyeyi Russo ile birlikte ama son hâlinde daha çok Russo’nun imzası olan senaryo oyunculara bol bol doğaçlama imkânı vermiş söylenenlere göre ki diyalogların bir kısmının “ucuz”luğunu da açıklıyor bu durum. Gösterime ilk çıktığında The New York Times’ın ünlü yazarı Vincent Canby’nin “aptalca”, “çöp” gibi sözcüklerle sert bir biçimde eleştirmesi gibi oldukça olumsuz eleştiriler alan film bugün örneğin Total Film tarafından tüm zamanların en iyi 100 filminden biri olarak kabul edilirken, Canby’nin gazetesine göre de en iyi 1000 filmden biri.

Politik gönderme örneklerine ek olarak, açılıştaki mezarlık sahnesinde özellikle görüntüye alınan Amerikan bayraklarını da anmak gerekiyor. Resmi bilgilere göre toplamda yaklaşık 60 Bin Amerikan askerinin hayatını kaybettiği Vietnam Savaşı’nın en kanlı günlerine denk gelen filmin orada ölenleri anmak ve savaşa eleştiri getirmek amacını güttüğünü düşünebiliriz bu görüntü ile. Eve sığınan bir beyaz kadının, eğer kendisi gibi beyaz olsaydı derhal bir kurtarıcı olarak göreceği siyah adama uzun süre kuşku ile yaklaşmasını, küçük kızın ailesine yaptıklarını ve siyah kahramanın sonunu getirenin tipik bir “redneck” olmasını da ekleyebiliriz bu örneklere.

Bu filmi ilk kez görecek seyircilere, özellikle de gençlere yeterince orijinal görünmeyebilir seyrettiği ama unutulmamalı ki onlara tanıdık gelen her ne varsa, hemen tümü sinema perdesinde ilk kez bu filmde hayat buldu en olgun halleri ile. Özetlemek gerekirse, sinemanın kült sözcüğünü en çok hak edenlerinden biri olan ve onlarca başka örneğe ilham veren bu yapıt her sinemaseverin, özellikle de korku türünün meraklılarının olmazsa olmazları arasına girecek önemde.

(“Yaşayan Ölülerin Gecesi”)

Les Demoiselles de Rochefort – Jacques Demy (1967)

“Seninki gibi büyük bir tutku için Paris çok küçük bir yer”

Yaşadıkları Rochefort’u terk ederek, şöhret ve aşkı bulmak üzere Paris’e gitmeyi düşleyen ikiz kız kardeşlerin şehirlerindeki son hafta sonunda bir karnavalda yaşananların hikâyesi.

Jacques Demy’nin senaryosunu yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Yönetmenin “romantik üçleme” adı altında toplanan filmlerinin sonuncusu olan film (Diğerleri 1961 tarihli “Lola” ve 1964 yapımı “Les Parapluies de Cherbourg” (Şerburg Şemsiyeleri)) Michel Legrand’ın etkileyici şarkıları ile güçlenen, sağlam kadrosundan önemli bir destek alan bir çalışma ve Amerikan müzikallerinden esinlenen bölümleri olsa da bir Fransız yapımı olduğunu hep hatırlatması ile de dikkat çekiyor. Güneşli bir deniz kıyısında geçmesi ile uyumlu olarak, bir yaz aşkının hafifliğini taşıyan film bir müzikal için “kompleks” görünebilecek hikâyesinin kurgusunun ustalıkla halledilmesi ve üçlemenin diğer filmlerine ve başka sinemasal ögelere göndermeleri ile ayrıca ilgi çekebilir.

Demy’nin filmini sağlam ve eğlenceli bir müzikal ve bir klasik yapan birden fazla unsuru var; bunlardan belki de ilk anılması gerekeni zengin kadrosu: İkizleri canlandıran ve gerçek hayatta da -ikiz olmasalar da- kardeş olan Catherine Deneuve ve Françoise Dorléac’ın (25 yaşında bir trafik kazasında hayatını kaybetti Dorléac) yanında Amerikalı oyuncular George Chakiris ve Grover Dale (Panayır için kasabaya gelen Etienne ve Bill rolündeler), bir başka Amerikalı sanatçı Gene Kelly (müzisyen Andy Miller rolünde), Jacques Perrin (ressam ve şair olma heveslisi Maxence), Michel Piccoli (müzik dükkanı sahibi Simon Dame) ve Danielle Darrieux (kızların annesi). Darrieux dışındakiler şarkıları kendileri söylememişler ama filme kattıkları değeri -seyircinin gözü ile bakınca- azaltmıyor bu durum. Bu kadroyu çoğunlukla meydan, sokak ve köprü gibi dış mekânlarda bir araya getiren film stüdyolarda oluşturulan sahnelerin kısıtlarından kurtarmış karakterlerini ve onları daha gerçek kılmış böylece. Amerikalı yıldızların varlığı ise filme -gişe açısından Amerika’da beklenen sonuç elde edilememiş olsa da- uluslararası bir hava ve Amerikan müzikallerinin tadını kazandırmış. “West Side Story”deki (Batı Yakasının Hikâyesi) Köpek Balıkları çetesinin lideri olarak müzikallerin tarihinde kalıcı bir yer kazanan Chakiris ve Holyywood müzikallerinin usta ismi Gene Kelly Amerikan klasiklerindeki oyunculuklarını ve danslarını taşımışlar hikâyeye ve filme önemli bir keyif katmışlar. Kelly’nin adeta “Rochefort’da Bir Amerikalı”yı oynadığına tanık olmamızı sağlayan film sadece bu açıdan bile önem taşıyor.

Doğrudan veya üstteki örnekler gibi dolaylı pek çok göndermesi var filmin meraklısının ilgisini çekecek; örneğin Deneuve ve Dorléac “Chanson d’un Jour d’été” adlı şarkıyı kırmızı kıyafetler içinde seslendirirken Marilyn Monroe ve Jane Russell’ın “Gentlemen Prefer Blondes” (Erkekler Sarışınları Sever) filminde “A Little Girl From Little Rock”ı seslendirdikleri sahneye açık bir selam gönderiyorlar. Kelly’nin Dorleac ile ilk karşılaştığı sahnedeki çekici dansı ise koreografisi ile yine kendisinin oynadığı bir başka başyapıt olan Vincente Minnelli filmi “An American in Paris”ten (Paris’te Bir Amerikalı) taşınmış filme. Böylece Demy hayranı olduğu iki filmi (Robert Wise ve Jerome Robbins başyapıtı “West Side Story” (özellikle koreografisi ile) ve “An American in Paris”) yeniden yaratmış bir bakıma ve ABD’de olmasa bile, Fransa’da seyirciden büyük bir ilgi gören bir sonuç elde etmiş. Karakterlerden birinin ünlü bestecilerin isimlerini sıralarken Legrand’ın adını da anması, bir karakterin Etienne ve Billy’e “Jules ve Jim” (Truffaut’nun bizde Unutulmayan Sevgili adı ile gösterilen başyapıtı) diye seslenmesi, yine aynı iki adamın ilk kez Cherbourg’da bir barın önünde tanışmış olmaları ve bir cinayete kurban giden kadın sanatçının adının “Lola” olması gibi diğer göndermelerin yanında, Demy’nin eşi ve ünlü sinemacı Agnès Varda da bir sahnede rahibe olarak çıkıyor karşımıza.

Demy’nin müzikali sadece Legrand’ın müzikleri ile değil, Norman Maen’in koreograsini yaptığı dansları ile de dikkat çekiyor. Açılışta yer alan ve bir “transporter köprü”nün mekânı olduğu sahneden başlayarak tıpkı “West Side Story” gibi çoğunlukla sokakları mekân edinen film Maen’in modern havalı korografisinden bolca yararlanıyor ve seyirci olarak bize epey keyif sağlıyor. Elbette Kelly ve Chakiris profesyonel tecrübeleri ile dans açısından öne çıkıyorlar ama Deneuve gibi bir yıldızın da aralarında olduğu ünlü isimlerin dansları da oldukça başarılı ve usta oyunculukları ile birleştirerek bu becerilerini, filmin önemli birer eğlence kaynağı oluyorlar. Legrand’ın Oscar’a aday gösterilen ve caz havaları da olan müzikleri ise rahatlıkla hak ediyor mükemmel tanımını. Bu usta müzisyenin sözlerini Jacques Demy’nin yazdığı şarkıları, başta “Chanson de Maxence” olmak üzere çok çekici ve enstrümantal bölümler de aynı derecede büyüleyici havalara sahipler. Bu görsel ve işitsel unsurlara, başta ikizlerin kıyafetleri olmak üzere, Marie-Claude Fouquet ve Jacqueline Moreau imzalı tüm kostümleri ve tıpkı kostümler gibi canlı renkleri ile 1960’ları güçlü bir nostalji ile karşımıza getiren set ve dekorlarını da eklememiz gerekiyor.

Bir hayaller ve hayal kırıklıkları hikâyesi seyrettiğimiz ve elbette bir (aslında birden fazla) aşk öyküsü de aynı zamanda. Hikâyede bir cinayetin, üstelik de vahşi bir cinayetin yer alması ve görüntüye sık sık askerlerin girmesi seyrettiğimize tedirgin bir hava da katıyor. Ne var ki bu tedirginliği zarif bir biçimde dengeleyen ve panayır bölümünde -gösterilerin güzelliğine rağmen- bir parça düşse de temposu gayet doğru ayarlanmış görünen film, kostümlerinin canlı ve parlak renklerinin sıcak enerjisini yakalıyor hemen hep. “Kısacası, sizinle yatmak istiyoruz” gibi diyalogların Fransız havasını desteklediği film hayatımızın tesadüflere ne kadar bağlı olduğunu da gösteriyor çok karakterli hikâyesi ile. Bu hikâyenin komedi ve dramı, lirizmi ve hatta küçük bir gerilimi birlikte ve doğallığını yitirmeden içerebilmesi ise Demy’nin başarısının bir başka göstergesi.

Klasik müzikallerin “konuşmalar – şarkı (ve dans) – konuşmalar – şarkı (ve dans)…” sırasında bir küçük ama önemli farklılık da yaratmış Demy. Konuşmalı bölümlerin pek çoğunda ilgili sahnenin ana karakterleri değil ama, örneğin o sırada sokaktan geçenleri bir müzikalin lirizmini hatırlatacak şekilde dans ederken gösteriyor film bize; bu da filmin hemen her sahnesinin bir müzikal havasında olmasını sağlamış ve klasik dizilimi kırmış farklılık yaratacak şekilde. Gayriresmi üçlemenin bir önceki filmine hüzün hâkimdi bir bakıma, burada ise finalinin de altını çizdiği gibi, tüm o parlak renklerin ve güneşli sahnelerin yarattığı bir sıcaklık ve coşku öne çıkıyor ve ortaya mutlaka görülmesi gerekli bir film çıkıyor.

(“The Young Girls of Rochefort” – “Tatlı Günler”)

Slaughterhouse-Five – George Roy Hill (1972)

“Zamandan koptum. Yaşamımın farklı dönemleri arasında ileri geri sıçrıyorum ve kontrol bende değil”

Zamanda kontrolsüz bir şekilde seyahat ederek yaşamının farklı dönemleri arasında gidip gelen bir adamın hikâyesi.

Kurt Vonnegut Jr.’ın 1969 tarihli “Slaughterhouse-Five” (Mezbaha 5) adlı romanından uyarlanan, senaryosunu Stephen Geller’ın yazdığı ve yönetmenliğini George Roy Hill’in yaptığı bir ABD filmi. Yarı-otobiyografik bir bilim kurgu romanı olan ve savaş karşıtı edebiyatın en önemli eserlerinden biri olarak kabul edilen kitaptan yapılan uyarlama Cannes’da Jüri Ödülü’nü kazanıp, Vonnegut’un da takdirlerini almış ama gişede hayal kırıklığı yaratmıştı. Seyirciden beklenen ilgiyi görmemesi, herhalde ortalama bir Amerikan seyircisi için bir parça fazla sembolik ve karmaşık olması ile açıklanabilecek olan yapıt, açıkçası romanın edebî gücünün hak ettiği sinemasal karşılığını yaratamamış ve zamanlar arasında gidip gelmesinin hikâyeyi bir yerinden yakalamayı zorlaştırmasına tam anlamı ile engel olamamış ama da yine de kesinlikle ilginç bir çalışma. İlk sinema filminde başroldeki Michael Sacks’ın duygularını yansıtmaktan özellikle uzak duran ilginç oyunculuğu ile zenginleşen film, romandan beyazperdeye taşıdığı temaları ve İkinci Dünya Savaşı sırasında Dresden’de neden olduğu yıkımlar ve sivil kayıplar yüzünden bugün hâlâ tartışılan hava saldırılarını ana konularından biri yapması ile önemli bir sinema eseri.

Yönetmen George Roy Hill 1969’da “Butch Cassidy and the Sundance Kid” (Sonsuz Ölüm) ve 1973’te “The Sting” (Belalılar) ile hem eleştirmenlerin hem seyircilerin beğenisini toplamış ve bu filmlerin ilki 4, ikincisi ise aralarında En İyi Film’in de olduğu 7 dalda Oscar kazanmıştı. Hill’in bu iki popüler yapıt arasında çektiği “Slaughterhouse-Five” ise Oscar’da görmezden gelinse de Cannes’da ödül aldı. Usta görüntü yönetmeni Miroslav Ondříček’in başarılı görüntü çalışmasının sağladığı avantaja rağmen Hill burada bir başyapıt veya bir klasik ortaya koyamamış açıkçası; öyle ki romanın bir kült olmasını izah edemiyor bu görsel sonuç. Bu durum filmin ilgiyi hak etmediği ya da vasat olduğu anlamına gelmemeli ama.

Aslında tüm uyarlamalar gibi, bir başka sanat eserinden yola çıkan tüm filmlere kaynağından bağımsız da bakmak gerekiyor, hatta asıl bakış belki de bu yönde olmalı. George Roy Hill’in filmi bu bakışı (da) hak eden bir öneme sahip kesinlikle. Hikâyenin kahramanı Billy Pilgrim’in (Michael Sacks) savaş sırasında yaşadıkları Vonnegut’un kişisel tecrübeleri aslında; yazar 1943’te Amerikan Ordusu’na katılmış ve 1944 sonlarında Alman güçlerine esir düşmüş. Bu esaret sırasında tıpkı Billy gibi mezbahadan bozma bir yerde yaşamış ve savaşın en tartışmalı saldırılarından biri olan ve Dresden’de yaklaşık 25 Bin kişinin ölümü ile sonuçlanan bombardımanların neden olduğu katliama tanık olmuş. Bu bombardımanın gereksiz olduğu bugün savaşın taraflarının kimler olduğundan bağımsız bakabilen tarihçilerin çoğunluğu tarafından kabul gören bir görüş. Almanya’nın en güzel şehirlerinden biri olan ve Alman güçlerinin ciddi bir şekilde savunmadığı şehrin yoğun bombardımana tabi tutulması Vonnegut’un savaş karşıtı romanının bu tanımlamayı en tartışılmaz şekilde hak eden eserlerden biri olmasını sağlayan bir içeriğe yol açmış. Hill’in filmi bir şehrin acımasızca yok edilmesini (şehir merkezinin %90’ı yok olmuş) yalın ama güçlü sahnelerle karşımıza getiriyor, yaşananların insanî boyutunu öne çıkararak. Billy Pilgrim’in hayatının farklı dönemleri arasında gidip gelen hikâyesinin önemli bir kısmı da savaş sırasında geçiyor ve farklı karakterler üzerinden militarizmi, faşizmi (bu açıdan Nazilerden çok, komünizme karşı onları bir müttefik olarak gören ve özellikle bir karikatür gibi çizilmiş Amerikalı subay dikkat çekiyor) ve savaşın neden olduğu travmaları ince bir şekilde ele alıyor film. “… çünkü savaş gereksiz bir aşağılanmadan ibarettir” sözünü duyduğumuz hikâye bu aşağılanmaya karşı onurunu korumanın güçlüğünü gösteriyor bize.

Farklı zamanlar arasında ani bir şekilde ileri geri atlayan filmin sahnelerinin kurgusu da hayli başarılı; Hollywood’un pek çok klasiğinde imzası bulunan Dede Allen’ın çalışması filme önemli bir katkı sağlamış kesinlikle. Ünlü piyanist Bach’ın farklı konçertolarını yorumlayan Glenn Gould’un müzik çalışması da benzer bir önem sahip. Bach’ın klasiklerinin gücü hikâyeye özellikle savaşın ezelî ve galiba ebedî varlığını hissettiren bir kalıcılık sağlıyor ve seyir zevkini artırıyor. İşte bu etkileyici kurgu ve müziklerin desteklediği hikâye Vonnegut’un farklı romanlarında karşımıza çıkan Tralfamadore adındaki gezegendeki sahneler üzerinden felsefeye de uzanıyor. Tüm zamanlarda aynı anda var olabilen ve bu nedenle geleceğe de hâkim olan varlıkların yer aldığı gezegendeki anlayış (hayatın rastgele ve güzel bir şekilde sıralanmış anlardan oluşması; gelecek ve geçmiş diye bir şeyin olmadığı ve hayatın sadece anlardan ibaret olması; iyi anlara odaklanıp, kötü olanları görmezden gelmek gerektiği) Billy’in işleneceğini bildiği cinayeti umursamamasını sağlıyor. Komediye de göz kırpan hikâyeye hâkim olan duygunun kötümserlik olmasının bir nedeni de bu felsefe aslında; kader karşısında bir nevî pasifizme işaret eden felsefe gezegendeki bir sesin dile getirdiği gibi “özgür irade tüm evrende sadece dünyada adı geçen bir şey”dir düşüncesine de sahip. Özgür iradenin dünyayı getirdiği nokta ise filmde önemli bir yer tutan savaşın da gösterdiği gibi hiç de savunulabilir değildir. Burada hikâye özgür iradeye karşı bir tutum almıyor; aksine özgür iradenin önemini, insanların onu yanlış ve kötücül bir biçimde kullanmasının sonuçları üzerinden gösteriyor.

Billy’i Almanlara esir düştüğü andan itibaren hep yakası kürklü bir kadın paltosu ve bir süre sonra da gümüş renkli çizmeler içinde gösteren ve o ortamın erilliğine aykırı bir görüntü yaratan filmin ABD dışındaki çekimleri Prag’da gerçekleştirilmiş. Bu savaş sahneleri bir militarizm eleştirisinin aracı olurken, Billy’nin Amerika’da geçen savaş sonrası sahneleri Amerikan usulü yaşamla dalga geçiyor sık sık ve bir düzen eleştirisi içeriyor bir bakıma. Bu bölümler filmin kara komediye yaklaşan mizahının da en etkileyici anlarını oluşturuyor. Örneğin kocasının içinde olduğu uçağın düştüğünü öğrenen kadının arabası ile trafikte neden oldukları ve kendi akıbeti oldukça çekici anları seyircinin karşısına peş peşe çıkarıyor. Travmalar, elektroşok tedavi gibi unsurlar üzerinden ruhsal rahatsızlıkları da sık sık gündemine alan hikâyenin kahramanı Billy’i canlandıran Michael Sacks bu ilk oyunculuğunda kariyerinin tek başrolünü oynamış ve toplam yedi sinema film ve yedi televizyon yapımından sonra 1984’te oyunculuğu bırakarak üniversitede aldığı bilgi işlem eğitimi üzerine kurmuş kariyerini. Burada zor bir rolün altından, özellikle de karakterinin orta ve ileri yaşlarında daha da etkileyici olan bir performansla başarı ile kalkmış. Henry Bumstead’in set tasarımlarının da dikkat çektiği film kaynak romanın ruhunu tam anlamı ile beyazperdeye taşıyamasa da, ilginç bir çalışma olarak görülmeyi hak ediyor son bir söz söylemek gerekirse.

Die Sehnsucht der Veronika Voss – Rainer Werner Fassbinder (1982)

“Görüyorsun, beni kandıramazsın. Sana bir şey söyleyeyim; benimle Veronika Voss olduğumu, ne kadar meşhur olduğumu bilmeden ilgilenen birinin olması çok güzeldi. Kendimi yeniden bir insan gibi hissettim. Bir insan gibi!”

Eski ününü yitirmiş ve morfin bağımlılığı olan bir sinema oyuncusu ve onun hayatına giren bir spor muhabirinin hikâyesi.

Nazi döneminde iktidarla resmî bir ilişkisi olmasa da, bir yıldız oyuncu olarak filmlerde oynamaya devam etmesinin bedelini savaştan sonra ününü yitirerek ve rol bulmakta zorlanarak ödeyen Alman sinema oyuncusu Sybille Schmitz’in hayatından esinlenen senaryosunu Rainer Werner Fassbinder, Pea Fröhlich ve Peter Märthesheimer’in yazdığı, yönetmenliğini Fassbinder’in yaptığı bir (Batı) Alman filmi. Yönetmenin 1982’de ve 37 yaşındayken aşırı dozdan hayatını kaybetmeden önce çektiği, sondan bir önceki eseri olan çalışma onun “BRD Üçlemesi” olarak tanımlanan filmlerinden biri (Diğerleri 1979 yapımı “Die Ehe der Maria Braun“ (Maria Braun’un Evliliği) ve 1981 tarihli “Lola”) ve Berlin’de Altın Ayı’yı kazanmıştı. Üçlemenin diğer filmleri gibi, 2. Dünya Savaşı sonrasındaki Almanya’yı bir kadın karakter üzerinden anlatan film kontrastı yüksek siyah-beyaz görüntüleri, Billy Wilder’ın “Sunset Boulevard”ını (Sunset Bulvarı, 1950) da hatırlatan hikâyesi, başrollerdeki Rosel Zech ve Hilma Thate’nin oyunculukları, Alman Dışavurumculuğu’na göz kırpan estetik anlayışı ve yönetmenin ustası olduğu melodramatik havası ile çok önemli bir yapıt.

Fassbinder’in BRD Üçlemesi, adını Almanya’nın resmî adı olan Bundesrepublik Deutschland’dan alıyor ve ilgili filmler savaş sonrasındaki Almanya’yı birer kadın karakter üzerinden anlatıyor. 1955’de geçen bu hikâyede ise Sybille Schmitz’in hayatından esinlenmiş Fassbinder. Sinema salonunda bir filmi hüzünlü, adeta acı çekerek ve sonra da gözlerini kapayarak izleyen bir kadının görüntüsü ile açılıyor film (hemen arka sırada oturan seyirci rolünde Fassbinder’in kendisi var); “Sinsi Zehir” adındaki bu filmde bağımlısı olduğu uyuşturucuyu alabilmek için her şeyi kabul etmeye razı olan bir kadını görüyoruz. Seyirci kadın bu filmdeki yıldızın ta kendisidir; kadın sinema salonunu terk ederken o sahnenin çekimine atlıyor film. Veronika Voss (Rosel Zech) o tarihlerde ünlü bir yıldızdır ve kocasının yazdığı senaryolarla çekilen filmlerle büyük bir başarı kazanmıştır. Geçmişi parlak olan kadının bugünü ise çok farklıdır; uyuşturucu bağımlısıdır ve küçük roller bile bulamamaktadır sinemada. Yağmurlu bir gecede onu şemsiyesi altına çağıran bir adamla (Hilma Thate) tanışır ve gazeteci olan adam kadının hayatının parçası olur engel olamadığı bir şekilde.

Hikâyenin Nazi dönemine göndermelerinden birinde Veronika Voss’un, kendisi ret etse de, Nazi döneminin propagandadan sorumlu politikacısı Goebbels ile yakın ilişkileri olduğunu söylüyor karakterlerden biri. Yönetmenin kendisinin de uyuşturucu sorunu yaşadığı dönemde çektiği bu hikâye, geçmiş “parlak” günlerini arayan ve şimdi çöküş ve yozlaşma ile karşı karşıya kalan bir karakter üzerinden Almanya’yı anlatan politik bir içeriğe sahip. 1930’lardaki güçlü ve görkemli Almanya’nın 1950’lerde ayağa kalkmaya çalışan bir ülkeye dönüştüğünü düşünürsek, Veronika’nın bir bakıma Almanya’nın kendisini işaret ettiğini söyleyebiliriz rahatlıkla. Hikâyedeki yaşlı Yahudi çift ise daha doğrudan bir referans; kolunda toplama kampındaki günlerinden kalma bir damga olan yaşlı adam ve eşinin geçmişteki travmalarına karşı koyabilmek için sığındıklarının Veronika’nın seçiminden bir farkı yok. Aslında bu politik boyutu bir kenara bırakılarak da izlenebilecek bir öykü anlatıyor Fassbinder; 1950’lerde Hollywood’da çektiği melodramlarla bilinen Alman yönetmen Douglas Sirk’ün filmlerini hatırlatan yalın, net ve doğrudan bir anlatım benimseyerek.

Fassbinder, Sirk’ün ve melodramlarının hayranıydı ve onun üzerine yazılar yazdığı gibi, yapıtlarının hak ettiğini düşündüğü ilgiyi görmesi için de epey çaba harcamıştı. Burada anlattığı da evet, bir melodram ama Fassbinder’in estetik anlayışı ile modernleştirdiği türden bir melodram. Bu estetik anlayışın temel taşlarından biri görüntü yönetmeni Xaver Schwarzenberger ve Fassbinder’in güçlü siyah-beyaz çalışması. Ara tonları neredeyse tamamen yok eden ve siyah ile beyaz arasındaki kontrastı en üst düzeye çıkaran bu çalışma, örneğin doktorun muayenehanesindeki göz alan aşırı beyazlıkta güçlü bir biçimde gösteriyor kendisini. Lütfi Akad’ın otobiyografisinin adını “Işıkla Karanlık Arasında” koyması gibi, Veronika da “Işık ve gölge sinemanın iki sırrıdır” diyor bir sahnede. Bir diğerinde ise, Veronika’dan ve onun gibi sinema yıldızlarından bahsedilirken, “Eskiden ışık altındaydılar, şimdiyse karanlıkta” cümlesi kuruluyor. Filmin görsel yanına da çok uygun bu ifadeler; tıpkı Veronika’nın aydınlık günleri ile karanlık günleri arasındaki derin farklılık gibi, filmin görsel çalışması da ışıkla karanlığın zıtlığından ustaca yararlanıyor. Siyah-beyazın doğal olarak çok daha net bir şekilde ortaya çıkardığı bu zıtlığı zaman zaman dışavurumcu denebilecek bir kamera çalışması ile de desteklemiş Fassbinder. Kameranın birden eğik açıya geçtiği tramvay sahnesinin bir örneği bu yaklaşımın ve doktorun kliniğindeki tüm sahnelerde de kendisini gösteriyor. Seyrettiğimiz öykünün gerilimini artıran ve suç unsurlarının etkisini daha iyi hissettiren bir tercih olmuş bu ve hikâyenin içeriği ile doğal bir şekilde örtüşmüş.

Fassbinder çevresini ve yakınlarını filmlerinde oyuncu olarak kullanması ile de bilinen bir isim; burada da annesi Liselotte Pempeit (mücevhercideki yönetici kadın), arkadaşı ve filmin kurgusunu da üstlenen Juliane Lorenz (sekreter) ve yönetmenin gönül ilişkisinin de olduğu Günther Kaufmann da (doktorun kliniğindeki Amerikalı asker) yer almışlar hikâyede. Kaufmann’ın BRD üçlemesinin tüm filmlerinin de dahil olduğu toplam on dört yapıtta irili ufaklı rollerde yer almasının da gösterdiği gibi “aile içi”nde çalışmayı tercih eden bir isimdi Fassbinder ve hemen hepsi ile olan ilişkisinde (ve çoğunlukla kendisinden kaynaklanan) sorunlar yaşasa da, sevdiklerini yanında tutmak için yoğun bir çaba harcamış hep. Bu filimin hikâyesine giden yolu açan, Sybille Schmitz’in hayatı hakkındaki bir makaleye yönetmenin dikkatini çeken ve hayatındaki son kadın olan Juliane Lorenz olmuş örneğin ve Lorenz sinemacının ölümünden sonra da, adına kurulan vakfın yöneticisi olmuş. Film için melodramlara yakışır bir çalışma yapan ve Hollywood’un kendisini hep hissettiren film müziklerini çağrıştıran notaları ile doğru (ve biraz da ürküten) bir seçim yapmış görünen besteci Peer Raben’in de Fassbinder ile kısa süreli bir aşk yaşadığını hatırlatalım bu arada, filmi neden yönetmenin diğer yapıtları gibi bir “aile içi” eser olarak niteleyebileceğimizin bir başka açıklaması olarak.

Raben’in müzikleri dışında ilginç şarkı seçimleri de var filmin; herhalde hikâyenin geçtiği tarihte ülkedeki yoğun Amerikan askerî varlığına gönderme olarak country türü müziğin pek çok şarkısı hikâye boyunca kulaklarımıza geliyor: Johnny Horton’dan “The Battle of New Orleans”, Sanford Clark’dan “Run Boy Run”, Berlin Ramblers’dan “High on a Hilltop” ve Tennessee Ernie Ford’dan “Sixteen Tons”. Filmin şarkılar açısından en güçlü unsuru ise Rosel Zech’in bir ev partisinde Dean Martin klasiği “Memories Are Made of This”i seslendirdiği sahne. Şarkıyı Marlene Dietrich’i hatırlatan bir şekilde yorumlayan sanatçı bu sahnede gerçek bir yıldız ışıltısı ile (hem Veronika Voss hem kendisi olarak) parlıyor adeta. Pek çok sahnede cam yüzeylerden, mücevherlerden ve ışık kaynaklarından yansıyan/çıkan ışın demetleri gibi Zech de göz alıyor bu bölümde.

Hikâyede net bir şekilde hangisinin diğerine yol açtığı söylenmiyor; bağımlılık mı kariyerini mahvetmiştir Veronika’nın, yoksa kariyerindeki çöküş mü onu bağımlılığa giden yola taşımıştır? İkincisinin ihtimali daha yüksek görünse de, her iki yoruma da açık bir hikâye bu ama kendisi de uyuşturucu kullanan Fassbinder’in bu tür maddeleri kullanmanın kendisine değil, bir çöküşe odaklandığı açık. Servetini, ününü ve onurunu yitiren ve her tür istismara açık bir duruma düşen bir yıldızın çöküşü bu anlatılan. Gerçek bir karakterden esinlenerek yaratılan psikiyatristin farklı boyutlardaki istismarına açık olan kadının hikâyesi, gazetecinin kadınla ilgili araştırmasının açığa çıkardıkları ile savaş sonrası Almanyası’nın Nazi geçmişini ortaya koymanın sembolü olarak görülebilir bir bakıma. Gazeteci karakterinin sıradanlığı ise, bir bakıma ülkenin takınması gereken tavrının sembolü oluyor: Geçmişin kibirli görkemine karşılık, doğal olanı işaret ediyor sanki Fassbinder bu karakter ile.

Fassbinder’in en başarılı filmlerinden biri olan “Veronika Voss’un Tutkusu” görsel estetiği hiç ihmal etmemesi ile önemli olan, sorunlu/sorumlu bir sinemacının politik olanı hikâyesine ustaca yerleştirdiği ve melodramın bazen nasıl etkileyici olabileceğini hatırlatan önemli bir yapıt özetle.

(“Veronika Voss” – “Veronika Voss’un Tutkusu”)