Nordwand – Philipp Stölzl (2008)

“Bir zamanlar Tony anlatmıştı: Duvarın eteklerindeyken, yukarı baktığınızda kendi kendinize “Birisi buraya nasıl tırmanır?” diye sorarsınız, “Hatta neden tırmanmak istesin?”. Ama sonra yukarı çıkıp da aşağıya baktığınızda her şey aklınızdan uçup gider, geri döneceğinize dair söz verdiğiniz kişi dışında”

İsviçre’de daha önce tırmanılamamış bir zirveye çıkmaya teşebbüs eden iki Alman dağcının ve Nazilerin onları Almanya’nın propagandası için kullanmaya çalışmasının hikâyesi.

1936’da yaşanan gerçek bir olayı anlatan film, Benedikt Röskau’nun orijinal hikâyesinden yola çıkan senaryosunu Rupert Henning, Chris Silber, Philipp Stölzl ve Johannes Naber’in yazdığı ve yönetmenliğini Philipp Stölzl’ün yaptığı bir Almanya, Avusturya ve İsviçre ortak yapımı. Andreas Hinterstoisser ve Toni Kurz adlarındaki iki gerçek karakterin hikâyesini kabaca hazırlık ve tırmanış olarak ayırabileceğimiz iki ana bölümde anlatan film bu bölümlerin ilkinde idare eder bir havada ilerlerken, ikincisinde teknik becerisi, gerilimi (hikâyenin sonu biliniyor olsa da) ve becerikli sinema dili ile seyirciyi kendisine bağlamayı başarıyor. Fazlası ile alışılmış bir Nazi rejimi eleştirisi yapmak yerine, faşistlerin iktidarının en görkemli yıllarından gerçekçi bir atmosfer çizen film tarihsel gerçeklere genel olarak sadık kalması ile de takdiri hak ediyor. Ticarî sinemanın kayda değer örneklerinden biri bu çalışma.

Bir kadının yapraklarını karıştırdığı bir gezi rehberini göstererek başlıyor film. Bir dağcının kendi yazdığı notlar, sayfalara yapıştırdığı fotoğraflar ve tırmanış rotaları ile ilgili çizimlerinin yer aldığı deftere bakan Luise (Johanna Wokalek), filmde hikâyesi anlatılan iki Alman dağcı olan Andi (Florian Lukas) ve Toni’nin (Benno Fürmann) çocukluk arkadaşıdır ve onların tırmanışını bir gazeteci olarak takip etmiştir. 1936’dayız ve sinemada gösterilen bir haber görüntüsünde 1935 yılında Alpler’in İsviçre sınırları içinde yer alan Eiger adındaki dağına tırmanmaya çalışırken hayatlarını kaybeden iki Alman vatandaşından (Karl Mehringer ve Max Sedlmeyer) bahsedilmektedir. Nazilerin büyük bir propaganda malzemesi olarak kullanacağı Berlin Olimpiyat’ı yaklaşmaktadır ve öncesinde Nazi iktidarı Eiger dağının kuzey yamacından yapılacak ilk tırmanışı Alman ırkından olanların gerçekleştirmesi ile bu propagandaya bir katkı daha sunmaya kararlıdır. Andi ve Toni kendilerine gelen teklifi ilkinin isteğine rağmen, ikincisinin o dağa çıkışı çok tehlikeli bulması nedeni ile ret edince, Luise’in çalıştığı gazetenin masraflarını karşıladığı iki Avusturyalı (sonuçta onlar da üstün ırktandır ve iki yıl sonra işgal edecekleri Avusturya ile ortak bir operasyon ek bir propaganda sağlayacaktır Hitler’e) girişirler işe. Ne var ki Andi ve Toni kararlarını değiştirirler ve tamamen kendi imkânları ile onlar da Eiger’e tırmanmaya karar verirler. Film temel olarak onların çabasını ve bu çabalarının sonuçlarını anlatırken, kaderleri bir süre sonra onlarınki ile birleşecek olan Avusturyalıları da getiriyor karşımıza.

Andi ve Toni’nin ordudaki görevleri sırasında kendilerini “Heil Hitler” sözleri ile selamlayan diğer askerleri “Hoşça kal” ile cevaplaması benzeri birkaç örnek dışında film onların ülkede iktidarda olan Naziler ile ilgili herhangi bir davranış veya görüşünü aktarmıyor bize. Adeta apolitik iki karakter bu genç adamlar ve tırmanma hevesleri de sadece kendi kişisel arzuları ile sınırlı. Muhtemelen gerçek hikâyede de böyledir durum ve bu açıdan değerlendirince, filmin onların üzerinden bir anti-Nazi söylem üretme kolaylığına kapılmaması doğru bir seçim. Sonuçta yıl henüz 1936 ve bırakın Almanları, dünyanın büyük bir kısmının bile Hitler’in rejimi hakkında bugünkülerden çok farklı görüşlere sahip olduğu bir zamandayız. Bu “gerçeklere bağlı kalma” belki hikâyenin gücünü azaltıyor gibi görünebilir başta ama iki genç adamın hikâyesi kendi başına yeterince etkileyici kesinlikle. Ayrıca film eleştiriden tamamen yoksun da değil; Nazilerin dağla ilgili hevesleri ve planlarını hep gündeminde hikâyenin ve “gazeteci olmakla insan olmak arasındaki çatışma” da önemli bir yer tutuyor filmde. Bir kahramanlığın, o olmazsa bir trajedinin peşindeki gazeteciyi eleştirdiği gibi hikâye, onun karşısına dayanışmayı kahramanlığa tercih eden iki güçlü karakteri koyarak seyirciyi duygusal olarak da hep kendi tarafında tutuyor.

Daha ilk tehlike sahnesinden başlayarak film aksiyonu ve teknik başarısı ile sınavını parlak notlarla geçiyor. İsviçre’deki dağa gelen heveslileri “İşte bir çift aptal daha. Trenle gelip tabutla dönerler” sözleri ile karşılayan yerel rehberlerin vurguladığı gibi, çok tehlikeli bir tırmanış beklemektedir kahramanlarımızı; çünkü adeta düz bir duvar gibidir dağın kuzey yamacı ve film onların insanüstü çabalarını seyirciye adeta kendisinin harcadığını düşündürtecek kadar gerçekçi bir dil ile anlatıyor olan biteni. Onlar bu tehlikeleri yaşarken, otelde bekleyenlerin gösterildiği kimi sahnelerde bir lüks ve rahat vurgusu yapılmasının hikâyesinde bir yere oturmadığı yapıt, tırmanışın her anını ve karşılaşılan tehlikeleri (kar fırtınası, yetersiz teçhizatın yarattığı riskler, yaşanan aksilikler vs.) bir belgesel gerçekçiliği ile karşımıza getirmeyi başarmış Alman yönetmen Philipp Stölzl. Yüreğinizi hoplatan, karakterlerden birinin hissettiği acıyı aynı güçte sizin de hissetmenizi sağlayan sahneler filmin ikinci yarısında peş peşe geliyor görüntüye ve ilk yarının bir parça vasat havasını tamamen dağıtıyor. Yüksek bir teknik beceri ile oluşturulan bu sahnelerde efekt kullanıldığını düşüneceğiniz tek bir an bile yok. İki baş oyuncunun (Fürmann ve Lukas) performanslarının ve tırmanış ilerledikçe geçirdikleri fiziksel dönüşümü (çöküşü, aslında) başarı ile yansıtan makyaj çalışmasının ve tüm efektlerin tam puan alması filmin bir aksiyonu sinema sanatında en değerli kılacak unsur olan gerçekçilikte sınıfını parlak notlarla geçmesini sağlıyor.

Alman ve Avusturyalı iş birliğinden düşmanlara korku salacak bir kahramanlık yaratmak isteyenlerin karşısına farklı ulusların iş birliğinden doğan bir dayanışma ve dostluğu yerleştiren film aslında bu seçimi ile güçlü bir “politik mesaj” da veriyor bize. Açıkçası filmin tırmanış (ve geri dönüş) sahneleri o denli çekici bir başarıya sahip ki bunun öncesindeki sahneler yavan kalıyor, hatta bir televizyon filmi havasına sahip olduklarını söylemek bile pek yanlış olmaz. O kısa romantizme hiç gerek yokmuş örneğin ve iki kahramanın dağcılık dışındaki karakterleri çok daha iyi anlatılabilirmiş filmin iki saati aşan süresi içinde. Yine de tüm bunlara boş verilip, keyifle ve heyecanla seyredilebilir bir sinema yapıtı bu; sonuçta ayağınızı sürekli olarak sağlam bir yere bastığınıza emin olma endişesi yaratan bir aksiyon filminden başka bir şey beklemeye pek de gerek yok.

(“North Face” – “Kuzey Yamacı”)

Seyyit Han – Yılmaz Güney (1968)

“Bir adam ki benim canıma kastı vardır, bir adam ki benim ekmeğimde gözü vardır, bir adam ki benim namusuma bakar, ben kıyarım onun canına. Oysa küçük bir serçedir, kendine kuru bir dal arar”

Sevdiği genç kadının ağabeyinin öne sürdüğü koşulu yerine getirmek üzere ayrıldığı köyüne döndüğünde, sevdiğinin köyün beyi ile evlenmek üzere olduğunu gören bir adamın hikâyesi.

Yılmaz Güney’in yazdığı ve yönettiği bir Türkiye yapımı. Kendisine “Çirkin Kral” lakabını kazandıran oyunculuklarından sonra yönetmenliğe adım atan Güney’in kendine has ve Yeşilçam’ın kalıplarının dışına çıkan yönetmenliğinin ilk örneği olan çalışma (daha öncesinde ortak yönetmenlik çalışmaları olmuş Güney’in) bugün sinemamızın önemli eserlerinden kabul edilen bir film. Görüntü yönetmeni Gani Turanlı ile birlikte yakalanan etkileyici siyah-beyaz estetik, Sergio Leone’ye selam gönderen bir atmosfer ve hikâyesinin anlattığı mesele üzerine epey düşündüğünü hissettiren senaryosu ile 1960’lı yılların yüz akı yapıtlarından biri bu kuşkusuz. Bazıları pek de önemsiz olmayan kusurları var filmin ama Güney’in özenli, sorumlu ve yaratıcı bir sanatçılık örneğini gösterdiği filmin değerini çok da zedelemiyor bu sorunlar.

Güney’in özellikle geniş ve boş alanlarda film boyunca sıkça başvurduğu bir uzak çekimle açılıyor film: Çöle benzer bir arazide atı ile ilerleyen bir adamı görüyoruz bu sahnede; sırtındaki tüfeğinden başka bir şey olmayan bu yiğit adamın adı Seyyit Han’dır. Yedi yıl önce, sevdiği kadını abisinden istediğinde bir şart koşulmuştur kendisine: Önce tüm düşmanlarından kurtulmalıdır çünkü ağabey kardeşinin genç yaşta dul kalmasını istememektedir. O da yedi yıl boyunca savaşmış ve artık sevdiğine kavuşmayı hak etmiştir. Ne var ki yokluğunda, önce hapse girdiği duyulmuş ve ardından da öldüğü haberi gelmiştir. Bu yüzden, kadının abisi köyün beyine vermiştir kız kardeşini ve kadının kaderine razı olması sonucu gerçekleşecek bu evlilik tam da Seyyit’in geri döndüğü gün düzenlenmektedir. Bu özet, köyde geçen herhangi bir Yeşilçam filmininkinden çok da farklı görünmüyor; Güney’in filmini farklı yapan bu hikâyeyi ince bir duyarlılıkla ele alması; girişteki western havasından trajediye uzanan farklı alanlara uzanması ve elde ettiği başarılı görsellik. Özeti sıradan görünen bir hikâye üzerinden kendi dünya görüşünü yansıttığı bir sonuç çıkarıyor ortaya Güney ve zorlama bir kahraman öyküsü anlatmak yerine “mitolojik gerçeklik” olarak adlandırabileceğimiz bir atmosferle etkilemeyi başarıyor seyircisini.

Aralarında Ali Ekber Çiçek ve Can Etili’nin de bulunduğu halk müziği sanatçılarının çalışmalarını ve Nedim Otyam’ın orijinal müziklerini dinliyoruz hikâye boyunca. Jenerikte adı “Müzik Direktörü” olarak geçen Otyam’ın kendi çalışması ve seçtiği eserler başarılı ve genellikle öykü ile gerektiği gibi ilişkilendirilmişler. Bu işitsel zenginliğe ne yazık ki Yeşilçam’ın klasik teknik yetersizliği pek de görmezden gelinemeyecek bir darbe vuruyor. Çekimlerinin sesli yapılmamasının uzantısı olarak ortam sesleri ile müzik birbirini eziyor sürekli olarak; örneğin düğün sahnelerindeki silah seslerini her duyduğumuzda müziğin sesi kısılıyor adeta ve doğallığı bozuluyor filmin. Adana Altın Koza Film Festivali’nde Turanlı’nın görüntü ve Güney’in oyunculuk ödüllerinin yanında (Güney’in performansının en iyi yanı bir kahramanlık ve / veya trajedi abartısından uzak duran ve Yeşilçam’ın kendisini o güne kadar yerleştirdiği kalıpların dışına çıkan sadeliği) Otyam da hazırladığı müzikle hak edilen bir ödül almış ama genel olarak filmde müziğin kullanımı bir parça dağınık görünüyor açıkçası.

Müziklerin katkı sağladığı gerçekçiliği asıl sağlayan Güney’in yönetmen olarak seçimleri olmuş. Giriş sahnesi tipik bir western havası taşısa da, sanatçı uzun tuttuğu düğün hazırlıkları (berber traşından halaylara, kız almadan onu at sırtında yeni evine götürmeye) ve düğün sahneleri başta olmak üzere hikâyenin geçtiği yöreye bir belgeselci gözü ile bakmış adeta. Bu tavır açılış ve kapanış sahnelerinin western havası ile örtüşmüyor elbette ama Onat Kutlar’ın filmle ilgili çok değerli analizinde (Yeni Sinema Dergisi’nin 1968’de yayımlanan 24 numaralı sayısı) belirttiği üzere, çekimlerin Güney’in kendi köyünde gerçekleştirilmiş olmasının da katkısı ile filmde belli bir otantiklik yakalanmış. Belki de filmin en kayda değer başarılarından biri, -finalde aynı güçlü etki sağlanamamış olsa da- açılıştaki western atmosferinin bekleneceğinin aksine hiç de ayrıksı durmaması. Oysa bu başlangıç sahnesi “Kasabaya gelen yabancı kovboy”u, barmeni ve bar ve kahve karışımı yerde kumar oynayanları ile herhangi bir western’e yakışacak bir içeriğe sahip. Türkiye’de bir köyde böyle bar benzeri bir mekân olabilir mi sorusunun cevabı elbette lehine değil ama film yakaladığı görsel tutarlılıkla bu durumun absürt bir sonuç vermesine engel oluyor büyük ölçüde. Bu başlangıç, “kötü adam”ları (ki hikâyenin devamında “ortak düşman” gerekçesi ile tekrar karşımıza çıkmaları pek gerçekçi değil) ve “Kusura bakma, seni dövmek zorundayım” gibi zayıf ve Güney’in daha sonra da bir süre rol almaya devam edeceği ve westernlere öykünen filmlerin ucuzluğuna sahip olması ile kendi içinde bir tutarlığa sahip sonuç olarak.

Filmin önemli artılarından biri Seyyit Han karakterini gerçekçiliği ile Yeşilçam karakterlerine göre daha ayakları yere basan bir şekilde çizebilmiş olması. “Ben kadere razı olacak adam mıyım?” dese de hikâyenin kahramanı, gerektiğinde ve doğru olan o olduğunda boyun eğmesini de biliyor. Benzer şekilde ağabey (Nihat Ziyalan sade oyunculuğu ile dikkat çekiyor bu rolde) karakteri de mutlak iyi ve kötü olmanın ötesinde, gelenekler ile vicdanı arasında sıkışıp kalan bir erkek olarak oluşturulmuş ki bu da çok doğru bir tercih olmuş kesinlikle. Aslında filmin tümüne yayılan ve Güney’in de oyuncu olarak bir parçası olduğu Yeşilçam geleneklerinden farklı olma çabasını ve sinemacının dürüst ve duyarlı yaklaşımını sürekli hissedeceğiniz bir çalışma bu. Gerektiğinde uzun ve diyalogsuz sahnelerden çekinmeyen, hikâyesini nerede ise gerçek zamanlı anlatan, uzak çekimlerle yakın planları dozunda ve doğru şekilde kullanan ve gösteriş uğruna sadeliği feda etmeyen bir film çekmiş Güney ve sinemamızın önemli yapıtlarından birine imza atmış.

Sinemamızın kusurlarından elbette tümü ile muaf değil Güney’in filmi. Örneğin bir sahnede kamera bir karakterin gözünden uzak bir noktaya bakıyor; dolayısı ile biz de bakıyoruz aynı yere ve bizim göremediğimiz bir detayı (çünkü kamera da göremiyor ve gösteremiyor o detayı) o karakterin algılaması da imkânsız. Ne var ki öyle olmuyor ve karakter “gördüğü”nden dolayı harekete geçebiliyor. Final sahnesinde “kurşunların deviremediği adam” yaklaşımı da abartılı olmuş örneğin.

Toplumda kadının “namusun üzerinden somutlaştırıldığı” bir obje olması ve bu anlayışın kurbanı haline getirilmesini sembolik ve trajik masallara yakışan bir içerikle anlatmış Güney. Finaldeki “hatırlanan geçmiş” bölümü de halk edebiyatı tarzına yaklaşarak bu masal havasını destekliyor. Hikâyeleri ile de bilinen sanatçının burada da bir küçük hikâyeyi anlatırken, Yeşilçam’dan uzaklaşan ama henüz tam anlamı ile kendisini bulamamış bir sinema örneği verdiğini söyleyebiliriz rahatlıkla ve bunu yaparken de o güçlü kısa hikâyelerin tadını elde etmeyi başarmış Güney.

Yılmaz Güney yıllar sonra yaptığı açıklamalarda filminin kusurlarını açık yüreklilikle dile getirmiş: “Seyyit Han, 1968 başlarında, daha önceki birikimlerin de etkisiyle, Yeşilçam kurallarına, özellikle de Çirkin Kral Yılmaz Güney’e karşı başkaldırının adıdır. Fakat, görevini başarıyla gerçekleştirdiğini söyleyemeyiz. İşletmelerin, Çirkin Kral şartlanmalarının, Yeşilçam baskılarının altında, o günün kaçınılmaz gibi görünen kaçınılmaz uzlaşmaları içine girmemiz, filmin değerinden büyük şeyler götürmüştür. O zaman da bunun bilincindeydim. Fakat durum tahlillerindeki yanılgımız, bizi eksik ve sakat etkilerle dolu bir film yapmaya götürdü”. Bu samimi sözlere -elbette dönemin sansürünü de gözden kaçırmadan- şunu da eklemek gerekiyor: Hikâye bireysel bir düzlemde kalmış ve karakterlerin parçası olduğu toplumun bir genel resmine dönüştürülememiş.

Evet, kusurları olan bir sinema yapıtı bu; bir yandan da parlak bir sinemacının doğuşunu müjdeliyor ama: Yaşadığı toplumun meseleleri ile ilgilenen, onlar üzerinde düşünen ve analizler yapan, biriktirdiklerini sinema sanatı aracılığı ile geniş kitlelerle dürüst bir şekilde paylaşan bir sinemacı. Sinemanın insana insana anlatması gerektiğini güçlü bir biçimde hatırlatan, görülmesi gerekli bir çalışma özet olarak.

(“Seyyit Han: Toprağın Gelini”)

Shun Liu Ni Liu – Hark Tsui (2000)

“Başlangıçta hiçbir şey olmadığı söylenir. Sonra “Patron” bir sürü şey yaratmış. Aslında bir sürü sorun ve çelişki yarattı. Kendisi bile çözemiyor onları. Bu yüzden sonunda son bir şey yarattı: Umut. Umut olunca, her şey baştan başlayabilir”

Hamile bıraktığı kadına para verebilmek için yasadışı bir koruma şirketine giren adamın hayata yeniden başlamak isteyen bir tetikçi ile tanışması ile gelişen olayların hikâyesi.

Senaryosunu Hark Tsui ve Koan Hui’nin yazdığı, Hark Tsui’nin yönettiği bir Hong Kong yapımı. Ünlü Fransız sinema dergisi Cahiers du Cinéma’nın yılın en iyi 10 filminden biri seçtiği çalışma Asya usulü, dur durak bilmeyen ve teknik becerisi ile göz dolduran bir aksiyon. Tarantino’nun esin kaynağının Hong Kong olduğunu bir kez daha hatırlatan film, Venedik’te “Future Film Festival Digital Award” ödülünü de kazannmış bir çalışma. Saf bir aksiyon olmasına rağmen, baş karakterlerini (özellikle de iki erkeği) bir aksiyonun kuklaları olmanın ötesine taşıyan film, her ne kadar yeterince güçlü kılamasa da görkemli bir hava vermeye çalıştığı hikâyesi ile aksiyon meraklısı olmayanların da ilgisini çekebilir ama asıl tat alacaklar kuşkusuz ki bu türün düşkünleri olacaktır.

Hikâyenin “ucuz” havasını yansıtan bir jenerik ve eşlik eden benzr nitelikteki bir müzikle açılıyor film ve bu girişin vaat ettiğini de sunmayı başarıyor seyircisine. İlk görüntülerin (gece, neon reklam panoları, karanlık, hüzünlü ve sert yüzler, yakılan sigaralar vs.) üzerinde konuşan bir dış ses “dünyanın yaratılışı”nı anlatıyor bize. Önce erkeği, sonra kadını yaratanın ortaya çıkan sonuçtan hiç memnun olmadığını ve yaratılış sürecinin yedinci günü dinlendikten sonra, her şeyi yeni baştan yaratmaya karar verdiğini söylüyor bu ses. Seyredeceğimiz hikâye de özellikle finalinin işaret ettiği gibi bir yeniden başlamanın ve bunun için umutlu olmanın gerektiğinin öyküsü. Saf kötüler ile kötülüğe istemeden (ya da yarı gönüllü olarak) bulaşanların çatışması temel olarak izlediğimiz ve Hark Tsui hikâyesini teknik becerisine hemen hiç olumsuz bir söz söylenemeyecek bir ustalıkla anlatıyor. Lezbiyen bir polisle tesadüfen karşılaştığı bir adamın (Tyler) bir gecelik ilişkisi (her ikisi de hatırlamıyor bile geceyi nasıl geçirdiklerini) hamilelikle sonuçlanırken, kadının hiçbir talebi olmamasına ve hatta itirazına rağmen, adam ona hamileliği boyunca ve sonrasında en azından maddi açıdan destek olabilmek için, ruhsatsız bir şekilde koruma hizmeti veren bir adamın yanında işe başlıyor ve bu işi sırasında Jack adında biri ile karşılaşıyor. Önceleri kirli işlerin içinde olan bu adam ondan hamile eşinin babasını öldürmesini isteyen eski çetesi ile çatışma içindedir ve hikâye bu iki adamın kaderlerinin kesişmesi ile gelişen olayları anlatır.

Başlardaki “iki fare” hikâyesinden film boyunca duyduğumuz diyalogların bir kısmına ve görkemli ve sertlikten kaçaınmayan aksiyon sahnelerine zaman zaman bir Tarantino havası veriyor film ama bunun nedeni Hark Tsui’nin ondan esinlenmesi değil, aksine Tarantino’nun gençliğinde bol bol seyrettiği bilinen Hong Kong aksiyon filmlerinden ilham almış olması kendi filmlerini yaratırken. Hikâyenin kendine özgü mizah anları, açılış ve kapanışta Tyler’ın dış sesinden duyduğumuz “büyük ve derin cümleler” ve filmin karakterlerini salt bir aksiyon figürü olmanın ötesine taşıyan yaklaşımı pek çok sahnenin Amerikalı sinemacının herhangi bir filminde yadırganmayacak bir içeriğe sahip olmasını sağlamış. Aslında senaryo bu özenilen “farklı, trajik ve -hatta bir parça abartarak söyleyelim- epik” havanın içini yeteri kadar dolduramıyor ve daha da önemli bir sorun olarak, bir aksiyon filminden beklenmeyecek şekilde, zor takip edilebilen denemeyecek olsa da, kesinlikle dikkat gerektiren bir hikâye anlatıyor senaryo. Karakterler arasındaki bağlantıyı ve hedeflerini özellikle bu tür soluk almadan ilerleyen bir aksiyon filminde takip edebilmek çok kolay değil doğal olarak ve açıkçası uzun tutulan ve hayli parlak bir başarıya ulaşan aksiyon sahneleri kolaylaştırmadığı gibi bunu, çok da gerekli kılmıyor belki de.

Hızlı bir kurgu, hayli hareketli bir kamera, silahlı çatışmalardan yumruk yumruğa dövüşlere ve kovalamacalara her türlü aksiyon sahnelerinin ustalıkla oluşturulmuş koreografileri ve farklı kamera açıları ile film aksiyon meraklılarını tam anlamı ile doyuracak bir biçim ve içeriğe sahip. Yönetmen Hark Tsui zaman zaman hayli gösterişli olan bir görsel estetik fırsatını hiç kaçırmıyor, daha doğrusu hikâyenin tümüne bu görsel estetiğin hâkim olmasını sağlıyor. Bu durum hikâyenin “epik” olmaya soyunan havasının da geride kalmasına neden oluyor ama hissedilen kısmı yine de filme ek bir değer katıyor. İlk hâli üç saatin üzerinde olan filmin yavaş aktığını düşünen yönetmen Hark Tusi bir saatten daha fazla kısaltmış filmi ve baş döndüren bir hıza ulaşmış. Tyler rolünde Nicholas Tse’nin saf bir aksiyon kahramanı olarak parladığı ve tüm o görkemli kaos içinde karakterini hikâyesi olan birine dönüştürmeyi başardığı filmde, ünlü bir rock şarkıcısı olan Tayvanlı Wu Bai yönetmenin filmine vermeyi arzuladığı ve bir ölçüde de elde ettiği “cool” havaya çok uygun performansı ile övgüyü hak ediyor. Aksiyonun, özellikle de Hong Kong türü aksiyonun meraklılarını tatmin edecek bir çalışma bu, özetlemek gerekirse.

(“Time and Tide” – “İyiler Ölmez”)

Ma Nuit Chez Maud – Éric Rohmer (1969)

“Sende beni rahatsız eden şey konulardan kaçıyor olman. Sorumluluk üstlenmekten kaçıyorsun. Utangaç bir Hristiyan, utangaç bir Don Juan’sın. Bir parça fazla gibi”

Arkadaşının sevgilisinin evinde kadınla baş başa bir gece geçirmek zorunda kalan Katolik bir adamın yaşadığı ikilemlerin ve ahlakî değerlerinin zorlanmasının hikâyesi.

Éric Rohmer’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. Usta Fransız sinemacının “Contes Moraux” (Ahlakî Öyküler) başlığı altında toplanan altı filmlik serisinin dördüncüsü olan yapıt Cannes’da Altın Palmiye için yarıştığı gibi, Orijinal Senaryo ve Yabancı Dilde Film dalında Oscar’a aday da olmuştu. Bu -Rohmer’den bekleneceği ve beklenmesi gerektiği gibi- bol konuşmalı olan film ahlakî bir ikilemi Fransız düşünür ve matematikçi Pascal’a referanslarla ve onu sorgulayarak ele alan, derinlikle ve özenle çizilmiş karakterleri ile önemli, etkileyici diyalogları ile Rohmer’in ustalığını her sahnesinde kanıtlayan ve sıradanlığın içindeki kompleks yapıyı görmeyi ve göstermeyi başaran önemli bir çalışma. Düşüncelerin, değerlerin, prensiplerin, sorgulamaların ve tereddütlerin hikâyesi anlatılan ve Rohmer’in filmografisinin de en değerli örneklerinden biri.

Rohmer “Ahlakî Öyküler”de aslında hep aynı hikâyeden yola çıkmış; Rohmer’in esin kaynağı F. W. Murnau’nun 1927 tarihli sessiz filmi “Sunrise” olmuş ve bu filmin senaryosunu yazan Carl Mayer, Alman yazar Hermann Sudermann’ın bir kısa hikâyesini uyarlamış Murnau’nun filmi için. Aynı temanın etrafında dönüyor Rohmer “Ahlakî Öyküler”i oluşturan altı filmde: Bir kadınla birlikteliği olan bir adamın bir başka kadına ilgi duyması ama sonra tekrar ilk kadına dönmesi. Bu şekilde özetleyince çok değişik ve yaratıcı görünmüyor hikâye ama Rohmer’i usta yapan işte tam da bu. Yönetmen sıradan insanların (burada ek olarak, her biri farklı sorgulamaları olan entelektüel karakterlerle karşı karşıyayız) sıradan durumlar içindeki davranış ve düşüncelerinden yola çıkarak bir ahlak meselesi ile yüzleştiriyor seyirciyi ve özellikle bu filmde bu yüzleşmeyi iyice odağına oturtuyor hikâyesinin.

Jean-Louis adındaki bir mühendis (Jean-Louis Trintignant), onun uzun süre sonra karşılaştığı çocukluk ve gençlik arkadaşı ve felsefe hocası Vidal (Antoine Vitez), Vidal’in dul ve çocuklu sevgilisi Maud (Françoise Fabian) ve Jean-Louis’nin kilisedeki bir ayinde karşılaştığı bir üniversite öğrencisi olan Françoise (Marie-Christine Barrault) arasında geçiyor hikâye. Jean-Louis Vidal’in daveti üzerine Maud’un evinde kadınla baş başa bir gece geçiriyor ve bu arada Françoise ile de tanışmaya ve arkadaşlık kurmaya çalışıyor. Adını Maud’un evinde geçen geceden alan filmde iki Katolik (Jean-Louis ve Françoise), bir Marxist (Vidal) ve bir ateistin (Maud) aşk, evlilik, inanç ve sadakat üzerindeki diyaloglarını Pascal’ın bu konulardaki düşüncelerini referans alarak oluşturmuş Rohmer ve ortaya entelektüel olarak nitelendirilebilecek bir sonuç çıkarmış. Filme ek bir boyut daha getiriyor Rohmer ve yine aynı Fransız bilim adamının matematikçi yanından yola çıkarak olasılıklar, kader, şans ve risk almayı da (kumar oynamayı, bir başka ifade ile) sağlam bir şekilde hikâyenin parçaları yapıyor. Fransız sinemacının filmlerinde erkek karakterlerin öne çıktığı hikâyelerde bile kadın karakterlerin çoğunlukla daha güçlü ve kararlı bir resimle anlatıldığını bilenler burada da benzer bir durumla karşılaşmayacaktan şaşırmayacaklardır.

Filmi uzun ve bol konuşmalı sahneler üzerine kurmuş Rohmer ve Jean-Louis karakterinin iç sesini de iki kez seyirciye duyuruyor şaşırtıcı bir şekilde. Şaşırtıcı çünkü her iki sahne de filmin geneline hâkim olan doğrudanlığa aykırı düşüyor. Bunların ilkinde tek bir cümle duyuyoruz: “O pazar günü, Aralık ayının 21’i, hiç şüphesiz Françoise’ın karım olması gerektiğini anladım”. Noel arifesindeyiz ve yalnız yaşayan ve uzun süre yurt dışında (Kanada ve Şili) çalışmış olan mühendis Jean-Louis kilisede bir ayinde gördüğü genç kadına “âşık olmuştur”. Bu duyduğumuz cümlenin ima ettiği kader anlayışı ve öykünün temelde dinî bir temeli olan Noel zamanında geçmesi filmin içeriği ile oldukça uyumlu ama Rohmer etik değerler ve ahlak etrafında döndürse de hikâyesini bir “din filmi” çekmemiş. Dinsel düşünce ve inançların bireylerin değerlerini belirlemesi ya da en azından etkilemesi ve modern hayat ile dinsel kuralların gelenekçiliğinin çelişmesi burada asıl olan ve Rohmer ne örneğin bir Katolik karakterin ne de Marxist olanın yanında duruyor ve bir mesaj verme ve taraf tutma kaygısına kapılmıyor hiç.

Entelektüel bir sohbeti (daha doğrusu sohbetleri) günlük hayatın gerçekleri ile ilişkilendirerek anlatan film bir insanın bir diğeri ile karşılaşma olasılığı, düşük olasılıklı ama kazancı sonsuz olacak bir seçeneğin peşinden gitmenin anlamı (Vidal bu durumu; Lenin, Gorki ve Mayakovski’den hangisine ait olduğunu hatırlamadığını söylediği “Rus devrimi ihtimalini seçmek” ifadesi ile açıklıyor), evlilik kurumu, sadakat, aldatma ve “birisi ile yatıp yatmama” gibi konular üzerinde dört karakteri ile birlikte seyirciyi bir tartışma dizisinin içine sokuyor. “Doğru ya da yanlış, herkesin bir aziz olma şansı olmadığına göre belli ki ben o aziz olamayacaklardan biriyim; doğuştan gelen mizacım, umutlarım, potansiyelim, hatta sıradanlığım ve heyecandan yoksunluğum yüzünden” diyen Jean-Louis modern dünyada “temiz” kalmanın olasılığı üzerine düşündürüyor seyirciyi eylem(sizlik)leri ve düşünceleri ile. Rohmer’in düşünsel yanı bu denli ağır basan ve diyaloglara sıkı bir şekilde bağlı olan hikâyeyi sinemasal bir tadı hiç ihmal etmeden anlatabilmesi önemli bir başarı. Görüntülerde imzası olan usta sanatçı Néstor Almendros’un ona bu açıdan sağladığı önemli katkıyı da atlamamak gerek; bir Noel zamanı hikâyesi olarak karın da yağdığı filmde şehre yüksekten bakan bir tepedeki konuşma sahnesi örneğin, çerçevelemesi ile çok çekici ve filme hem nefes aldırıyor hem de yağan karla birlikte adeta karakterin saflığını anlatıyor bize.

Film Rohmer’i geniş kitlelere tanıtan çalışma olarak kabul ediliyor bugün ve tüm Rohmer filmleri gibi insanların (çoğunlukla da sıradan insanların) doğalarına nüfuz edip, onları tüm güçlü ve zayıf yanları, kararlılıkları ve tereddütleri ile, kısaca onları birer insan yapan tüm yanları ile karşımıza getirerek çekici bir sonuç koyuyor ortaya. Sıradan bir görünüm içinde, dikkatli ve hevesli gözler için bir parlak mizansen örneği de sergiliyor burada yönetmen. Örneğin Maud’un evinde önce o, Vidal ve Jean-Louis ile başlayan, daha sonra Vidal’ın ayrılması ile diğer ikisinin kaldığı uzun sahnede tüm o aralıksız diyalogları bir “koreografi” ile destekleyerek parlak bir başarı elde ediyor. Karakterler arasındaki çekişmeler, imalar ve küçük oyunlardan aldığı güçle Rohmer bir kez daha bize bizim hikâyemizi anlatıyor keyifli, sorumlu ve dürüst bir şekilde.

1965 yılında Fransız televizyonu için Pascal üzerine bir belgesel (“Entretien sur Pascal”) çeken Rohmer bu filmin hikâyesini de bu bilim ve düşün adamının doğduğu yer olan Clermont’ta geçirmiş ve şehri zarif bir şekilde filmin önemli bir parçası yapmış. Filmi seyrettikten sonra Pascal’ın “Pensées” (Düşünceler) adlı kitabını okumak ve “ Pascal’ın Bahsi” (bir dizi argümanla kazançlı çıkmak (cennete gitmek?) için Tanrı’ya inanmanın inanmamaktan daha akılcı olduğu sonucuna varır Pascal) olarak bilinen argüman üzerinde düşünmek için teşvik edici olan film olasılıklar üzerinden matematiğin hayatımız üzerindeki yerini de hatırlatıyor eğlenceli bir şekilde. Dört oyuncunun da parlak performanslar sergilediği filmde Jean-Louis Trignant hikâyenin akıp gitmesini sağlayan ve karakterinin entelektüel ikilemlerini gerçekçi ve çekici kılan oyunculuğu ile ve hikâyenin onun etrafında dönüyor olmasının da avantajı ile öne çıkıyor. Tüm Rohmer filmleri gibi, görülmesi gerekli bir sinema yapıtı.

(“My Night at Maud’s” – “Maud’daki Gecem”)