Western – Valeska Grisebach (2017)

“Dünya tıpkı… nasıl desem… hayvanlar alemi gibi: Ya yersin ya da yem olursun. Güçlü olan her zaman kazanır”

Bulgaristan’ın kırsal bölgesindeki bir santral inşaatında çalışan Alman işçilerle yerel halkın, kültürel farklılıkların önemli bir neden olduğu çatışmalı ilişkilerinin hikâyesi.

Alman sinemacı Valeska Grisebach’ın yazdığı ve yönettiği bir Almanya, Bulgaristan ve Avusturya ortak yapımı. Karakterlerinin büyük bir kısmı erkeklerden oluşan hikâyesi üzerinden Grisebach’ın “erkeklik dünyası”na baktığı film hemen tamamı amatör oyunculardan oluşan kadrosu ile günümüzde geçen bir western öyküsü anlatıyor bize adının da vurguladığı gibi. Tanımadıkları bir kasabaya gelen yabancıların oradaki halkla önyargılar, mülkiyet çatışması ve kültürel farklılıkların belirlediği ilişkileri tipik western unsurlarını içerirken, bir kovboy hikâyesinin olmazsa olmazı kumar, silah ve atın da yer aldığı hikâye günümüzde de tüm canlılığı ile süren “öteki olana duyulan kuşku”yu güçlü bir biçimde aktarıyor ve yakaladığı gerçekçi hava ve sakin gücü ile kesinlikle ilgiyi hak ediyor.

Alman işçiler açısından bakıldığında, yabancı topraklarda yaşanan bir macera seyrettiğimiz; Bulgar köylülerin gözünden ise aynı hikâye “kasabaya gelen yabancılar”a duyulan kuşku olarak özetlenebilir. Grisebach, adını western koymaktan çekinmeyerek, bu hikâyeyi sakin ama gerilimli bir dil kullanarak anlatıyor ve irili ufaklı tartışma konuları ile bir tehdit havasını canlı tutuyor tüm karakterleri üzerinde. Alman işçilerin kampındaki aşçının reçel yapmak için köylülere ait olduğunu bilmediği ağaçlardan meyve toplaması ile başlayan çatışmalar köyün kadınlarının tacizine ve yörenin kısıtlı su kaynaklarının paylaşımına kadar farklı konulara uzanıyor hikâye boyunca ve kampa dikilen (ve sonra ortadan kaybolan) Alman bayrağının sembolü olduğu bir iktidar kavgası da kendisini hep hissettiriyor. Bir western hikâyesinin klasik doğrudanlığından uzak duruyor elbette Grisebach ve aksiyona değil, atmosfere ve o atmosferi yaratan koşullara odaklanıyor. Dolayısı ile filmin adının çekiciliğine kapılıp, klasik bir western izlemeyi bekleyenleri -olumsuz anlamda- şaşırtabilecek bir yapıt bu.

Film herhangi bir tarafı olumlu/olumsuz anlamda öne çıkarmamaya özen gösteriyor; bu politik doğruculuk belki hikâyeye bir parça soğukluk getiriyor ama önyargıların herhangi bir çatışmanın tüm taraflarında olabileceği gerçeğini desteklemesi açısından doğru bir seçim bu. Bu bağlamda, karakterler arasında öne çıkan Alman işçi (oyuncuların pek çoğu gibi kendi adını taşıyan bir karakteri canlandıran Meinhard Neumann’ın sade performansı hayli başarılı) Meinhard ise filmin durduğu ve işaret ettiği tarafı gösteriyor: Çatışmayan, anlamaya ve saygı göstermeye çabalayan bir adam Meinhard ve finalin bir bakıma onun bu tavrına adanmış görünen içeriği ile hikâyenin “mesaj”ını da üstlenen kişi. Birbirlerinin dillerini hiç bilmeyenlerin de anlaşabileceğinin kanıtı olan adam, pek konuşmak istemediği askerî geçmişine rağmen, barışın yolunu gösteren kişiye dönüşüyor ilginç bir şekilde. Grisebach’ın hiçbir şey olmayan ama bir şey olacak gerilimini hep hissettiren farklı sahnelerinin de (örneğin Meinhard’ın bir gece tanımadığı Bulgar köylülerin arabasına binmek zorunda kaldığı sahne) sık sık kahramanı olan adam “sakin güç” kavramının somutlaşmış hâli adeta.

Yönetmenin anlatmaktan çok, gözleyen ve belgeleyen sinema dili hikâyeyi zaman zaman kurgu ve belgeselin karışımı ve oldukça çekici bir havaya kavuşturuyor. Orijinal müzik kullanmayan ama bize özellikle çok tanıdık gelecek Bulgar melodilerini (Roza Petrova ve Slavka Kalcheva, şarkılarını dinlediğimiz Bulgar sanatçılardan ikisi) keyifli bir eğlence sahnesinde kullanan film, hümanist yaklaşımı ile de ilgiyi hak ediyor. Yönetmenin önceki filmlerinde de kendisini gösteren, karakterleri ve yaşadıkları hayatları yaratmak yerine, adeta onları gerçek hayatlarındaki gibi gösterme ve bu bağlamda onlara iyi bir araştırmacı gibi yaklaşma tercihi burada da çıkıyor karşımıza ve onun hem western türünün dinamikleri hem de Bulgaristan’ın kırsal yaşamı üzerine epey düşündüğünü gösteriyor. Düelloların yerini karşılıklı sert ve imalı bakışların aldığı film “western” türünün olağan çatışmalarını günümüzdeki farklı boyutları da (Doğu ile Batı, uygarlık ile az gelişmişlik vs.) dahil olmak üzere bünyesine alan ilginç bir yapıt kesinlikle. Erkeklerin halleri, takındıkları rolleri ve doğası üzerine bir kadın yönetmenden gelen güçlü bir bakışa sahip olan yapıt Meinhard’ın geçmişi hakkında konuşmayı sevmemesini bir sembol olarak kullanarak Almanya’nın sorunlu geçmişine de göndermede bulunan (kişisel bir mesele için dile getirilen bir özrü, köyün yaşlılarından biri “70 yıl sonra da olsa” ifadesi ile karşılıyor örneğin) ve klasik westernlerde Batı’ya gidenlerin yerini, burada Doğu’ya gidenlerin aldığı farklı ve önemli bir film.

Lerd – Mohammad Rasoulof (2017)

“Bu ülkede ya zalim olursun ya mazlum, başka bir seçenek yok”

Balık çiftliği olarak kullandığı arazisine göz diken özel bir şirketle boğuşan bir adamın, ülkesini tamamen saran yozlaşma ve rüşvet karşısında yaşadıklarının hikâyesi.

Senaryosunu yazan Mohammad Rasoulof’un yönetmenliğini ve yapımcılığını da üstlendiği bir İran yapımı. Cannes’da Belirli Bir Bakış bölümünde ana ödülü kazanan yapıt, “Rejim karşıtı propaganda” suçu ile hapis cezası alan, belli sürelerle film çekmesi yasaklanan ve pasaportuna el koyulan bir sanatçı olan yönetmenin başının İran yönetimi ile neden sık sık derde girdiğini anlamamızı sağlayacak sert bir eleştiriye sahip. Yozlaşmış bir düzende ayakta kalmanın tek yolunun “oyunu kurallara göre oynamak” olduğu ülkede inatçı bir adamın ne kadar direnebileceğini sert bir öykü ile anlatan film eleştirisini sinemsal bir gerilimle zenginleştirebilmiş olması ile de ilgiyi hak ediyor.

Hikâyenin kahramanı Reza (Reza Akhlaghirad) ile evinde bir karpuza enjektörle bir sıvı zerk ederken tanışıyoruz; işi biten adam başka karpuzların olduğu ve evin tabanında yer alan bir gizli bölmeye saklıyor bu karpuzu daha sonra. Ardından, “camiden gelen” iki kişi Reza’nın evini arıyorlar bu karpuzları bulmak için. Bu açılış sahnesi Reza’nın, aslında tüm İran halkının, rejimin koyduğu yasaklar karşısında yaşadıklarının sadece ilk örneği. Bu sahneden sonra hikâyenin sonuna kadar sürekli olarak yeni bir yozlaşma örneğini karşımıza getiriyor Rasoulof; ülkenin tüm kurumlarını ve toplumun tüm bireylerini derinden etkileyen bir çöküşün resmini çiziyor ve rejimin kendisine uyguladığı eziyeti sonuna kadar “hak ettiğini” gösteriyor. Ülkemizde Japon balığı olarak bilinen türden balıkları evinin önündeki havuzda yetiştiren bir adam olan Reza, bir kız okulunun müdürü olan eşi Hadis (Soudabeh Beizaee) ve küçük oğlu ile yaşamaktadır. Görünürdeki mutlu hayatları, bankaya olan borçları ve adamı balık çiftliğinin bulunduğu araziyi kendilerine satmaya zorlayan güçlü bir özel şirketin tehdidi altındadır. Havuzu besleyen suyun kesilmesi nedeni ile balıkların bir kısmının ölmesi ile başlayan sorunlar Reza’nın; bankadan polise, belediyeden yargıya ve sigortacılıktan adlî tabipliğe ve özel şirketlere, mücadelesi süresince ilişki kurduğu tüm kurumlardaki rüşvet ağını ve kayırmalarla boğuşmasını anlatırken; demokrasinin, adaletin ve eşitliğin olmadığı hayli karanlık bir İran gösteriyor seyirciye. Oldukça karamsar ve karanlık bu hikâye, adamın gittikçe tükenen direnişi ve finali ile daha da kararıyor ve bizi umutsuzluğun yanına getirip terk ediyor. Rasoulof’un bu kötümserliğinde kuşkusuz ki kişisel tecrübelerinin ve rejimin kendisine yaptıklarının önemli bir payı var ve bugünlerde İran’da yaşanan ve “doğru şekilde örtünmeyen” bir genç kadının devletin karakolunda hayatını kaybetmesi ile tetiklenen olayların da gösterdiği gibi hak vermemek mümkün değil yönetmene.

Filmin İran’daki gayrimüslimlerin yaşadıklarını da (mezarlık ve okulda yaşananlar gibi) hikâyenin parçası yapması -anlatılanların doğru ve vahim olması bir yana- ve ülkede yaşanan sorunların tümüne birden birden el atma çabasına girişmesi ne kadar doğru bir tercih olmuş, tartışmaya açık; çünkü zaten yeterince karanlık bir film bu ve öykünün odağını da (normalleşen yozlaşma) dağıtıyor bir parça. Kaldı ki o sorunlar kendi başlarına ayrı öykülerin teması olacak kadar güçlü ve önemli. Yine de bunun aslında film adına önemli bir sorun oluşturmadığını, sadece senaryonun karamsarlığının bazı seyirciler için “fazla” olmasına yol açabileceğini söylemekte yarar var. Rüşvetle işlerini halletmeye direnen Reza’ya, “Hayat herkese (dürüst olmayan eylemlerde bulunmayı) öğretir; kimine hızlı kimine yavaş, kimi çok öğrenir kimi az” diyor karakterlerden biri ve bu tür sözleri sürekli duyduğumuz hikâye umudu hep erişilmez bir yerde tutuyor adam için.

Elbette kesinlikle gösterilmeyen cinselliğin iki ayrı sahnede ve tamamen edepli bir şekilde ima edilmesi bile İran sineması için oldukça cüretkâr açıkçası ve herhalde devletin sansür mekanizmasının başında oturanlar hiç hoşlanmamışlardır bu karelerden; ama elbette rejim için asıl sorun kendisine yönelik eleştiriler. Reza’nın adeta meditasyon yaptığı küçük mağaradaki sıcak su kaynağı içindeki etkileyici sahneler onun için bir nefes alma fırsatı gibi görünse de, geçidir bu anlar ve mekânın masalsı/gizemli görünümü de sanki sadece bir hayalmiş havası veriyor gördüğümüze. Reza’nın üniversite günlerindeki “kahramanlığı” zorunlu olarak geride kalmış olsa da, onun en azından kendi küçük hayatında kişisel onurunu, gururunu ve dürüstlüğünü korumak için gösterdiği insanüstü çaba ve inatçılığın sürdürülebilirliği ve adamın bu konudaki inadının kırılıp kırılmayacağı üzerinden çekici bir gerilim de yaratıyor hikâye ve toplumu tüm bireyleri ile birlikte suçluyor net bir şekilde. Bozuk bir düzende sessiz kalmanın da bir noktadan sonra işe yaramayacağını ve düzenin kişiyi ya zalim ya da mazlum olmaya mahkûm edeceğini anlayan Reza’nın hemen her zaman öfkeli, yılgın ve hep birtakım duyguların bastırıldığını hissettiren yüzünü, içindeki fırtınalarla birlikte çok iyi yansıtan Reza Akhlaghirad da bu gerilimin önemli yaratıcılarından biri oluyor.

Senaryonun ardı ardına yolsuzluk örneklerini sıralaması nedeni ile zaman zaman bir tekrar havasına düşen film, nihilist olarak tanımlanabilecek seçimleri ile seyirciyi, özellikle de umut hikâyesi seyretmek isteyenleri zorlayabilir; bu bağlamda bakınca Reza karakterinin finalde keşfettiği gerçek daha da sert bir darbe vurabilir o seyircilere. Görüntü yönetmeni Ashkan Ashkani’nin başta Reza olmak üzere karakterlerin içinde bulunduğu baskıcı ortamı oldukça sade seçimlerle ve güçlü bir biçimde yansıttığı film yaratıcısının öfkesinin -çoğunlukla- olumlu bir şekilde yansıdığı önemli bir yapıt olarak, görülmeyi hak ediyor.

(“A Man of Integrity” – “İnatçı Bir Adam”)

Lazzaro Felice – Alice Rohrwacher (2018)

“İnsanlar hayvanlar gibidir. Ancak serbest kaldıklarında, sefaletleri içinde sıkışıp kalmış köleler olduklarını anlarlar. Şu anda acı çekiyorlar ama farkında değiller. Ben onları sömürüyorum, onlar da şu zavallı adamı. Bu, engel olunması mümkün olmayan bir zincirdir”

Doğası gereği iyi bir insan olmaktan başka bir yol bilmeyen genç bir köylünün ve köyde ortakçı olan diğerlerinin bir markize olan bitmek bilmeyen borçları için köle gibi çalışmalarının hikâyesi.

Alice Rohrwacher’in yazdığı ve yönettiği bir İtalya yapımı. Aralarında Cannes’daki senaryo ödülünün de bulunduğu pek çok ödülün sahibi ve adayı olan yapım, iyi yürekli Lazzaro’nun hikâyesini anlatırken sıkı bir politik eleştiride de bulunan, adının da çağrıştırdığı gibi bir tür Lazarus olan bir genç adamın bir köyde başlayıp bir büyük şehire uzanan yaşadıkları ile geçmişten günümüze ekonomik sömürünün hep var olduğunu hatırlatan başarılı bir çalışma. Büyülü gerçekçilik denebilecek bir içeriği ve dili olan ve genç oyuncu Adriano Tardiolo’nun karakterinin doğasına çok uygun fiziği ve sade oyunculuğu ile dikkat çektiği yapıt yönetmenin 2014 tarihli “Le Meraviglie” (Mucizeler) adlı filmindeki başarısını bir adım daha ileri taşıyan güçlü bir çalışma.

İnandıkları ve sorgulamadıkları bir yalan nedeni ile, bir markizin marabası olarak tütün yetiştiricliği yapan köylüleri ve onlardan biri olan genç Lazzaro’yu anlatıyor film. Büyülü gerçekçi yanı olan bir masal adeta seyrettiğimiz. Herkesin işine koşan, kendisinden her isteneni yapan; doğası aksini aklına bile getirmesine izin vermediği için, iyilik yaptığının farkında bile olmayan bir genç Lazzaro. Annesi ve babasının kim olduğunu bilmeyen, yürüme güçlüğü nedeni ile sık sık kucağında taşıdığı büyükannesi ile yaşayan Lazzaro ve diğer köylülerin iç içe bir hayat sürdükleri Inviolata adında bir yerde geçiyor hikâye; bu kelimeyi Türkçeye bozulmamış, saf olarak çevirmek mümkün ve Rohrwacher’in neden bu sözcüğü seçtiği üzerine düşünmek gerekiyor bir parça: Öykünün ikinci yarısının geçtiği şehir hayatı ne kadar soğuk, gri ve tatsız bir şekilde resmediliyorsa, ilk yarıda gördüğümüz köy de o kadar sıcak, renkli ve eğlenceli bir resme sahip. Bu bağlamda değerlendirince, -ama ne yazık ki sadece görünüşte- çok saf bir hayat burada sürülen ve insanın şehrin betonlarına değil, doğaya ait olduğunu ileri sürdüğünü söyleyebiliriz bu seçimin. Öte yandan, bir yalan üzerine kurulu sömürünün kurbanı olan köylülerin bu yalanın farkına bile varmamalarına neden olan saflığına (temizliğine) bir gönderme olarak düşünmek de mümkün bu ismi. Bu saflığın en güçlü örneği de Lazzaro karakteri. Markizden izin almadıkları için terk edemedikleri (şehre gitme hayali kuran bir genç çiftin yaşadıkları ve bir su birikintisini geçmeleri gereken köylülerin tereddütleri ve korkuları iki güçlü örnek) köyde yaşayanlardan biri olan genç adamın saflığı sinema tarihinde benzeri görülmemiş bir örnek olsa gerek. Bir kadının, “Ne diye teşekkür ediyorsun? Az daha seni öldürüyordu” tepkisini verdiği sahnede tanık olduğumuz durum Lazzaro’nun doğasını gösteren örneklerden sadece biri. Annesi ile birlikte köye gelen markizin oğlu ile tanışması farklı olaylara neden olurken, Lazzaro’nun bu oyunbaz gençle ilişkisi adeta insanın ne olabilecekken ne olmayı seçtiği ile ilgili çarpıcı bir resim çiziyor bize. Bir aziz diye de düşünebilirsiniz Lazzaro’yu ama onun iyiliği örneğin bir azizin aksine düşünerek/seçerek ulaşılan bir hâl değil; çünkü başka bir yol, hayat ve tavır onun için mümkün bile değil. “Müziğin onun için kiliseyi bile terk etmesi” ve bir bankada geçen linç sahnesi geniş kitlelerin hırsları, kötülükleri, bencillikleri ve “boş kutsallıklar”ı ile dünyada iyi ve güzel olanı nasıl yok ettiklerini acı bir biçimde gösteriyor bize.

Alice Rohrwacher senaryoyu İtalya’nın gözleden uzak bir bölgesindeki topraklarında ortakçılığın yasak olduğundan haberi olmayan köylüleri sömüren bir markinin hikâyesini duyduktan sonra yazmış. Filmde sömürüldüklerinden haberleri bile olmayan ve içinde bulundukları yaşamları sorgulama gereği bile duymayan köylüleri görüyoruz. Kendilerine çocuklarının okula gidip gitmediğini soran birisine, “Ne okulu? Okula sadece zenginler gider” cevabını veren bu çiftçiler yine de eğlenceli bir havaya sahipler. “Bunca çatal bıçağı var ama bizi bir kere bile yemeğe çağırmadı” dedikleri markiz için hazırladıkları pastaya, köydeki çocuklar dokunmalarının bile yasaklanmasına tepki olarak tükürüyorlar ama bu tür tepkiler sadece onların düzeyinde kalıyor (Bu eğlenceli tükürme sahnesinin sert bir versiyonunun, Alex Haiey’nin romanından uyarlanan ve Afrika kökenlilerin sömürülmesini anlatan “Roots” (Kökler) adlı televizyon dizisinde bir köle ile sahibinin kendisini tanımazdan gelen kızı arasında yaşandığını da hatırlatalım ilginç bir not olarak ve sömürülenin sömürene çok haklı bir tepkisi olduğunun altını çizelim bunun). Markizin oğlu ile dalga geçiyor köylüler (üfleyerek yaratılan rüzgâr filmin “büyülü gerçekçi” anlarından biri) veya markize yılan adını yakıyorlar ama bir eğlenceden öteye geçmiyor bu tür davranışlar. Bu kabullenme (otoriteyi ve onun iktidarını) hâli ve bankadaki linç sahnesi de sömürü düzeninin parçası olmaya herhangi bir itirazları olmayan (“Benim de dört çocuğum var beslemem gereken ama biz soygun yapıyor muyuz?”) ve bu düzeni sorgulamayanların, sadece ayakta kalabilme ve kendilerini kurtarabilme telaşında olduğunu gösteriyor.

Alice Rohrwacher Lazarus türünden bir “mucize” içeren filmi için yine de şunları söylemiş: “…mucizeler, güçler veya süper güçler, özel efektler içermeyen bir film… hiç kimse için kötü düşünmemek ve sadece insana inanmak üzerine…”. Lazzaro karakteri gerçekten de tam da bu ve “üvey kardeş”in isteği üzerine söylemek zorunda kaldığı masum bir yalandan bile son derece mutsuz olabiliyor. Kilisede geçen sahnede; güzellik, doğruluk ve iyilik için bir metafor olarak görebileceğimiz müziğin onun ardından gitmesinin nedeni de bu olsa gerek. Sahnenin kilisede geçmesi ise insanlık için var olduğunu iddia eden bu kurum ve benzerlerinin tam aksi bir konumda, güçlünün yanında ve kendi iktidarları için durduğunun altını çiziyor.

Daha önce hiç duymadığı bir kokuya (“iyi insan kokusu”) sahip olduğu için, karşısına çıkan azizi yemeyen kurt masalının varlığının da desteklediği masalsı havasının da büyülü gerçekçiliğini desteklediği filmin şehirde geçen ikinci yarısında oldukça soğuk, çirkin ve ilk sahnede karşımıza çıkan dev antenlerin de güçlendirdiği bir çirkinlikle karşılaşıyoruz hep. Orijinalliği ile gerçekten çarpıcı bir içeriği olan senaryosu ile sömürünün zaman ve mekândan bağımsız olarak sürdüğünü gösteren hikâye düzen eleştirisini sesini yükseltmeden ama kesinlikle net bir biçimde yapıyor ve tarım işçilerinin ihalesi sahnesinde olduğu gibi güçlü örneklerini de veriyor bunun. Lazzaro’nun zamanda yolculuğu da bu bağlamda, bu değişmezliğe gönderme olarak değerlendirilebilir. Ne var ki bir umutsuzluk değil, filmin yaratmak istediği duygu; “Hep orayı biz kurduk diye şikâyet edersin. Orada bizim emeğimiz, bizim terimiz var dersin. İşgal edelim o halde! Fakat bu sefer efendi falan olmayacak” sözlerini duyuyoruz dayanışma içinde yaşayan küçük bir topluluğun bireylerinin birinden örneğin, tam aksi bir yönde tutumun işareti olarak.

Dünyaya merakla açılmış iri gözleri ile bakan Lazzaro’nun kahramanı olduğu hikâyesinin zamansızlığı, görüntü yönetmeni Hélène Louvart’ın dünyevî olandan farklı olanın havasını yaratan görüntüleri ve kurtuluşun duvarın dibinde, betonun altında biten otların inatçı mücadelesinde olduğunu hatırlatması ile önemli bir film bu. Bizde bağlamından kopartılarak, daha çok “Din kitlelerin afyonudur” ifadesi ile öne çıkarılsa da, Karl Marx’ın “Hegel’in Hukuk Felsefesinin Eleştirisine Katkı” adlı kitabındaki sözlerinden yola çıkarak “Ezilen yaratığın iç çekişi, kalpsiz bir dünyanın kalbi, ruhsuz koşulların ruhudur” ile tanımlayabileceğimiz Lazzaro ise Adriano Tardiolo’nun harika bir olgunluğa ve alçak gönüllülüğe sahip performansı ile sinemanın en ilginç karakterlerinden biri olarak geçiyor bu sanatın tarihine. Taviani Kardeşler’in ve Ermanno Olmi’nin klasik olmuş filmlerini özleyenler için İtalyan sinemasından son dönemde çıkan en önemli yapıtlardan biri kesinlikle bu Alice Rohrwacher filmi.

(“Happy as Lazzaro” – “Mutlu Lazzaro”)

Mandabi – Ousmane Sembene (1968)

“Bu ülkede edep günah oldu. Bütün çakallardan daha çakal olacağım, görürsün! Ben de hırsız, ben de yalancı olacağım. Hile hurda yapacağım!”

Fransa’daki yeğeninin gönderdiği parayı almaya çalışırken için binbir zorlukla karşılaşan Senegalli bir adamın hikâyesi.

Senaryosunu Senegalli sinemacı Ousmane Sembène’nin 1966’da Fransızca olarak yayımlanan “Le Mandat, Précédé de Vehi-Ciosane” adlı novellasından uyarlayarak yine Sembène’nin yazdığı ve yönettiği bir Senegeal ve Fransa ortak yapımı. Senegal, Moritanya ve Gambiya’da yaşayan Wolof adındaki etnik grubun dilinde çekilen ilk film olan yapıt, aynı zamanda bilindiği kadarı ile Batı Afrika ülkelerinde bir Afrika dilinde de çekilen ilk çalışma. 1968’de Venedik’te Jüri Özel Ödülü’nü alan yapıt naif denebilecek bir sinema dili ile bir bir havalenin öden(eme)mesi üzerinden ülkedeki yozlaşma ve rüşveti, modernleşme ile birlikte değişen ahlakî değerleri anlatan ilginç bir eser. Yönetmenin pek çok filminde oynayan Makhourédia Guèye’nin, başı havalenin neden oldukları ile derde giren adamı doğal ve gerçekçi bir performansla canlandırdığı film neo-sömürgecilik üzerine de değinmeleri olan ve yalın sinema dili ile görülmeyi hak eden bir çalışma.

1959’da Sudan’ın Fransa’ya ait olan bölgesi ile birleşerek Mali Fedarasyonu’nu oluşturan ve tam bağımsızlığına 1960’da kavuşan Senegal’in, politik çalkantılardan sonra demokrasi ile yönetildiği bir dönemde (Yasal olarak faaliyetine izin verilen tek parti bugünün Sosyalist Partisi’ydi) çekilen film sonlardaki kısa ama yine de gereksiz mesaj çabası bir yana bırakılırsa, derdini gerçekçi ve sade bir biçimle, mizaha da yer vererek anlatan bir yapıt. Ibrahim adındaki bir adamın, yeğeninin Paris’te sokakları süpürerek biriktirdiği 25 Bin Fransız Frank tutarındaki parayı postaneden alma çabasını izliyoruz film boyunca ve hem bürokrasiye hem de değerlerini kaybetmekte olan halkın hırs ve oyunlarına kurban düşmesine tanık oluyoruz. Ülke artık bağımsızdır ama Fransızca başta olmak üzere Fransız kültürü ve kurumları canlıdır ülkede; resmî kurumların tabelaları Fransızcadır örneğin ve bu kurumlarda çalışanlar ve gençler arasında Fransızca günlük dildir. Fransa’daki yeğeninin Paris’te sokak süpürmekten öteye geçememesini ve oradan gelen havalenin adamın -hayli sorunlu da olsa- var olan düzenini bozmasının “Fransız müdahaleciliği/etkisi”nin sembolü olarak görülebileceğini bu bağlamda düşünmekte yarar var. Artık sömürge değildir Senegal ama kültürel ve finansal hegemonyası hâlâ canlıdır Fransa’nın. Özetle bir post-sömürgecilik hikâyesi olduğunu söylemek mümkün seyrettiğimizin.

Mesleklerini açık havada icra eden berberlerden birinin karşısında otururken tanışıyoruz İbrahim ile. Saç, sakal ve burun(!) traşı yapılırken gördüğümüz adam Senegal’de yasal ve yaygın olduğu gibi iki kadınla evlidir ve işsiz olduğundan yöresindeki pek çoğu gibi yoksuldur. Sembène ilk sahnelerde bir belgesel yaklaşımı ile adamı ve hayatını tüm netliği ile gösteriyor bize. İyi geçinen iki eşin geleneksel tüm hizmetlerini karşıladığı adamın hazım problemlerini açık bir şekilde hissedeceğimiz kadar gerçekçi bu girişten sonra, eve gelen postacı Paris’ten gönderilen bir mektup veriyor kadınlara. Daha iyi bir yaşam için Paris’e giden ve adamın kız kardeşinin oğlu olan yeğeni mektubunda 25 Bin Frank tutarında havale gönderdiğini ve bunun 20 binini kendisi için saklamasını, 3 binini annesine vermesini ve 2 binini de dayısının almasını istediğini yazmaktadır. “Dudaklarıma burada alkol değmiyor, namazı ihmal etmiyorum” diyen yeğeninin bu havalesi olayların da başlamasına neden olur; çünkü İbrahim’in parayı alması için gereken resimli bir kimliğinin olmaması onu Kafkaesk bir bürokrasinin içine atarken, paranın sözü bile etrafındakilerin harekete geçmesine yol açacaktır.

Yönetmen sade, hatta naif denebilecek bir sinema dili ile, öyküsünü öne çıkararak çekmiş filmi ve hatta kısa Paris bölümünde olduğu gibi, bir belgesel gerçekçiliğine de başvurmuş sık sık. Ülkesine ve halkına eleştiri getiren hikâye vergi kağıdı ve seçmen kaydı olan adamın sıra parasını çekmeye gelince yaşadığı güçlükleri zaman zaman trajikomik denecek sahnelerle anlatıyor. Burada doğrudan bir politik eleştiri yok ve hatta sondaki kesinlikle gereksiz “Kim düzeltecek bu durumu? / Siz, biz” bölümünde bir motivasyon yaratma girişimi bile var; ama bürokrasinin ve çalışanlarının hâli, dilencilerin varlığı ve halkın pirinç peşinde koşmalarına neden olan yoksulluğu hikâyenin ana odak noktaları arasında yer alıyor. Postanede, okuma yazma bilmeyenlere (veya burada olduğu gibi Fransızca bilmeyenlere) ücret karşılığında hizmet veren adamın (bu rolü yönetmen kendisi canlandırmış) masasını kaplayan Che’nin ünlü Küba purolu fotoğrafı doğrudan politik bir göndermesi olan tek sahne ve herhalde o sırada ülkedeki iktidarın siyasî tutumu ile ilgili. Adamın en büyük darbeyi yardım için gittiği bir akrabasından görmesi ise halka yönelik hayli fazla sayıdaki eleştirinin sadece biri. Eşlerden birinin doğaçlama söylediği “Havale” şarkısı (“Bu havale, bu havale / Bu havale her şeyi yoluna sokacak / Çok güzel bir değişiklik olacak / Borç almalar, para dilenmeler / Tarih olacak”) sadece hikâyesini seyrettiğimiz ailenin değil, onlarla yakın veya uzak ilişkisi olan herkesin hayalini anlatırken, iyi yürekli kahramanımızın her tanık (ve kurbanı) olduğu olay şaşkınlığını daha da artıracaktır. “Dilenciliğin ticarete döndüğü bir ülkenin hâli nice olur?”dan bu yazının girişindeki sözlere uzanan farklı tepkileri olacaktır İbrahim’in hikâye boyunca.

“Bu ülkede sadece dolandırıcılar iyi yaşar” gibi yargılardan, “İnsanları birleştiren bir yalan, ayrıştıran bir gerçekten daha iyidir” gibi sayısı oldukça çok halk deyişlerine sözlerin önemli olduğu film 1968’de Senegal’de yapılabilmiş olması ile şaşırtan, sineması aşınmış ve standart olsa da, öyküsü ile ilgiyi hak eden bir yapıt. Adamın Méty adındaki eşini oynayan Ynousse N’Diaye’nin (Séye) Senegal’in ilk kadın ressamı olarak kabul edildiğini de bir not olarak eklememiz gereken yapıt özellikle gözlemlerini öne çıkardığı bölümlerinde değeri daha da artan bir çalışma. Mandabi’nin, gözde temalarından biri olan sınıf meselelerine de (yönetmenin Marksizme yakın duran birisi olduğunu hatırlatalım) değindiğini ve din kurumunun da eleştirilerden payını aldığı film sömürgeciliğin resmî olarak bittiği zaman da aslında varlığını bir şekilde sürdürdüğünü ve Afrikalıların sadece Batı’da (burada Fransa’da) değil, kendi ülkelerinde de ikinci sınıf vatandaş olmaya devam ettiklerini hatırlatan, ilgiyi kesinlikle hak eden bir yapıt.

(“Le Mandat” – “The Money Order”)