The Last Black Man in San Francisco – Joe Talbot (2019)

“Size bakışlarına bakın. Sizi küçümseyişlerine bakın… ama bu evleri biz inşa ettik. Bu evler biziz! Gözleri, sivri kenarları… giderlerse biz de gideriz. Tahtalarına sinen bizim terimiz, varaklarındaki bizim suretimiz. Burası bizim evimiz. Bizim evimiz, bizim evimiz!”

İçinde büyüdüğü, büyükbabasının inşa ettiğini söylediği ve ailesinin yıllar önce kaybettiği eve sahip olmak isteyen bir adam ve bu çabasında hep onun yanında olan arkadaşının hikâyesi.

Orijinal hikâyesini Jimmie Fails ve Joe Talbot’ın, senaryosunu Talbot ve Rob Richert’ın yazdığı ve yönetmenliğini Joe Talbot’ın üstlendiği bir ABD yapımı. Jimmie Fails’in kendi hikâyesine dayanması ile yarı-otobiyografik bir niteliği olan çalışma San Francisco’nun “gentrification” (bizde “soylulaştırma” olarak kullanılan bu ifade, şehir merkezlerinde orta ve alt sınıfların yaşadığı semtlerin üst sınıfların eline geçecek şekilde dönüştürülmesi anlamına geliyor kabaca) süreci ile ilgili bir hikâye anlatırken, ailesinden kopmuş bir adamın geçmişini canlandırma çabasına hüzünlü bir bakış atıyor. Sundance’de yönetmenine ödül getiren film bir kalp ve hayal kırıklığı, kimliğini oluşturma gayreti ve anıları yitirmeme çabasını çekici bir şekilde anlatırken, daha toplumsal bir bakışla ele alınması gereken bir konuyu sanki bir bireysel meseleye indirgemiş gibi görünmesi (veya bunu zaten tercih etmesi) ile önemli bir fırsatı da kaçırıyor aslında.

Soylulaştırma bugün Türkiye’nin de ivmesi artan bir hızla içine düştüğü bir problem. Yoksulların şehrin çeperlerine atılması ve değerlenen semtlerin seçkin sınıfların, zengin olanların eline geçmesi bu sürecin sonucu bir bakıma. Türkiye’de ve özellikle İstanbul’da deprem gerçeğinin bu sürecin mazeretlerinden biri olması itirazı güçleştiriyor ve “kentsel dönüşüm” adı altındaki faaliyetlerle orta ve alt sınıflar evleri yenilendiğinde artık hep yaşadıkları yerlerde barınamaz hale geliyorlar; çünkü örneğin sitelere dönüşen apartmanların aidatları onlar için karşılanamaz derecede yüksek oluyor. Bu dönüşümün bir diğer sonucu ise yıllara yayılan komşuluk ve ortak yaşama alışkanlıklarının geri döndürülemeyecek şekilde yok edilmesi ve toplumsal dayanışma ruhuna çok ciddi bir zarar verilmesi kuşkusuz. Joe Talbot’ın ilk uzun metrajlı filmi olan bu çalışmanın hikâyesi bir kentsel dönüşüm ortamında geçiyor ve arada karşımıza çıkan görüntüler, bazı diyaloglar aracılığı ile hikâyenin geçtiği bölgenin bu gerçeğini hatırlatıyor Talbot. Jimmie (Jimmie Fails) bir yaşlılar evinde hasta bakıcılık yapan, sürekli beraber takıldığı arkadaşı Montgomery’nin (Jonathan Majors) evinde yaşayan ve eskiden ailesi ile birlikte yaşadığı ama uzun süre önce ellerinden çıkmış olan evde tekrar yaşayabilme özlemini, -evin şimdiki sahiplerinin itirazına rağmen- evin bakımını üstlenerek gidermeye çalışan genç bir adamdır. Bu evi büyükbabasının 1945’te kendi elleri ile inşa ettiğini söylemektedir ve evin bakımsızlığına dayanamamaktadır. Jimmie’nin anne ve babası ayrılmışlardır; uzun süredir gömediği annesinin nerede olduğunu bile bilmemekte, aynı şehirde yaşadığı ve korsan DVD işinde olan babası ile de pek görüşmemektedir.

Talbot’ın evrensel olabilme potansiyeli oldukça yüksek olan hikâyesini bu boyutlarını ve bölgenin kentsel dönüşümünü yeteri kadar öne çıkarmadan ve neredeyse bir bireysel öyküymüş gibi anlatması belki bir liberal Amerikan bakışına uygun ama filmin gücünü azaltan bir tercih olmuş. Oysa sözleşmeli kiracılarından kurtularak evini yenilmek isteyen ev sahibinin kendi evini yaktırması, bir siyah karakterin bir beyaz adama “gördüğün en iyi komşu olacağım” deme ihtiyacını hissetmesi veya yıllardır kirli olan suyu nedense şimdi gündemine alan şehir yöneticilerinin varlığı gibi unsurlar üzerinden çok daha fazla şeyi çok daha “sert” bir şekilde söyleyebilirmiş ve söylemeliymiş Talbot. Hatta Jimmie’nin özlem duyduğu evin herkese anlattığı hikâyesi ile ilgili gerçek ortaya çıktığında, filmin zaten yeterince güçlü olmayan toplumsal bakışı daha da zarar görüyor kesinlikle.

İki arkadaşın seyahat aracı olarak kullandığı kaykayın sembolü olabileceği bir uçarı dili var filmin; Jimmie ve Montgomery’nin etraflarına bu kaykayın üzerinde kayarken bakmasına yakın duran bir bakışla kullanılıyor kamera zaman zaman. Kamera kaykay ile hareket ederken sağda ve soldaki insan ve nesneleri fiziksel olarak olması gerekeceği gibi flu göstermiyor yönetmen ve aksine onları aşırı yavaşlatılmış bir biçimde gösteriyor kamera, özellikle de insanları. Bu tercihler ve müziğin kullanımı bir tüy hafifliğine büründürüyor ilgili sahneleri ve müziğin de uyumlu kullanımı ile görsel bir çekicilik kazandırıyorlar filme. Görüntü yönetmeni Adam Newport-Berra’nın parlak renkleri öne çıkaran ve aslında epey karanlık yanları olan hikâyeye hoş bir zıtlık katan çalışmasının önemli artılarından biri olduğu film bu açıdan seyirci için görsel çekiciliğini korumayı hep başarıyor.

Jimmie ve Montgomery ile mahalledeki diğer gençlerin yaşam tarzları ve karakterleri arasında ciddi bir fark olması hikâyeye ek bir boyut kazandırıyor. Diğerleri tüm gün aynı kaldırımda buluşup boş konuşmalarla vakit geçirir ve serserilik yaparken (aslında bu konuşmalar bir Yunan trajedisindeki koroyu hatırlatmıyor da değil), kahramanlarımız düzgün bir hayatın peşindedirler ve kesinlikle çok daha entelektüeldirler. Montgomery yaşadığı dünyayı sürekli olarak gözetleyerek tanık olduklarını çizimlerle ve yazdığı oyunla kağıda dökmektedir örneğin veya diğerleri ne kadar kaba ise, bizimkiler o kadar incedir. Kendi aralarında tartışan serserilere kahramanlarımızın yaptığı Stanislavski ve Çehov gibi isimleri içeren konuşma bu inceliğin bir diğer örneği olarak gösterilebilir. Bir eve ve o evle birlikte bir mahalleye ve komşulara sahip olmak, yaşanan evin (veya mahallenin) nesillere yayılan bir süreklilik göstermesi ve anıların silinip gitmemesi gibi insanı insan yapan değerler açısından önemli olan meseleleri de incelikle hatırlatan film hep bu inceliğin yanında duruyor özenle.

“San Franscisco’daki ilk siyah adam” olan büyükbabasının inşa ettiği evde yaşamak isteyen Jimmie’nin “San Francisco’daki son siyah adam” olmak kaderine karşı mücadelesini anlatıyor bir bakıma yönetmen Talbot bize. Kader kelimesinin düzen kelimesini örtmek için kullanılan ve boyun eğmeyi kaçınılmaz gösteren bir sözcük olduğunu vurgulayacak bir “politik” havayı tercih etmemesi ile önemli bir fırsat kaçırmış olsa da, sağlam bir soundtrack ve Emile Mosseri’nin başarılı orijinal müziği ile desteklenen hikâye sıkı bir dostluk öyküsü olarak da değerli olan ve kesinlikle önemli bir ilk film.

The Florida Project – Sean Baker (2017)

“En sevdiğim ağaç bu, neden biliyor musun? Çünkü devrilmiş ama büyümeye devam ediyor”

İşsiz annesi ile birlikte, Florida’da Disney World Parkı’nın yakınlarında bir motelde yaşayan altı yaşındaki bir kızın hikâyesi.

Sean Baker ve Chris Bergoch’un orijinal senaryosundan Baker’ın çektiği bir ABD yapımı. Adı Disney World’ün inşa aşamasındaki isminden gelen filmin senaristlerinden Chris Bergoch ilhamını bir gezisi sırasında bir motelin otoparkında oynayan çocuklardan aldığını söylüyor ve onların içinde yaşadıkları koşullardan bağımsız olarak sahip oldukları çocukluğun o engel olunamaz coşkusunu ve özgürlüğünü anlatmak istediğini söylüyor. Aslında rahatlıkla karanlık olarak nitelendirilebilecek bir hikâyeyi çocukların yakınında yaşadığı Disney dünyasının renklerine uygun bir görsellikle sergileyen film, yetişkinlerin bocaladıkları bir dünyanın parçası olmadan önce yaşanan, çocukluğun o kaygısız dönemini anlatırken bu mutluluğun önünde sonunda karşısına çıkacak olanı göstermeyi de ihmal etmiyor. Motelin idarecisini canlandıran Willem Dafoe dışındaki oyuncuların çoğunun ilk sinema tecrübelerini yaşadıkları film, başta başroldeki Brooklynn Prince olmak üzere çocuk oyuncuların performansları ile zenginleşen, bir hikâyeden çok birkaç günü anlatmayı seçen ve belgesel dürüstlüğü ile dikkat çeken bir çalışma.

Biri erkek biri kız, oynayan iki çocuğu göstererek açılıyor film; hikâyenin kahramanı Moonie ve en iyi arkadaşı Scooty’dir bu çocuklar. Bağıran bir çocuğun sesi onlara “yeni insanlar geldi”ğini söylediğinde fırlarlar yerlerinden ve gelenlerin kim olduklarını görmeye giderler. İki çocuğun anneleri de iyi arkadaştır; biri bir kafede garsonluk yaparken, diğeri ise işsizdir. Moonie ve Scooty yaz günlerini tam bir başıboşluk, özgürlük ve haylazlıkla geçirirlerken, içinde bulundukları yoksulluğu ve bir adım yakınlarında olmasına rağmen erişemeyecekleri Disney dünyasının yapay mutluluklarını hiç dert etmeden yaşamaktadırlar. Birer odasını kiraladıkları motel onların evidir ve etraftaki diğer çocukları da yanlarına alarak keyifli günler geçirmektedirler. Tek bir dondurmayı üç kişi birden yalamaktan en uzağa tükürme yarışmasına sıradan mutluluklardır sahip oldukları ama Baker açılış jeneriği için seçtiği Kool & the Gang şarkısı “Celebration”ın parti mutluluğunu anlatan sözlerinin de vurguladığı pembe bir hayatın resmini çiziyor onlar için. Finalde zirveye çıkan gerçeğin sertliğini hikâye boyunca gösteriyor Baker ama çocukların gözünden bakıldığında kesinlikle özenilecek bir yaşam sürdürdükleri. Yetişkin olduğumuzda, -kaçınılmaz olarak kaybettiğimiz- çocukluğun kaygısız havasını bozamıyor hiçbir şey ve her insan, her nesne ve her olay bir eğlence ve oyun konusu olabiliyor onlar için. Bir bakıma bir rüya yaşadıkları ve Baker’ın görsel tercihleri de bu havayı destekliyor. Oysa çok ciddi sorunlar var yetişkinlerin ve dolayısı ile çocukların hayatlarında. Şekerleme renkleri ve şeker tadındaki sahneler bu zorlukları yumuşatıyor ister istemez; ne var ki filmin çocukların gözünden olmasa da, onların zihinsel dünyası ile baktığını düşünürsek olan bitene, bunun yanlış bir tercih olmadığını söyleyebiliriz. Ayrıca finalin, sonuçsuz olacak olsa da bir kaçışı göstermesi oldukça gerçekçi olması ile doğruluyor bu tercihi.

Kurguyu da üstlenen Sen Baker’ın görüntü yönetmeni Alexis Zabe ile birlikte yarattığı renkli dünya çocukların bir adım ötesinde yaşadıkları yapay Disney cennetinin havasına uygun ve diğer taraftan, onların -henüz çocukluk masumiyetini koruyabilmiş olmaları nedeni ile- etraflarını nasıl gördükleri ile de uyumlu. Dükkânların dış cepheleri ve karakterlerin yaşadıkları motelin renkleri de bir masal havası yaratarak katkı sağlıyorlar bu uyuma ve -bir gün elbette bitecek olan- bir çocukluk düşünün yaratılmasını sağlıyorlar. Tüm bu masalsı havaya rağmen film kesinlikle bir belgesel havası da taşıyor ve bunda çocuk oyuncuların performansının çok önemli bir payı var. İşsizlik, yoksulluk, fuhuş, hırsızlık, dolandırıcılık, pedofili, uyuşturucu ve yangın gibi olumsuz ögelerin motelin üzerinde beliriveren bir gökkuşağı ile dengelendiği dünya koşulsuz dostlukların kurulabildiği bir yer ama hikâye hiçbir anında gerçekçilikten uzaklaşmamayı başarıyor ilginç bir şekilde. Moonee’nin bir diğer çocuğa söylediği “Keşke şekerden çatal yapsalardı. Böylece yemek bittikten sonra çatalı yiyebilirdin” sözleri, “keşke”si ile birlikte Baker’ın filmde kurduğu dünyanın saflığını da özetliyor bir bakıma.

Willem Dafoe motelin idarecisi ve diğer her şeyi olarak oldukça yalın ve doğal bir oyunculuk sunarak, amatör bir kadro içinde profesyonelliği ile göze batmayan ama hikâyeye güç kazandıran bir performans göstermiş. Hikâyenin kahramanı Moonee’nin annesi rolünde Bria Vinaite ilk oyunculuğunda hiç aksamıyor ve kendisi de ruhen bir çocuk olan karakterini ilgi çekici kılmayı başarıyor. Kuşkusuz oyunculuk açısından filmin yıldızı Moonee’yi canlandıran Brooklynn Prince; o tarihte henüz yedi yaşında olan küçük oyuncu adeta kendi hayatını ve kendi yaz aylarından birkaç günü canlandırıyor ve filmin hiçbir anında ortadan yok olmayan doğallığının en önemli yaratıcısı oluyor. Final sahnesindeki performansı en katı yürekleri bile etkileyecek bir düzeyde ve finaldeki “kaçış”ın onunla birlikte parçası olmayı istemenizi sağlayacak kadar güçlü.

Filmle ilgili temel eleştiri -yukarıda da değinildiği gibi- Baker’ın yarattığı dünyanın, sinemacının tüm gerçekçi sinema diline karşın yoksulluğun sertliğinden özenle uzak durması; oysa Disney World’ün sembolü olduğu “Amerikan Rüyası”nın göz boyayan sahteliği ile çevrili çocukların hayatı. Gerçek dünyada her türlü soruna müdahale eden bir Bobby (Willem Dafoe) yok ve olamaz da; çünkü sistemin ve düzenin yanlışlığı tek bir bireyin iyi yürekliliği ile baş edilemeyecek sorunlarla doludur ve Moonee’nin geleceği büyük olasılıkla annesininkinden çok da farklı olmayacaktır. Ne var ki Baker eleştirel bir dünya kurmayı seçmemiş ve örneğin bir Vittorio de Sica veya Ken Loach’un çok farklı ve daha etkileyici bir şekilde anlatabileceği bir dünyaya bir çocuk saflığı ile yaklaşmayı tercih etmiş. Oysa yaşadığımız dünya bir Disney World değil ve yoksulluk örneğin (burada onca gösterilmesine rağmen, bir yandan da ustalıkla görmezlikten gelinen yoksulluk) eziyor insanları o yapay dünyanın hemen eteklerinde. Açılıştaki “Celebration” şarkısını bir ironi olarak değil, gerçekten de bir kutlama şarkısı olarak kullanıyor Sean Baker ve bu eleştirinin bir saptama olarak doğruluğunu destekliyor bir bakıma.

The Guns of Navarone – J. Lee Thompson (1961)

“Dürüst konuşacağım, hayır! En ufak bir şansları bile yok. Navarone yolunu yarılamaları bile beni çok şaşırtır. Altı iyi adamı harcamaktan başka bir şey değil bu; ama bugüne kadar kaç adamın harcandığını düşünürsek, sanırım bunun bir önemi yok. Kararı alan ben olmadığım için memnunum, sadece bir aracıyım ben… Yine de oraya ulaşıp işi becerebilirler. Savaşta her şey mümkün; mutlak çılgınlığın ortasında sıkışan bir insan en olağanüstü kaynaklardan bile yararlanmayı başarabilir: Yaratıcılık, cesaret, kendini feda etme. Barışın problemlerine bu şekilde yaklaşamamamız ne kötü, değil mi? Herkes için ne kadar kolay ve iyi olurdu bu!”

İkinci Dünya Savaşı sırasında bir adada mahsur kalan 2.000 Britanyalı askeri kurtarmak için, Nazilerin adaya giden yolu kontrol altında tutan iki dev topunu yok etmekle görevlendirilen ekibin hikâyesi.

Alistair MacLean’ın aynı adlı romanından uyarlanan senaryosunu Carl Foreman’ın yazdığı, yönetmenliğini J. Lee Thompson’ın yaptığı bir Birleşik Krallık ve ABD ortak yapımı. Aralarında En İyi Film’in de olduğu yedi dalda Oscar’a aday olan ve Efekt dalında bu ödülü kazanan yapıt 1960’ların bol yıldızlı gösterişli çalışmalarından biri ve yapımcılığı da üstlenen Carl Foreman’ın varlığının izah ettiği şekilde, bir aksiyon hikâyesine savaş karşıtı söylemleri ve hatta İspanya İç Savaşı’nda Franco’ya karşı savaşan cumhuriyetçileri de yerleştirmiş başarılı bir film. 2,5 saati aşan süresine rağmen ilgiyi hep canlı tutmayı başaran film Hollywood tarzı oyunlara da başvuruyor ve sonuçta bir eğlencelik olmanın çok da ötesine geçmeye niyeti yok elbette ama yine de keyifle seyredilebilir bir eser bu.

Filme adını veren toplar Navarone adında, Ege denizindeki hayalî bir Yunan adasına yerleştirilmiş ama filme kaynak olan romanı yazarken Ege Denizi’ndeki meşhur on iki adadan biri olan Leros’ta (Osmanlı dönemindeki adı ile İleryoz) 2. Dünya Savaşı’nda yaşanan çatışmalardan esinlenmiş Alistair MacLean. 1943’te geçiyor hikâye ve bir adada mahsur kalan Britanya askerlerini kurtarabilmek için müttefiklerin soyunduğu bir “imkânsız görev”i anlatıyor. “Dinleyin, öncelikle o eski kale o lanet uçurumun tepesinde. O lanet uçurum dimdik. Bırakın topları, lanet mağarayı bile göremiyorsunuz. Hem zaten o lanet kayayı parçalayacak kadar büyük bir bombamız da yok. İşte lanet gerçek bu!” sözleri ile ifade ediyor karakterlerden biri görevin imkânsızlığını. Altı adam ve sonra görev sırasında onlara katılan iki Yunan kadın direnişçi müttefiklerin kurtarma operasyonuna engel olan dev topları etkisiz hale getirmeye çalışacaklardır ve bu toplara erişmeye çalışmak bile çok tehlikeli bir iştir.

Gregory Peck, Anthony Quinn, David Niven, Stanley Baker ve Irene Papas gibi yıldız oyunculara Anthony Quayle, James Darren, Gia Scala eşlik ederken, küçük rollerde Richard Harris ve Bryan Forbes da yer alıyorlar hikâyede. Aslında bir aksiyon filmi için yaşlı bir kadro bu ve gösterime girdiğinde Britanya basını filmle “Yaşlı çete savaşa gidiyor” sözü ile dalgasını da geçmiş. Dönemin en ünlü Biritanyalı oyuncularından biri olan Stanley Baker’ın nispeten ikinci planda kalan bir rolü üstlenmesinin nedeni ise oyuncunun senaryonun savaş karşıtı içeriğinden etkilenmesi olmuş. Kendisini pasifist olarak nitelendiren Peck’in seyircinin hikâyedeki savaş karşıtlığını pek de fark etmemesinden mutsuzluğunu dile getirdiği filmin bu içeriğinin arkasındaki temel neden Foreman kuşkusuz. Gençliğinde Amerikan Komünist Parti’nin üyesi olan ama daha sonra ayrılan Foreman İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ABD’de başlayan komünist avında senatoda kurulan komiteye tanıdığı komünistlerin adını vermemesi yüzünden Hollywood’da kara listeye alınmış ve sinemacılığa göç ettiği İngiltere’de devam etmek zorunda kalmıştı. Bu yazının girişinde yer alan serzenişten David Niven karakterinin subaylığa terfi edilmeyi ret etmesinin nedenine ve özellikle de operasyon ekibinin üyelerinden biri olan Brown’un geçmişine (bu asker “Barcelona kasabı” ünvanını İspanya İç Savaşı’nda almış ama film bu savaşın adını anmıyor elbette) Foreman etkisini görüyorsunuz hikâyede. Senarist ve yapımcı Foreman ekibe sonradan katılan Yunan direnişçilerin romanda erkek olan cinsiyetlerini filmde kadına çevirerek de dikkat çeken bir değişiklik yapmış.

Film Hollywood usulü bir “gereksizlik”le başlıyor. Filmde Atina şehrinin hiçbir yeri olmadığı halde oradaki ünlü Akropolis anıtının fotoğrafı üzerine yapılan bir tanıtım ve jenerik yazıları ile açılıyor hikâye. Herhalde bu görüntünün varlığını doğrulamak için yapılan açıklama pek de inandırıcı değil ve açıkçası bu girişin filme bir şey kattığını söylemek de pek mümkün görünmüyor. Bunu bir yana bırakırsak, takımın kurulması ve tanıtılması, operasonun yürütülmesi ve bu arada -kaçınılmaz olarak- yaşanan kayıplar ve beklenen son ile ilerleyen hikâye kaliteli bir aksiyon filminden bekleneni rahatlıkla karşılıyor. Heyecanı ve gerilimi genellikle hep diri tutuyor yönetmen J. Lee Thompson ve final tahmin edilebilir olsa da seyircisinin ilgi ve merak duygularının canlı kalmasını sağlıyor her zaman. Ekip üyeleri arasındaki ilişkiler ve geçmişten gelen bazı gerilimler çok güçlü değil ve gereksiz bir aşk da katılıyor o tehlikeli aksiyon anlarının içine ama yine de Foreman’ın senaryosu çoğunlukla üzerine düşeni yapıyor ve yönetmene iyi bir malzeme sağlıyor. Kayalığa tırmanma, teknenin kayalara bindirmesi ve çatışma sahneleri iyi çekilmiş ve gerçekçilikleri ile heyecan katıyorlar filme.

Filmin sadece aksiyonla yetinmeyip, karakterlerinin sorgulamalarını ve karşı karşıya kaldıkları karar anlarını da göstermesi ona aksiyona ek bir boyut kazandırıyor. Yaralanan ve operasyon için yük olan arkadaşlarına ne yapılacağı ve ihanetinden şüphelenilen için gerekli aksiyonu kimin alacağı gibi gerilim anları seyirciye aksiyonun yanında düşünsel bir alan da sağlıyor. Fedakârlık, risk yönetimi ve Niven’ın karakterinin Peck’in canlandırdığı karakteri “Subay olarak, bir kere de pis işi sizin yapın” sözleri ile suçlarken kendisinin ölüm emrini veren kişi olmamak için subaylığı ret etmesinin çelişmesi filmi sıradan bir aksiyon olmanın ötesine taşıyor. Senaryonun kendilerine sağladığı avantaj ile Peck, Niven ve özellikle Quinn rollerinin hakkını verirken, filmin zaman zaman tempoyu düşürme pahasına dramatik anları öne çıkardığını ve genel olarak hikâyenin bugün bir parça eskimiş göründüğünü de ekleyelim ama klasikleri çekici kılan biraz da bu “eskilik” değil mi?

(“Navaron’un Topları”)

Brazil – Terry Gilliam (1985)

“Arkadaşından kuşkulanma, onu ihbar et”

Distopik bir gelecekte bir hatayı düzeltmeye çalışırken rüyalarındaki kadının peşine düşen ama kendisini bürokrasi kâbusunun içinde bulan bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Terry Gilliam, Charles McKeown ve Tom Stoppard’ın yazdığı (jenerikte adı geçmeyen Charles Alverson’un da katkısı olmuş), yönetmenliğini Terry Gilliam’ın üstlendiği bir Birleşik Krallık ve ABD ortak yapımı. Gilliam’ın pek çok filminde olduğu gibi çekim ve gösterime girme süreci sıkıntılı olan, onunla yapımcılar arasında çatışmalara yol açan örneklerden biri bu. Monty Python grubunun üyelerinden olan sinemacının bu filmi o kökenini diyaloglarda ve hikâyenin içeriğinde bir şekilde hep hissettiren, George Orwell’dan Kafka’ya uzanan çağrışımları ve set tasarımları ile dikkat çeken, Gilliam’ın zengin hayal gücünden beslenmiş ilginç bir çalışma. Karanlık hikâyesinde yönetmenine özgü bir mizahı da barındıran film otoriter bir dünya üzerine görülmeyi hak eden bir yergi.

Hikâyenin, adını aldığı Brezilya ile herhangi bir ilgisi yok. Brezilyalı besteci Ary Barroso’nun ülkesinin müzik tarihindeki en ünlü şarkılardan biri olan “Aquarela do Brasil” adlı eseri ilham vermiş Gilliam’a. Uluslararası müzikseverlerin, sözlerini Bob Russell’ın yazdığı ve “Brasil” adını taşıyan İngilizce versiyonu ile tanıdığı şarkının eğlenceli ve hafif havasına hayli zıt bir hikâyesi ve atmosferi olan filmi için özellikle seçmiş bu parçayı Gilliam ve Monty Python zamanından gelen hınzırlığının bir örneğini vermiş anlaşılan. Açılışta hikâyenin “20. Yüzyılda herhangi bir yer”de geçtiği söyleniyor, özellikle kıyafetler ise 1930 ve 40’lı yılların havasını taşıyor. Fütüristik çeşitli unsurlar var filmde ama hayata çok yaygın olarak girmiş görünen makinelerin bir yandan da oldukça hantal olmaları dikkat çekiyor. Hikâyenin kahramanı Sam Lowry Bilgi Bakanlığı’nın arşivinde çalışan sıradan bir memur; prestijli kişilerle yakın ilişkisi olan annesi onu aynı bakanlıkta daha önemli bir görev olan “Bilgiye erişim” memurluğuna geçirmeye çalışıyor ama Lowry’nin tek derdi rüyalarına giren gizemli güzel kadını bulmaktır ve terfiyi kesinlikle istememektedir. Ne var ki bakanlıkta yapılan bir yanlışı düzeltmekle görevlendirilen kahramanımız yeni görevin ona kadını bulma olanağını sağlayacağını anlayınca terfiyi kabul eder ve kendisini tehlikeli ve karanlık işlerin içinde bulur.

Norman Garwood ile Maggie Gray’in imzasını taşıyan set tasarımları filmin önemli kozlarından. Hikâyesi daha ileri bir tarihte geçiyor gibi görünse de giysilerin de desteklediiği 1930 ve 40’lı yılların havasını taşıyor setler ve koca borular bu tasarımların ilk göze çarpan unsurları. “Bilgi” ve onun üzerine kurulan iktidar için önemli bir iletişim aracı, evler dahil her mekânın içinde yer alan devasa borular. Kimileri komik kimileri gerilimli olan sahnelerin de yine önemli birer ögesi olan borular çirkinlikleri ile hikâyenin karanlığını da artırıyorlar. Açılış sahnesinde gerçekleşen patlamanın da gösterdiği gibi “terörist” saldırıların sürekli yaşandığı şehirde (ya da ülkede) yapılan ihbarlarla evleri basılan halk sıkı bir baskının altında yaşamaktadır ve Gilliam klostrofobik bir sıkışıklığı ve karanlığı olan görselliği ile (görüntüde Roger Pratt’ın imzası var) boruları bu sürekli dinlemenin ve gözetlemenin sembollerinden birine dönüştürüyor ustalıkla. Başlardaki eve baskın sahnesi gibi korkutucu gösterilerin bir yandan trajikomik üsluplarının da olması tam da Gilliam’dan beklenecek bir tercih. Monty Python’ın 1969 ile 1974 arasında BBC için yaptığı “Monty Python’s Flying Circus” adındaki komedi dizisinin 2. Sezonunda yayınlanan “The Spanish Inquisition” bölümünde, adları her anıldığında eve baskın yapan engizisyon rahiplerinin komikliğini karanlık bir yan katarak yeniden yaratmış Gilliam bu baskın sahnelerinde.

Belki çok sık değil ama Monty Python tarzının izleri kesinlikle var filmde; gerçeküstücü, trajikomik, yergici ve eleştirel bir havası var hikâyenin ve yönetmenlik çalışmasının. “Yine bize söylemeden metrik sisteme dönmüşler” türünden sahneler örneğin, diyalogları ve içerdikleri absürtlükler gibi o dizide yer almasını hiç yadırgamayacağınız anları var filmin. Elbette burada daha bütünsel bir bakışla ve daha “kolay kabul edilebilir” bir bakışla anlatılıyor hikâye ama diziden ve sonraki sinema versiyonlarından hoşlananların burada da benzer bir tadı bulacağı söylenebilir rahatlıkla. Belge Bakanlığı binasındaki Kafkaesk tasarımlar ve yüzlerce çalışanı izlediğimiz sahnelerle sıkı bir bürokrasi eleştirisini distopik bir boyuta taşıyarak da yine diziye selam gönderiyor bir bakıma film. Gilliam estetik cerrahi üzerinden günümüzün güzellik ve gençlik fetişizmine de sıkı bir darbe vururken, kilisedeki cenaze töreninde olduğu gibi absürt bir komediyle eğlendiriyor da bizi. Film terörün hayatın normal bir parçası haline gelmesini de yine kendine özgü mizahı ile getiriyor karşımıza. Patlamalar her an olabilir, insanlar ölebilir ve yaralanabilir ama hayat -gerçek anlamı ile- hiçbir şey olmamış gibi devam eder diyor film ve bu “teröristler”in yanında duruyor tüm hikâyesi boyunca.

Gösterime girdiğinde Avrupa’da ilgi görse de, ABD’de gişede başarısız olan film bugün orada da bir kült olarak kabul ediliyor. Bürokrasinin toplumun en önemli mekanizmalarından biri olduğu yerde altını özellikle çizmese de ciddi bir zengin ve yoksul ayrımı da var. Yol kenarlarındaki sefalet görüntülerini kapatan dev boyutlu reklam panoları ve kahramanımızın kadını ararken içine girip çıkmak zorunda kaldığı yoksulluk manzaraları bu adaletsizliği işaret ediyor sürekli olarak, her ne kadar Gilliam bu eşitsizliği özellikle vurgulamasa da. Sam Lowry’nin içine atıldığı macerada zaman zaman 1940’ların atmosferindeki bir dedektif gibi göründüğü filmde distopik boyutu artıran bir diğer unsur da filmde doğanın finale kadar hemen hemen hiç görünmemesi. Karanlık, mekanik ve kasvetli bir dünya resmi çiziyor Gilliam ve seyirciyi ters köşeye yatıran finali ile de dikkat çeken filmi ile bu distopik toplumda dinin geçmişte ve bugün olduğu gibi gelecekte de iktidarların kullanımı için uygun bir araç olacağını hatırlatıyor.

Monty Python dizi ve filmlerinde animasyonları hazırlayan isim olan Gilliam’ın görsel yeteneğinin damgasını her anında hissediyorsunuz hikâyenin. Havalandırma ile kanalizasyon borularının yer değiştirdiği sahneden “Kalın kaşların teri tutarak kulaklara doğru göndermesi” türünden esprilere ve kağıttan adam sahnesine sinemacının kendisine has izi farklı bölümlerde karşımıza çıkıyor. İlham aldığı şarkının 1939 tarihli olmasının da desteklediği nostaljik havası ve Michael Kamen imzalı müziğinin zaman zaman Sam Lowry’nin araştırmalarına bir Indiana Jones havası katan melodileri gibi ilginç yanları olan filmin hikâyesi aslında -tüm görsel unsurları ve inanılmaz detayları çıkarırsanız- oldukça basit ama George Orwell’ın 1984’te yarattığı dünyayı absürt olanın öne çıktığı bir çılgınlıkla ve güçlü bir görsellikle anlatan filmde bunun o kadar da önemi yok; çünkü anlamsız bir bürokrasinin ve bilgiye dayalı otoriterliğin dünyasını akıldan hiç çıkmayacak şekilde yaratıyor ve önümüze koyuyor Gilliam. Başroldeki Jonathan Pryce’a aralarında Robert de Niro, Ian Holm, Jim Broadbent, Bob Hoskins ve Monty Python ekibinden Michael Palin’in de olduğu güçlü bir kadronun keyifli performanslarla eşlik ettiği film Gilliam dünyasının o farklı örneklerinden biri ve her sinemaseverin ilgisini hak ediyor.