Kış Uykusu – Nuri Bilge Ceylan (2014)

“Yardımseverlik aç köpeğin önüne kemik atmak değildir, en az onun kadar aç olduğunda kemiğini onunla paylaşmaktır”

Kapadokya’da bir otel işleten ve babasından kalan mülklerin kirası sayesinde zengin bir adam olan eski bir tiyatro oyuncusunun, ailesinin içindeki ve kiracıları ile olan sorunlar ile yüzleşmesinin hikâyesi.

Senaryosunu Nuri Bilge Ceylan ve Ebru Ceylan’ın yazdığı, yönetmenliğini Nuri Bilge Ceylan’ın yaptığı bir Türkiye, Fransa ve Almanya ortak yapımı. 2014 yılında Cannes’da kazandığı Altın Palmiye’nin yanında daha başka pek çok ödülün de sahibi ve adayı olan film modern sinemanın başyapıtlarından biri. Anton Çehov’un kısa hikâyelerinden ve Dostoyesvki’nin farklı eserlerinden esinlenen hikâyesini çok sağlam diyaloglar, parlak oyunculuklar ve yönetmenin eski filmlerine kıyasla bir parça geride duran ama hikâyeyi belki bu nedenle çok daha iyi destekleyen görüntü çalışması ile anlatan bu yapıt, sinemamızın en önemli filmlerinden biri kuşkusuz. Esin kaynakları, görselliği ve özellikle baş karakteri ile bir “Slav hüznü” atmosferine sahip olan çalışma sinemada yaratılan en edebî eserlerden biri olmanın yanı sıra, bu edebî havayı çok başarılı bir sinema havası içinde oluşturabilmiş olması ile de takdiri hak ediyor.

Sadece Çehov ve Dostoyevski esinlenmeleri değil filme bir Slav havası katan; kar altındaki Kapadokya görüntüsünden baş karakterinin tüm hikâye boyunca siyah bir palto içinde gezinmesine Rus sanatçı Ilya Glazunov’un Dostoyesvski’nin “Netochka Nezvanova” adlı romanı için çizdiği resimden esinlenen afişinden geniş ve ıssız alanlarda yaşanan ve dile getirilen varoluşsal sorunlara film bir Rus edebiyat klasiğinden uyarlanmış havasına sahip ve bunu tüm hikâyesi boyunca koruyor. Hikâyedeki yoksullar ve zenginler arasındaki ilişkiler ve gerilimler ile tüm karakterler ve sınıflar arasında hissedilen güç çatışması da benzer bir biçimde Rus Devrimi öncesindeki havayı hatırlatıyor zaman zaman. Anadolu’nun göbeğinde geçen bir Rus hikâyesi demek doğru değil elbette Ceylan’ın bu filmine ama o atmosferin -bilinçli olarak- seçildiği açık. Hikâyenin ana karakteri olan Aydın’ın (Bu isim eğer Aydın’ın bir aydın olarak konumlandırıldığının bir sembolü olarak seçilmişse, gereksiz ve kaba bir sembolizm olmuş) sırtından hiç çıkarmadığı siyah paltosu ve onu canlandıran Haluk Bilginer’in yüzüne ve sesine sık sık sinen bir kırgınlık, bezginlik ve hüznü ile melankolik bir Slav edebî karakteri olarak düşündüldüğünü söylemek hiç yanıltıcı olmasa gerek ama.

Babasından miras kalan mülklerin kira gelirleri ve işlettiği otelden kazandığı para ile geçinen, hali vakti yerinde bir adam Aydın; Türkiye’nin tiyatro tarihi üzerine bir kitap yazmayı planlayan, yerel gazetede haftada bir köşe yazısı yazan ve 25 yıllık bir tiyatro oyunculuğu geçmişi olan bir entelektüel. Otelde onunla birlikte kendisinden genç olan eşi ve eşinden yeni boşanan kız kardeşi de yaşamaktadır. Hikâye ilerledikçe bu üç ana karakter arasındaki gerilimler, her birinin kendi kırgınlıkları, pişmanlıkları ve yaşadıkları mutsuzluklar birer birer ortaya çıkmaya başlayacak ve film Anadolu’da bir yalnızlık ve çekişme hikâyesine dönüşecektir. Nuri Bilge Ceylan filmini kariyerinde daha önce olmadığı ölçüde diyaloglar üzerine kurmuş bu kez. Gerek ikili gerek daha kalabalık gruplar arasında geçen diyalogların sağlamlığı ve gerçekçiliği oyuncuların da katkısı ile filmin üzerine inşa edildiği temel unsur olmuş görünüyor. Bu diyalogların olduğu her bir sahne kendi içinde sağlam bir küçük hikâye veya vurucu bir kısa tiyatro oyunu havası taşıyor ve Ceylan sinema duygusunu hiç yitirmeden ama gereksiz görsel oyunlara da hiç başvurmadan tüm bu bölümleri çekici kılmayı başarıyor.

2006 tarihli “İklimler”den (Ceylan’ın filmografisinin tek vasat örneği) bu yana yönetmenle çalışan Gökhan Tiryaki’nin görüntüleri filmin en önemli artılarından biri. İç çekimlerde sık sık bir sıkışıklık hissi veren ve loş mekânları karşımıza getiren Tiryaki ve Ceylan ikilisi, dış çekimlerde parlak ışığı ve geniş (ve boş) alanları tercih ederek tam bir ustalık örneği sergilemişler görsellik açısından. Aydın’ın çalışma odasındaki “entelektüel yoğunluk” (başta tiyatro olmak üzere sanatla ilgili tüm objelerin yarattığı bir yoğunluk bu temel olarak) otel ve Aydın’ın yaşam alanı dışındaki hayatın boşluğu ile etkileyici bir zıtlık görüntüsü ile sergilenmiş oluyor böylelikle. Uzun planlardan çekinmemiş Ceylan ama -özel bir çaba harcamamış gibi görünse de- filmini bir tiyatro havasından uzak tutmuş. Uzun diyaloglarına rağmen filmin saf bir sinema örneği olabilmesi kuşkusuz o harcanmamış görünen çabanın aksine; her bir karenin, kamera açısının ve sözcüğün özenle düşünülmüş olması. Aydın’ı oynayan Haluk Bilginer, kız kardeşi rolündeki Demet Akbağ ve Aydın’ın eşini canlandıran Melisa Sözen’in iyi takım oyunculuklarının önemli katkısı olmuş filmin bu bölümlerinde yakalanan doğallığa. Sözen üzerine düşeni yapmış ve aksamıyor hiç ama asıl öne çıkan Bilginer ve Akbağ; ilki hikâyenin önemli bir kısmında hep görüntüde olan karakterini elle tutulacak kadar somutlaştırabilen bir performans sunuyor ve sesini çok fazla sayıda reklama vermiş olmasının neden olduğu tanıdıklığı kırıyor güçlü oyunu ile. Akbağ ise filmin en sade ve doğal performansını sunmuş ve adeta kendi yakınları ile bir ev hali konuşması bir belgesel için kayda alınmış havasını yaratarak hikâyeye önemli bir gerçekçilik sağlamış. Yan karakterlerde de çok sağlam performanslar var filmde: Tamer Levent’ten Ayberk Pekcan’a Serhat Kılıç’tan Nejat İşler’e tüm profesyonel oyuncular karakterlerini tüm boyutları ile yaratabilen, onları doğal ve gerçek kılan oyunculuklarla alkışı hak ediyorlar. Burada amatör oyunculuklara da değinmek gerek: Ceylan’ın ilk filmlerinde amatör oyuncular, örneğin kendi ailesi yer alıyordu ve hikâyenin zaten amaçladığı yalın ve naif havanın yaratılmasını da mümkün kılıyorlardı. Bu ve benzeri şekilde profesyonel kadroların ağır bastığı filmlerde ise amatör oyuncular (örneğin atçı karakterini oynayan Ekrem İlhan) tarzları ile profesyonel oyunculardan çok farklı bir yere düşüyorlar ve gerçeklik duygusunu da zedeliyorlar. Anadili Türkçe olmayan bir sinemasever bu tür oyunculukları doğru bulabilir ama amatör bir oyuncunun konuşmasındaki vurgu yanlışları rahatsız edebiliyor burada olduğu gibi.

Ceylan’ın filmi, özellikle Aydın karakteri üzerinden okunabilecek bir iktidar mücadelesi anlatıyor. Onun evdeki iki kadınla olan ilişkileri; bir yandan bulunduğu ortamın kralı gibi görünüp, diğer yandan hükümdarlığının aslında o kadar da güçlü olmadığını gösteren pek çok örnek; onun temsil ettiği zenginliğin ister ister istemez ilişki içinde olduğu yoksullar karşısındaki tedirgin gücü; yoksulların iktidara bir yandan boyun eğerken, öte yandan onu somut ya da soyut şekillerde hırpalamaya çalışması gibi pek çok farklı örneği verilebilir bu iktidar mücadelesinin. Aydın’ın kendisine yazılan bir hayran mektubunu çok önemserken, etrafındakilerin pek de aldırış etmemesi bu mektuba, onun gençliğinde kendisi için kurulan büyük hayalleri karşılayamamış olmasının neden olduğu “iktidarsızlığa” tepkisi olarak görmek mümkün. Yine bu karakterin ödenmeyen kiralar gibi konularda yüzleşmek zorunda kaldığı yoksul sınıf karşısındaki rahatsızlığı da iktidarının hiç de o denli güçlü olmadığını gösteriyor bize. Aydın’ın çok daha büyük bir kitleye erişebileceği ulusal bir mecrada değil de, bir yerel gazetede yazmayı tercih etmesini de bu yolla bir güce (ve iktidara) erişmeyi daha kolay bulmasına (bilinçli ya da bilinçsiz olarak) bağlayabiliriz.

Aydın karakterinin aracı olduğu bir diğer tema ise onun bir köşe yazısının da konusu olan “Anadolu kasabalarında estetik yoksunluğu”. Yoksulluğun hep var olduğunu ama estetik yoksunluğun başka bir şey olduğunu söylüyor Aydın ve “Zeytini tabakta yemekle, elini torbaya daldırıp yemek arasındaki fark” ile örneklendiriyor bunu. Politik düzey ile sosyal düzeyin el ele yürüdüğü ve en ufak bir estetik kaygının bile önceliksiz olduğu bir ülke için doğru bir gözlem bu kesinlikle ama film bunu mu yoksa gözlemi yapanı mı eleştiriyor, net değil. Ayrıca bu sonucun nedenleri üzerine en ufak bir sözü veya iması yok Ceylan’ın ki kendisinin politik olandan özenle hep uzak duran yaklaşımı ile de uyumlu bu tercihi. Bir aydın olarak Aydın’ın halkın günlük hayatı karşısındaki ilgisizliği ve onunla yüzleşmek zorunda kaldığında duyduğu rahatsızlık da yine ortada kalmış, daha doğrusu seyircinin yorumuna bırakılmış görünüyor. Bir din adamı olan Hamdi karakteri için pasaklı ve pişkin sıfatlarını kullanan Aydın’ın onu bir din adamı olarak örnek olması gerekirken estetik açıdan tam tersi olmakla suçlaması ve bunu konusu yapacağı köşe yazısının dinsel hassasiyetlere dokunup dokunmayacağı endişesi yaşaması da yine bir aydın ikilemi olarak görülebilir.

Hikâye Aydın’ın kız kardeşinin gündeme getirdiği “Kötülüğe karşı mücadele etmemek; kötülük yapanlara fırsat vererek, belki de pişman olmalarını sağlamak” tartışmasını da açıyor. İlginç bir tartışma konusu elbette bu; kötülüğü hep iyilikle karşılayarak o kötülüğü üretenlerin doğru olanı görmesi sağlanabilir mi ya da bu yaklaşım her durumda aynı sonucu mu verir gibi çok farklı alanlara uzanan bir sorunun cevabı kendi başına zor kuşkusuz. Ne var ki, örneğin Aydın’ın da verdiği örnekte olduğu gibi tabi olduğu iktidar tarafından ezilen bir birey ya da grup bu yolla karşısındakinin pişman olmasını sağlayabilir mi sorusunun cevabı olumlu değil kuşkusuz. Filmde bu tartışmadan hemen sonra, din adamının”Nedamet tövbe etmektir, samimi ise bize kabul etmek düşer pişmanlığı” demesi bu tartışmaya dinsel bir bakışı da ekliyor ve yine seyirciye bırakıyor yorumu.

Özür için el öpmeye zorlanan bir çocuğun bakışı, havada kalan bir el, zorlayanın pişkin samimiyetsizliği ve finali ile hayli etkileyici bir “rahatsız ediciliği” olan sahne gibi pek çok önemli anları var filmin ama birkaç problemi de var. Otelde kalan motosikletli genç adam karakterinin Aydın’ın kendisi ile ilgili birkaç sözü söylemesine ve sorgulamasına aracı olmak gibi bir amacı olsa da açıkçası hikâyede hiç yer almaması pek bir şey fark ettirmezmiş örneğin. Aydın’ın finaldeki uzun hitabının (ve özrünün) işlevi de anlaşılmıyor ve hatta filmi gereksiz bir sıradanlığa yaklaştırıyor içeriği ile. Özellikle ikili sahnelerin güçlü birer kısa film tadında olduğu film bu sahnelerde tartışılan ama çözülemeyen meseleler ve ortaya çıkan gerilimler ile seyirciyi hayli mutlu edecek bir potansiyele sahip ve Ceylan tam bir olgunluğa erişmiş görünen sinema dili ile bu potansiyeli çok iyi kullanıyor. Bazı sahnelerdeki diyalogların doğaçlama havası ve tren istasyonu girişinde karakterlerden birinin ayağının kayması gibi sanki planlanmamış görünen küçük anları ile artan gerçekçilik duygusunu çok iyi yönetiyor Ceylan ve kesinlikle doyurucu ve olgun bir film çıkarıyor ortaya.

“Gerçekten de ince bir düşünce ama bir şeyi hesaba katmamışsınız, Nihal Hanım: Karşınızdaki insanın bütün bu inceliğinizi anlayamayacak kadar pis bir sarhoş olduğu” cümlesi ile bir bakıma hikâyenin temalarının bir kısmının özeti olan -ve Dostoyevski’nin “Budala”sından esinlenen- eylemi ile sonlanan sahnesi, Aydın’ın evin dışındaki çalışma yerinin filmin adına uygun şekilde bir “kış uykusu” için ideal görünen tasarımı, çok iyi seçilmiş ve bir Anadolu hikâyesine şaşırtıcı bir uygunluğu olan Schubert’in 20 numaralı piyano sonatının kullanımı ve bir çocuğun attığı bir taş ile gerçek yüzü ortaya çıkan bir iktidar(sızlığ)ı göstermesi ile önemli bir film bu. Görülmeli.

Persona – Ingmar Bergman (1966)

“Anlamıyor muyum sanıyorsun? Bu umutsuz varoluş rüyası; görünüş değil, varoluş. Her an bilinçli, tetikte. Kendin için kim olduğunla başkaları için ne olduğun arasındaki uçurum. Baş dönmesi hissi ve sürekli olarak teşhir edilmeye, içinin görülmesine ve belki de yok edilmeye duyulan açlık. Her ses tonu ve her jest bir yalan, her gülümseme bir surat buruşturma. İntihar etmek mi? Hayır, bu senin için kaba bir şey şey; ama hareket etmeyi ret edebilirsin, konuşmayı ret edebilirsin, böylece yalan söylemek zorunda kalmazsın. Kendini tecrit edebilirsin. Böylece rol yapmana gerek kalmaz ve yanlış jestlerde bulunmazsın. Ya da en azından sen böyle düşündün. Ama gerçek şeytanîdir. Saklandığın yer su geçirmez değil. Hayat içeri sızabilir kolayca ve sen tepki vermek zorunda kalırsın. Kimse gerçek mi sahte mi, sahici mi taklit mi diye sormaz. Sadece tiyatroda bir önemi olabilir böyle şeylerin, o da belki. Neden konuşmadığını, neden hareket etmediğini, neden kendine bu cansızlıktan bir rol yarattığını anlıyorum. Anlıyorum ve seni takdir ediyorum. Bence tüketene kadar oynamalısın bu rolü, senin için ilginçliğini yitirene kadar. Ondan sonra bırakabilirsin onu, tıpkı diğer tüm rollerini birer birer bıraktığın gibi”

Bunalıma girerek birdenbire konuşmayı bırakan ünlü bir tiyatro oyuncusu ve onun bakımı ile görevlendirilen bir hemşirenin hikâyesi.

Ingmar Bergman’ın yazdığı ve yönettiği bir İsveç yapımı. Hem Bergman’ın hem sinema tarihinin en başarılı eserlerinden biri olan bu başyapıt Bibi Andersson ve Livv Ullman’ın varlıkları ile daha da değerlenen ve yönetmenin insan ruhunun derinliklerine bir kez daha sert ve teşhir edici bir bakış attığı bir çalışma. Biçimsel açıdan radikal denebilecek tercihleri olan film yönetmene özgü “karamsarlık” duygusunun iyice hâkim olduğu, kayıtsız kalınması mümkün olmayan ve her sinemaseverin mutlaka -ve birkaç kez- görmesi gereken bir klasik.

Amerikalı Susan Sontag “Persona”nın gelmiş geçmiş en iyi film olduğunu söylemiş, Rus sinemacı Andrey Tarkovksy’nin ise en sevdiği 10 filmden biri olmuş bu çalışma. Her ikisi de kadın olan bir hemşire ile hastasının doktorun önerisi üzerine yine aynı doktora ait olan deniz kenarındaki evde geçirdiği günlerde yaşananları anlatan film biri hiç konuşmayan, diğeri ise karşısında mükemmel bir dinleyici bulan ve tüm konuşmaları kendisi yapan iki insanın iç içe geçen hikâyelerini ve kişiliklerini seyircinin önüne adeta bir otopsi titizliği ve sertliğe ile çıkarıyor. Bergman’ın sadece bir sinemacı değil, aynı zamanda düşünen ve yaratan bir entelektüel olarak bizlere armağan ettiği onca mükemmel yapıttan biri de bu film ve sinemanın bir sanat olarak tartışılmaz gücünün de parlak bir örneği.

Üzerine çok yazılmış ve konuşulmuş, “film okuma” seanslarının gözde örneklerinden biri olmuş ve defalarca analizi yapılmış bir film üzerine yeni bir şeyler söylemek zor, hatta imkânsız ve gereksiz olsa gerek. Belki de en doğrusu bir eleştiri ya da analize soyunmak yerine filmin hissettirdikleri üzerine bir şeyler yazmak; sonuçta her bir seyirci için farklı anlamlar ve duyguların kapısını açan türden filmlerden biri bu ve doğru ya da yanlış okumalar tartışması yapmaktan çok, kişisel duyguları yazıya dökmeye çabalamak gerekiyor. Kaldı ki her sanat eseri yaratıcısı için oldukça kişiseldir ve o eser diğer insanlarla buluştuğu anda artık onlar için de -farklı içerikle de olsa- yine kişisel bir mahiyet kazanır. Gerçek sanat eserinin tanımı ya da tanımlarından biri biraz da bu olsa gerek. Bergman bu filmin senaryosunun ilk hâlini de işte buna oldukça uygun bir kişisel yanı olan ortamda, ciddi bir rahatsızlıkla (iki akciğerini de etkileyen zatürre ve penisilin zehirlenmesi) yatırıldığı bir hastane odasında yazmış. Esin kaynağı ise İsveçli August Strindberg’in 1889 tarihli “Den Starkare” (Daha Güçlü) adlı tiyatro oyunu olmuş. Tek perde ve tek sahneden oluşan oyun içlerinden sadece birinin konuştuğu iki kadın arasında geçen bir dramatik monolog ve Bergman en azından biçimsel olarak bu tercihten etkilenmiş senaryosunu oluştururken.

Bergman pek çok filminde birlikte çalıştığı ve sanatının dâhi olarak nitelendirilmeyi hak eden usta ismi Sven Nykvist ile birlikte hayli farklı ve çekici bir görsel dünya yaratmış. Filmin başında, sonunda ve zaman zaman aralarda seyircinin karşısına peş peşe gösterdiği imajlar çıkarıyor Bergman: Sesini de duyduğumuz bir film projektörü, kopan film, ters duran bir çizgi film görüntüsü, bir kadının elleri, bir örümcek, bir erkek cinsel organı, çok yakın planda gösterilen bir hayvan kesimi, bir erkeğin avucuna çakılan çivi, bir tuğla duvar ve karlı bir orman… Buradan bir morgda masaların üzerinde yatan kadın, erkek ve çocuk bedenlerine geçiyor film ve çalan bir telefonun sesi ile bu ölülerden birinin gözleri açılıyor ve onlardan biri olan bir oğlan çocuğu önce bir kitabı okuyor, sonra da elini flu bir kadın yüzünün olduğu büyük bir ekran üzerinde dolaştırıyor. Tüm bu görüntülerden sadece çocuğun hikâye içindeki anlamını ve kim olduğunu söylüyor net bir şekilde Bergman, diğerleri sanki seyircinin yorumuna ve algısına bırakılmış gibi. Burada önemli olan hikâyenin önemli bir kısmının seyirciyi “rahatlatan” klasik bir sinema dili ile anlatılırken (ki buradaki siyah beyaz görüntü çalışması da olağanüstü), bu ayrıksı bölümlerin o rahatlamayı yok eden ve seyirciyi iki baş karakterinin tedirgin ruhlarına yaklaştıran bir içerik ve biçime sahip olması. Lars Johan Werle’nin modern bir klasik müzikten korku atmosferine uzanan “melodi”leri de destekliyor bu çabayı.

Bergman biçimsel oyunlara da başvurmuş; örneğin bir sahneyi önce dinleyeni, sonra anlatanı göstererek iki kez gösteriyor yönetmen. Klasik bir plan – karşı plan yerine hayli kritik bir konuşmanın (bir monolog daha doğrusu) yer aldığı sahnenin tümünü her iki taraf için ayrı ayrı göstererek pekiştirdiği gibi söylenenleri, seyirci olarak bizim de duyduklarımızı iki karakterin gözü açısından ayrı ayrı değerlendirebilmemizi sağlıyor. Bergman’ın görselliği ağırlıklı olarak yakın plan çekilmiş yüzler üzerine kurması seyrettiğimizin yoğunluğunu artırıyor ve iki kadının hislerini bizden kaçırmasını olanaksız kılarken bu yaklaşım, bizi de aynı şekilde bu yoğun görselliğe esir ediyor. Benzer şekilde bir yüzü, sanki bir fotoğraf karesi kadar sabit duran bir yüzü uzun süre gösteren Bergman, bu yüzdeki çok ufak bir mimik (ağız kenarındaki hafif bir oynama) aracılığı ile görsel olarak birden irkiltiyor seyirciyi ve “rahatlama”yı zorlaştırıyor.

Yüzler ve bakışlarla anlatılan bir hikâye bu. Yakın planlar aracılığı ile karakterlerin personasının (kelimenin Latincede maske anlamına geldiğini hatırlamakta yarar var) arkasındaki gerçekleri okumaya çalışan ve yorumlamamız için önümüze bırakan bir film çekmiş Bergman bir başka ifade ile söylersek. Filmin konuşanı olan hemşirenin (Bibi Andersson), hikâyesini anlattıkça kendi kendini keşfetmesi ve eş zamanlı olarak da, dinleyen (Livv Ullman) ile aynılaşmaya başlaması yapıtın çokca üzerinde durulan “ikilik” (duality) kavramını getiriyor karşımıza; Bergman iki farklı yüzü üst üste bindirerek veya tek bir yüzün iki ayrı parçasını oluşturacak şekilde göstererek -bugün bir parça fazla biçimci görünecek şekilde- bu tekleşmeyi anlatıyor bize. Karakterlerden birinin gerçekleştirdiği, diğerinin ise tüm çabasına rağmen gerçekleştiremediği “radikal eylem” de bu tekleştirmenin, farklı bedenlerdeki aynı ruhun bir başka örneği olarak görülebilir. İki usta oyuncunun bir ayna karşısında yan yan yana durdukları ve birbirlerinin saçlarına dokundukları sahne yine aynı bağlamda düşünülmesi gereken ve bugün hâlâ aynı tüyler ürpertici güzelliği ile çok etkileyici bir başka örneği bu durumun.

“- Dün gece benimle konuştun mu? -Hayır / -Dün gece benim odamda mıydın? – Hayır” bölümünün bir örneği olduğu bir gerçek ve düş karışımı havası da var filmin. Gördüklerimizin ve duyduklarımızın ne kadarının gerçek ne kadarının düş olduğu konusunda zaman zaman bizi serbest bırakıyor Bergman. Örneğin hemşire anlattığı (ve önemli bir itiraf içeren) anısında kendisinin ve arkadaşının deniz kenarındaki bir evde olduklarını ve hasır şapkalar giydiklerini anlatıyor ki kendisi ve hastası da deniz kenarındaki bir evdeler o anda ve onları da sık sık hasır şapkaları ile görüyoruz. Hemşirenin hastasının “yerine geçtiği” anları da (kocası ile karşılaşma gibi) bir örneği olarak gösterebileceğimiz bu düş ve gerçek karışımı filme zarif bir lirik hava da katıyor ve işte onca farklı yoruma da kapıları sonuna kadar açıyor.

İki karakter arasında bir iktidar kavgasına da (belki sınıf farklılığının da doğurduğu) tanık ediyor bizi Bergman. Hastanın ünlü, güçlü ve daha tecrübeli bir insan olarak avantajlı göründüğü bu kavgada hemşirenin cam kırığı gibi oyunları çekişmeye “renk” katarken seyirci için de ek bir gerilimin kaynağı olarak hikâyeye katkı sağlıyor. Doğrudan politiklik Bergman’ın favori bir seçimi olmadı filmlerinde ama etrafında ve dünyada olan bitenleri bir aydın, bir sanatçı olarak hep gözleyen ve değerlendiren kişiliği ile burada bir video ve bir fotoğraf üzerinden politik bir gerilimi de sokuyor hikâyeye. Hayli çok bilinen bir videoyu hastamız televizyon ekranında dehşet ve acı içinde seyrediyor. ABD’nin desteklediği Güney Vietnam’da savaşı ve ülkenin Budist nüfusuna yapılanları protesto etmek için kendisini ateşe veren Budist rahibin eylemindeki kararlılık, mücadele etmek yerine içine kapanmayı tercih eden tiyatro oyuncusu kadının kendisinin bu pasifliği karşısında duyduğu öfke ve zavallığı gösteriyor bir bakıma. Kameranın detayları üzerinde gezindiği fotoğrafta ise İkinci Dünya Savaşı sırasında Varşova’daki bir gettoda Alman askerlerinin silahları karşısında ellerini havaya kaldıran, kadın ve çocuklardan oluşan sivilleri görüyoruz. Kendisi dışındaki dünyada olanlarla yeterince ilgilenmemekle eleştirilen Bergman bu görsellere göndermede bulunarak “büyük felaketleri idrak edemediğini” ve “bu tür canavarlıkları en fazla bir korku pornosu gibi okuyabildiğini” söylemiş ve şunu eklemiş: “Ama bu görüntülerin etkisinden asla kurtulamayacağım. Bu görüntüler benim sanatımı, onların yanında sahte ve anlamsız kılıyor”.

Oyunculuk ödüllerinde Bibi Andersson öne çıksa da hem onun hem Livv Ullman’ın çok parlak performansları var filmde. Anderson konuşan, Ullmann susan karakterlerini müthiş bir sadelik ve gerçekçilikle canlandırıyorlar. Sven Nkyvist’in kamerası yüzlerinde dolaşırken ve kesintisiz uzun sahnelerde karşımıza getirirken onları, tek bir anda bile aksamıyorlar ve en ufak bir abartıya kaçmadan tüm bedenlerini karakterlerinin emrine veriyorlar. Zor bir hikâyede bu denli bir sahicilik duygusunu yakalayabilmiş olmaları her iki oyuncunun da olağanüstü yeteneklerinin birer kanıtı olarak sinema tarihindeki yerini alıyor.

İngiliz sinema tarihçisi ve yazarı Peter Cowie “Persona hakkında söylenebilecek her şeyin aksi iddia edilebilir ve o da aynı ölçüde doğru olacaktır” demiş bu film hakkındaki bir konuşmasında. Bir başka sinema yazarı olan Lloyd Michaels ise filmi “modernist bir korku filmi” olarak tanımlamış. Bergman’ın da “anlaşılmasından çok, hissedilmesini umut ettiğini” söylediği film delilik, annelik, kürtaj, filmin adından yola çıkarak Carl Jung’ın “persona”sı (insanların kendilerini korumak için toplum önünde sergiledikleri kişilik), eşcinsellik, toplumun cinsiyetlere yükledikleri roller ve daha başka pek çok alanda söyledikleri, daha doğrusu düşünmeye teşvik ettikleri ile tartışmasız çok önemli bir yapıt. İnsan yüzünü “sinemanın en önemli konusu / öznesi” olarak gördüğünü söyleyen Bergman, bu özne ile sinemanın mucizeler yaratabileceğini kanıtlıyor bir kez daha. Gerçek ile düş, hasta ile bakıcısı (hikâyenin içeriğini düşünürsek, terapisti daha doğru bir ifade aslında) ve iki kadın karakter arasındaki sınırların ortadan kalktığı ve tekleştikleri bu film için Bergman’a minnettarlık duymamız gerekiyor.

Non Essere Cattivo – Claudio Caligari (2015)

“Bıkmadın mı bundan? Hâlâ bitmedi mi? Daha ne kadar böyle devam edeceksin? Bir kız bul, yuva kur”

Günleri uyuşturucu, içki, serserilik, kızlar ve küçük suçlarla geçen iki genç adamın hayatları ile ilgili kaçınılmaz karar noktasına gelmeleri ile yaşananların hikâyesi.

Senaryosunu Claudio Caligari, Francesca Serafini ve Giordano Meacci’nin yazdığı ve yönetmenliğini Caligari’nin yaptığı bir İtalya yapımı. Çekimlerin ve son kurgunun yapılmasından hemen sonra ve film henüz vizyona girmeden hayatını kaybeden yönetmenin kariyerindeki toplam üç uzun metrajlı kurgu yapıttan sonuncusu olmuş bu çalışma ve Venedik Festivali’nde ana yarışma bölümü dışında gösterilmişti. Pasolini’nin öldürüldüğü ve filmlerinin de geçtiği bölgede yaşanan bir hikâyeyi anlatan çalışma, 1990’ların ortasında iki İtalyan gencinin ayakta kalma çabasını ve içinde bulundukları boşluğu bir şekilde doldurma mücadelelerini ele alıyor. İki sıkı dost arasında ortaya çıkan ve seçimlerinin farklılaşmasından kaynaklanan gerilim iki başrol oyuncusunun (Luca Marinelli ve Alessandro Borghi) oyunculukları ile gerçekçi ve dürüst bir yaklaşımı olan bir sinema örneği olmuş. Hikâyesi yerel olduğu kadar evrensel ama benzer konuları ele alanlarınkinden çok da farklı olmayan film buna rağmen seçimlerin yaşamlarımızı nasıl kökten değiştirebileceğini, sevgi ve sorumluluk duygularının nasıl belirleyici olabileceğini ve dostlukların gerekliliği üzerine ilgiyi hak eden bir çalışma.

Claudio Caligari toplam üç uzun metrajlı film çekebilmiş kariyeri boyunca (Diğerleri 1983 tarihli “Amore Tossico” ve 1998 yapımı “L’odore Della Notte”) ve aynı zamanda arkadaşı da olan yapımcı Valerio Mastandrea’ya bu son filminden önce, “sadece iki film yapabilen bir “loser” olarak öleceğini” söylemiş. Beyin tümörü nedeni ile ölen Caligari özellikle yaşamının son yıllarını hastalıkla boğuşarak geçirmiş bir isim ve yapımcısı Mastandrea bu son filminin yapılabilmesi için epey uğraşmış ve Il Messaggero gazetesinde İtalyan kökenli ünlü Amerikalı sinemacı Martin Scorsese’ye hitaben bir açık mektup bile yayınlamış ilgisini çekmek için. Ondan bir cevap gelmemiş ama yine de çekilebilmiş film ve Caligari’nin “son arzu”su yerine getirilebilmiş.

Açılıştaki dondurma sahnesi yönetmenin 1983 tarihli “Amore Tossico” filmine bir gönderme ve yönetmenin kendisi de bu son filmini bir ölçüde ilk filmi ile ilişkilendirmiş içeriği açısından. Caligari’nin bu filmi sadece hikâyenin geçtiği bölge (Roma’nın Ostia bölgesi) açısından değil, karakterleri açısından da Pasolini’yi akla getiriyor sık sık. 1975 yılında Ostia sahilinde öldürülen Pasolini’nin bazı filmleri orada geçtiği gibi; ünlü sinemacı, Sergio Citti’nin 1970 yapımı “Ostia” adındaki filmin senaryosunu yazmış ve yapımcılığını da üstlenmişti. İşte burada 1995 yılında geçiyor Caligari’nin filminin hikâyesi. Açılış sahnesinde iki genç adamı, Vittorio (Alessandro Borghi) ve Cesare’yi (Luca Marinelli) tanıyoruz. Çocukluktan beri yakın arkadaş olan ve aralarındaki ilişki -hikâye boyunca pek çok kez örneğini göreceğimiz gibi- oldukça sağlam bir temele oturan ikilinin hayatı her türlü uyuşturucu (hem kullanıyorlar hem de son kullanıcıya satış yapıyorlar), kızlar ve çeşitli suçlarla doludur. Cesare’nin kız kardeşi AIDS’ten ölmüştür ve geride ona ve annesine oldukça hasta bir küçük kız bırakmıştır. Vittorio hakkında herhangi bir bilgi vermiyor nedense hikâye ama ikisinin de yoksul sınıftan olduğunu ve para sıkıntısı çektiğini anlıyoruz. Dönem uyuşturucu ve AIDS yıllarıdır ve Playboy, Bonibon ve Temel Reis gibi isimleri olan uyuşturucular elden ele dolaşmaktadır ortalıkta. İki genç adamın aralarındaki ilk ayrışma Vittorio’nun uyuşturucu kullandığı bir gün gördüğü hayalî görüntülerden dehşete kapılması sonucu ortaya çıkar. Yaşamı (ve arkadaşınınki de) yoldan tamamı ile çıkmıştır ve bir an önce toparlanması gerekmektedir. Bir inşaatta iş bulur ve hikâye onun bu seçiminin sonuçları üzerinden ilerler.

Film adını Cesare’nin yeğeninin dayısının kendisine hediye ettiği oyuncak ayıya giydirdiği kıyafetin üzerindeki yazıdan alıyor ve hikâye “iyi olmakla” “kötü olmak” arasında yaşanan ve ikincisinin çekiciliği ve kolaylığı nedeni ile hep bir adım önde olduğu savaşı anlatıyor. Didaktik bir yanı yok Caligari’nin yaklaşımının ama uyuşturucu ile örülü bir suçlu yaşamının çıkışsızlığını da net bir şekilde vurguluyor. Hikâyede asıl eksik olan, iki genç adamın yaşamlarının onlara özgü olmadığı söylense de, toplumsal bir konuma oturtulmaması bu hayat biçimlerinin. Böyle olunca filmin uyuşturucunun ve serseriliğin kötülüğü üzerine alışılmış türden bir hikâye olarak algılanması riski doğuyor doğal olarak ama neyse ki özellikle iki başrol oyuncusunun performansları başta olmak üzere filmi bu algıdan uzaklaştırmayı başaran başka unsurlar var. Genç bir çocuğun içinde bulunduğu parasızlık ile ve dürüst bir emeğin karşılığının çok da yüksek olmadığını görmesi nedeni ile tehlikeli ve kötü bir dünyanın içine girmeye çalışması gibi gelişmeler, Cesare’nin evindeki yapay gün batımı fotoğrafı ile Vittorio’nun gerçek bir gün batımı fonun önünde balık tuttuğu sahne arasındaki çelişki ve filmin yakalamayı başardığı gerçekçilik duygusu Caligari’nin yapıtını ilgiyi hak eden bir düzeye çıkarmayı başarıyor. Maurizio Calvesi’nin günlük hayatı olduğu gibi görüntülediği hissini yaratan, teknik oyunlardan uzak ve gerçeğin sertliğinden sakınmayan görüntülerinin de katkısı ile Caligari hep gerçek bir hikâyeyi anlattığı duygusunu yakalamayı başarıyor. Sürprizleri yok bu hikâyenin ve seyirciyi hemen ele geçirebilecek türden dramatik gelişmelere başvurmak gibi bir amacı da yok pek ama dürüstlüğü ile yakalamayı başarıyor seyircisini. Burada, Alessandro Sartini ve Paolo Vivaldi ikilisinin hikâyeye zaman zaman belki eksikliği hissedilebilecek gücü katmak açısından sağladığı katkıyı ve Mauro Bonanni’nin sade ve gerçekçi kurgusunun önemini de hatırlatmakta yarar var.

Caligari’nin Pasolini sinemasını modern bir havada adeta yeniden yarattığı film, suçluların dünyasının Coppola’nın “Godfather” filmlerinde olduğu gibi opera görkemi olmadan da anlatılabileceğini ve -belki de asıl olanın- işte buradaki gibi her türlü süsten arındırılmış karakterlerle anlatmak olduğunu hatırlatıyor bize.

(“Don’t Be Bad” – “Huysuzluğu Bırak”)

Seninle Ölmek İstiyorum – Lütfi Akad (1969)

“O kadar uğraşmanın sebebi ne? Bana sokulmak için, değil mi? İnkâr etme, hadi. Geceden beri peşimdesin, niçin? Fırsatı iyi buldun, etrafta da kimse yok. Kaçamam, sesimi de duyan olmaz. Durmasana, saldırsana bana. Güzel bir eşya değil miyim ben, güzel bir kadın değil miyim?”

Zengin kocasının ihmal ettiği ve daha çok yanında taşıdığı bir süs olarak gördüğü güzel bir kadının derin mutsuzluğunun hikâyesi.

Senaryosunu Safa Önal’ın yazdığı, yönetmenliğini Lütfi Ö. Akad’ın yaptığı bir Türkiye yapımı. Başrollerdeki Türkan Şoray ve İzzet Günay’ın 1968’de yine Akad’ın yönettiği ve Türkiye sinemasının kesinlikle en önemli eserlerinden biri olan “Vesikalı Yarim”deki birlikteliğinin yarattığı büyüyü tekrarlamaya çalışan film bu hedefi yakalayamayan bir çalışma olmuştu. Kağıt üzerinde çekici duran hikâyenin arzu edilen sonucu üretemediği filmi ayakta tutan Akad’ın -kısıtlı olsa da- eli yüzü düzgün mizanseni, görüntü yönetmeni Gani Turanlı’nın özenli çalışması ve elbette Şoray’ın varlığı oluyor. Zenginliğin değil, mutluluğu getirenin sevgi olduğunu anlatmaya soyunan film öncelikle Yeşilçam nostaljisini özleyenler ve Şoray’ın hayranları için çekici olabilecek bir yapıt.

Türkiye sinemasını tiyatrocuların hâkimiyetinin dışına çıkaran ilk önemli isim Akad ve onun tamamen kendi yaratıcılığı, yaşadığı toplumun parametrelerine hâkimiyeti ve onu iyi analiz etmiş olmasının üzerine el yordamı ile inşa ettiği sanatçılığı sinemamıza pek çok kalıcı eser bırakmasını sağladı. “Seninle Ölmek İstiyorum” akıcı kalemi ile yüzlerce senaryoya imza atmış olan Safa Önal’a özellikle ısmarlanmış bir senaryo ama teslim edilenden çok da mutlu olmamış Akad, otobiyografisi “Işıkla Karanlık Arasında”da söylediğine göre. Şöyle diyor Akad senaryo hakkında: “… her şeyin yerli yerinde oluşu sıcaklıktan yoksun, soğuk ve yabancı kalıyor” ve Almanca bir kelime olan “Ersatz” ile açıklıyor bu yorumunu. 2. Dünya Savaşı sırasında sıkıntı çeken Almanların asıl hammadde yerine adına “ersatz” dedikleri yeni bir sentezi koyarak eksikliklerini giderdiklerini söyleyen Akad bu konuda bir de örnek veriyor: “Tavuk çorbası mı istiyorsunuz? Su, şehriye, biraz da yağ yeterli, artı biraz da yapay tavuk kokusu”. Kaba bir biçimde özetlersek, hikâyeyi cazip kılmak için gerekli her unsura sahip Safa Önal’ın senaryosu ama doğal değil, adeta matematiksel bir yaklaşımla bir araya getirilmiş öğelerden oluşturulmuş sanki Akad’a göre.

Evlerinde verdikleri bir bahçe partisinde tanıyoruz Selma (Türkan Şoray) ve kocası Rıza’yı (Cahit Irgat). Boğaz kenarında müthiş bir yalıda yaşamaktadırlar. Rıza başka kadınlarla gönül eğlendirirken, eşini bir insandan çok, evliliğini dışarıya karşı çekici gösteren şahane bir süs olarak kullanmaktadır daha çok. Alman mürebbiyeye teslim edilen çocukları anne sevgisinden uzak tutularak tam bir asker disiplini içinde yetiştirilmektedir. Başta Naci adında bir adam (Aydın Tezel) olmak üzere erkeklerin Selma’ya sürekli kur yapmaya çalıştığı bu parti sahnesi filmin zenginlerin gerçek sevgiden uzak ve pek de ahlâklı olmayan yaşamlarına sürekli vurgu yapan hikâyenin bunu dile getirdiği ilk bölümdür aynı zamanda. Parti boyunca tedirgin, mutsuz ve ürkek bir şekilde dolaşır Selma; kocasının çapkınlıklarından, devamlı ihmal edilmekten, tacizkâr erkeklerden ve etrafındaki ikiyüzlülüklerden bıkmıştır ve sık sık alkole sığınmaktadır bu yüzden. Sonra hikâyeye Nihat adında bir mimar (İzzet Günay) girer; yalıdaki tadilat işlerinin başındaki genç adam kadının mutsuzluğunun farkına varan ve ona samimi bir yardım eli uzatan tek kişi olur Selma’nın hayatında. Selma’nın adamın içten sevgisini hissetmesi çok geç olacaktır (“Evli olduğumu, ana olduğumu hiç düşünmeden hep istediler beni. İlk defa siz… Bakmayın bana, utanıyorum, utanıyorum”); çünkü alkolle, çocuğu ile istediği gibi ilişki kurmasına izin verilmemesinin ve kocasının kendisini bir süs eşyası gibi görmesinin neden olduğu mutsuzlukla mücadele etmeye çalışmaktadır. Kocanın eşini aşağıladığı sahnelerin birinde adam ona Nedim’in bir gazelinden iki dizeyi okur: “Bir elinde gül bir elde câm geldin sâkiyâ / Kangısın alsam gülü yahud ki câmı yâ seni” (Câm: Kadeh). Şiiri bilip bilmediğini sorar eşine ve bilmediği cevabını alınca ondan, elbette diyerek küçümser onu. Bu sahne senaryonun sorunlarının da bir örneği aynı zamanda; koca kadını bilgili değil diyerek mi aşağılamakta ve kötü davranmaktadır ona, kendisi üst düzey zevkleri olan biridir ama karısı mı öyle değildir vs. Bu konuda bir şey söylemiyor film ve nedensiz bir sonuç gösteriyor bize daha sonra da yapacağı gibi.

1970’lerde sağcı kesim Yeşilçam’ı servet düşmanlığı yapmak ile suçlardı sık sık. Bu hikâyede tüm zenginlerin istisnasız kötü ve boş karakterler olması kuşkusuz belli bir bakış açısının ürünü ama bu suçlama elbette ancak paranoya ile açıklanabilir; üstelik aksine Yeşilçam’ın bir yoksul güzellemesi yaparak alt sınıfları pasifleştirdiğini söylemek çok daha doğru olur açıkçası. Evdeki hizmetçilerden birinin kadına sorduğu soruyu da (“İşçilere de sizin yemekten mi vereceğiz? Yoksa fasulye, pilav ve hoşaf mı yapalım?”) aynı eleştiri bağlamında görebiliriz rahatlıkla ve üstelik film Şoray’ın canlandırdğı kadına (iyi insan olduğu baştan seyircinin kabul etmesi beklenen bir karaktere) bu soruya “Bilmiyorum” cevabını verdirerek beklentiyi kırıyor ve cüretkâr bir seçim yapıyor ilginç bir şekilde. Bu arada Rıza’nın antitezi gibi konumlandırılan mimar Nihat’ın da yoksul olmadığı açık; sadece daha halktan bir karakter olarak çiziliyor hikâyede. Buna karşılık, zengin olmanın sağladığı hareket özgürlüğünün (Bekçiye üstten bakan bir dil ile hitap etme cüreti, nezarette polisinin yanında birini tokatlayabilme gibi) o dönem Yeşilçam’dan pek beklenmeyecek (temel nedeni bunun sansür kuşkusuz) bir şekilde gösterilebilmesi önemli bir yanı olarak filmin atlanmamalı. Son bir not olarak mimar karakterinin yoksul halk için inşa edilecek tek katlı ve bahçe içindeki evler için duyduğu coşkuyu da bu bağlamda olumlu bir not olarak ekleyelim.

Orijinali 75 dakika civarında olan filmin 70 dakikalık bir versiyonu daha var ve yapımcı firmanın resmî Youtube kanalı dahil olmak üzere pek çok ortamda bu kısa versiyon yer alıyor ilginç bir şekilde. Orijinalinde finalde yer alan abartılı bir sonun çıkarılması iyi olmuş ama iki farklı sahnenin son bölümlerinin çıkarılması (bu işlem sahnelerin birini anlamsız kılarken uzun bir süre, diğeri Rıza hakkında yanlış bir fikir veriyor seyirciye) zarar vermiş hikâyeye. Bu kesintilerin hangi nedenle yapıldığını anlamak imkânsız ve Önal ve Akad başta olmak üzere filmin tüm kadrosuna da haksızlık edilmiş kesinlikle.

Dönemin gözde Türk Sanat Müziği şarkılarının (“Gökyüzünde Yalnız Gezen Yıldızlar”, “Aşkım Bahardı Ümitler Vardı” vs.) çoğunlukla enstrümantal versiyonları ile kullanıldığı filmde Yeşilçam’ın olmazsa olmaz kusurları da var elbette: Mürebbiye karakterinin tam bir klişe örneği olması, kendisi tam bir sefahat adamı olan babanın çocuğunu asker gibi yetiştirmesindeki çelişki, zorlama tesadüfler, teselli için en son kurulması gereken türden cümleler (“Bütün teselliyi onda buluyordunuz. Şimdi daha da yalnız kaldınız”), İzzet Günay’ın “Cüneyt Arkın” olmaya soyunduğu bir hastane sahnesi ve tüm gece uyumayan ve sürekli içen birinin adeta güzellik salonundan yeni çıkmış gibi durması gibi pek çok örneği sıralamak mümkün bu problemle ilgili olarak. Akad’ın “… onlar da konuya bir türlü ısınamıyorlar” ve “… canla başla oynadıkları halde, oyunları “ersatz” oluyor” ifadeleri ile tanımladığı Şoray ve Günay’ın oyunculukları da kariyerlerindeki iyi örnekler arasında değil; Şoray birkaç sahnede yine de kendisini göstermeyi başarıyor ama Günay vücut dilinin de gösterdiği gibi karakterini pek benimsememiş.

Onca olaya ve içerdiği trajediye rağmen dramatik açıdan yeterince güçlü görünmeyen ve temel sorunu işleyemeyen ve doğal görünmeyen senaryosu olan film tüm kusurlarına karşın bir Lütfi Akad yapıtı olarak yine de izlenebilecek bir çalışma ama öncelikle Türkan Şoray’ın kusursuz güzelliği ve sıcak bir Yeşilçam nostaljisi için hak ediyor bunu.