Nuit et Brouillard – Alain Resnais (1956)

“Savaş uykuya yattı, ancak bir gözü daima açık”

İkinci Dünya Savaşı’nda Naziler tarafından kurulan toplama kamplarının savaşın bitiminden 10 yıl sonra anlatılan hikâyesi.

Metnini Fransız şair Jean Cayrol’un yazdığı, yönetmenliğini Alain Resnais’nin yaptığı bir Fransız belgeseli. Seslendirmesini bu yıl hayatını kaybeden Fransız oyuncu Michel Bouquet’nin yaptığı film arşivlerden derlenen siyah-beyaz filmlerle, Resnais’nin artık boş olan ama tüm korkunç anılarla birlikte ayakta suran kamplarda çektiği gerçek görüntüler birleştirilerek oluşturulmuş. Cayrol’un metni ve yönetmenin görüntüleri insanlığa sert bir uyarı havasını taşıyor ve insanın insana ne yapabileceğinin gerçek bir örneği üzerinden bu örneklerin her an tekrar yaşanabileceğinin altını çiziyor. Henüz izleri ve anıları çok taze olan bir insanlık suçunun mekânı olan kampların kapanmasının üzerinden bugün yetmiş yedi yıl geçmiş durumda ve o günden bu yana filmin uyarısının ne kadar haklı ve gerekli olduğunu gösteren pek çok yeni örnek yaşandı ve yaşanıyor dünyanın dört bir yanında. Resnais gerçeği tüm çıplaklığı ile ve sertlik konusunda en ufak bir çekingenlik göstermeden sergilerken, sorumlu bir sinemacının yapması gerektiği gibi görüntünün gücünü tam bir dürüstlükle ve çarpıcı bir biçimde değerlendiriyor. Sinema tarihinin mutlaka görülmesi gerekli yapıtlarından biri bu yarım saatlik belgesel.

Christian Petzold’un 2000 tarihli “Die Innere Sicherheit” adlı filminde bir lise öğretmenini öğrencilerine Resnais’nin bu filmini göstermeye çalışırken görürüz; ama genç öğrenciler tanığı olmaları istenen bu dehşet anlarına ilgisiz ve alaycı yaklaşırlar. O kadar “uzak” bir geçmişte yaşanan ve onlarla o kadar ilgisi olmayan bir konudur ki bu öğrenciler için… Bu sahne Resnais’nin filminin neden bugün de hâlâ aynı öneme sahip olduğunu gösteren örneklerden sadece biri. Günümüzde özellikle aşırı sağın, tamamen inkârdan kamplarda yaşananların abartıldığına uzanan farklı ret söylemleri ders almak konusunda insanlığın bir adım ileriye gitmediği/gidemediği konusunda iç karartıcı bir durumun göstergesi. Tam da bu nedenle işte, Resnais’nin filmi 1956’da ve henüz savaşın tüm acılarının izleri tazeyken sahip olduğundan daha çok önem taşıyor bugün.

Belgeselin metnini yazan Jean Cayrol Nazilerin Fransa’yı işgali sırasında direniş hareketine katılmış ve 1943’te yakalandığında bugün Avusturya topraklarında bulunan ve yaklaşık 35 bin kişinin hayatını kaybettiği bilinen Gusen’deki toplama kamplarından biri olan Mauthausen’e gönderilmiş. O tarihte 32 yaşında olan Cayrol gençliği nedeni ile kamptaki en ağır işlerde çalıştırılmış ve yaşam koşullarının ağırlığı nedeni ile yemeyi ret ederek ölmeye çalışmış ama tarihe “Guben Azizi” adı ile geçen ve kendisi de kampta bir mahkûm olan Avusturyalı katolik rahip Johann Gruber’in yardımları ile hayatta kalabilmiş. Gruber bir süre sonra Alman askerlerin elinde işkencede hayatını kaybederken, Cayrol Mauthausen’de yaşadıklarını “Poèmes de La Nuit et du Brouillard” (Gece ve Sis Şiirleri) adlı kitabı ile şiirleştirmiş. Cayrol kitabının adını Himmler’in 1941’de çıkardığı ve işgal edilen yerlerdeki politik eylemcilerin ve direnişçilerin kamplara gönderilerek ortadan kaldırılmaları (“gece ve sise karışmaları”) hakkındaki kararnameden (“Nacht und Nebel – Gece ve Sis) almış ve bu isim önce şiire, sonra da Resnais’nin filmine taşınmış. Cayrol de şiirlerinin bir bakıma belgesel karşılığı olan bu filmin metnini yazmış on yıl sonra. Alain Resnais’nin, filmi yaparken tek amacı soykırımın kamplardaki izlerini takip etmek değil; Fransız sinemacı o sıralarda örneğin Cezayir’de yaşananların da benzer suçlara uzanması endişesini taşıyormuş filmi yaparken.

Belgeselin müzikleri Avusturyalı Hanns Eisler’ın imzasını taşıyor. Nazi baskısı nedeni ile ABD’ye sürgüne giden Eisler orada da savaş sonrasındaki “komünist avı”nın kurbanlarından birisi olarak sınır dışı edilince (“Müziğin Karl Marx’ı” deniyormuş hakkında) önce Çekoslavakya’ya, sonra da Doğu Almanya’ya gitmek zorunda kalmış. Brecht ile yaptığı iş birlikleri ve Doğu Almanya’nın milli marşını yazmış olması ile hatırlanan Eisler’ın hayatı ve politik kimliğinin, tıpkı Jean Cayrol’unki gibi onun film için neden uygun bir seçim olduğunu gösterdiğini ve filmin yaratıcılarının (Resnais’nin 1945 yılında orduya katılarak müttefiklerle birlikte bir süre Almanya ve Avusturya’da görev yaptığını, belgeseli seslendiren Bouquet’nin babasının savaş esiri olduğunu ve filmin yapımcısı Anatole Dauman’ın Paris’i işgal eden Almanların Champs-Élysées’de yaptığı geçit töreninden sonra direniş kuvvetlerine katıldığını hatırlatalım) bir bakıma kendi tecrübelerini filme yansıttığını söyleyebiliriz rahatlıkla.

Fransız tarihçiler Olga Wormser ve Henri Michel’in (yine Fransız direniş örgütleri içinde yer almış bir isim) danışmanlığını yaptığı ve yardımcı yönetmenlerinden birinin ünlü Fransız sinemacı Chris Marker olduğu belgesel, toplama kamplarını çevreleyen dikenli telleri tarayan kameranın görüntüsü ile açılıyor ve Michel Bouquet’nin seslendirdiği şu sözleri duyuyoruz: “Kanlar kurudu, diller sustu. O blokların tek ziyaretçisi artık sadece kameralar… Bir zamanlar o mahkûmların yürüdüğü patikaları tuhaf otlar bürümüş. Elektrik hatlarında cereyan yok, kendi ayak sesimizden başka ses yok”. Resnais Alman ordusunun geçit töreninin kısa görüntülerinden sonra asıl konusuna ve kamplara gönderilmek üzere toplananlarla ilgili arşiv görüntülerine geçiyor. Ardından da paralel olarak kampların bugünkü hâlini (orada yaşananları bilmeseniz, kırlık alandaki masum yapılar olarak görebilirsiniz bu kampları) ve gerçek görüntülerle sergilenen dehşet manzaralarını gösteriyor film. Oldukça sert görüntüler seçilmiş ama yine de film “Biz sadece yüzeysel olanı gösterebiliriz” diyerek gerçeğin gördüğümüzden çok daha korkunç olduğunu hatırlatmayı ihmal etmiyor.

Metin zaman zaman fazla doğrudan görünebilir (Savaş sonrası yürütülen yargılama görüntüleri eşliğinde duyduğumuz şu cümleler örneğin: “”Ben sorumlu değilim”, diyor kapo (toplama kamplarında genellikle âdi suçlular arasından seçilen ve Almanlar adına çalışan mahkûmlar); “Ben sorumlu değilim”, diyor subay. “Ben sorumlu değilim”. O zaman kim sorumlu?”) ama savaşın sona ermesinin üzerinden o tarihte sadece on yıl geçmiş olduğunu hatırlamak gerekiyor. Her tutsağı birbirine benzeten (“En sonunda her mahkûm birbirine benziyor. Yaşı belirsiz hâle geliyor ve gözleri açık olarak ölüyorlar”) dehşet evlerinin gerçek görüntüleri yeterince güçlü aslında ama Jean Cayrol’un metninin ek bir güç kattığını söyleyebiliriz rahatlıkla. Bilim kurgu yazarı William Gibson’ın “Zaman ve hafıza ters yönlerde hareket eder”) ve kendisi de bir yıl kaldığı toplama kampında annesi ve küçük kız kardeşini kaybeden Amerikalı yazar Eli Wiesel’in “Hafıza olmadan, kültür olmaz. Hafıza olmadan, uygarlık, toplum ve gelecek olmaz” sözlerinin gereğini yapıyor Resnais ve bu filmle bir hafıza kaydı yaratıyor zamanın unutturucu gücüne karşı.

Her ikisi de Polonya’da olan Auschwitz ve Majdanek toplama kamplarında 1955 yılında gerçekleştirmiş çekimleri Resnais ve film Fransa’daki Alman elçiliğinin durdurma çabalarına rağmen ve kamplarda kalmış olan mahkûmların desteği ile Cannes’da gösterilebilmiş. Fransız sansürü de bazı sahnelere (Nazilerle işbirliği yapan Vichy hükümetinin görevlilerinin ve toplu mezarların göründüğü sahneler) karşı çıkmış ama film ufak bir sansür dışında seyirci karşısına çıkabilmiş yine de. Gösterime girdiğinde çok beğenilen ve François Truffaut tarafından “Bugüne kadar yapılmış en iyi film” olarak övülen yapıt İsrail’de ise bazı kesimlerin, Resnais’nin kamplarda olanlara Yahudilere odaklanmadan bakması yüzünden eleştirisine uğramış. Filmin sanat ve sanatçılar üzerindeki etkisi ilk günden bu yana hep devam etmiş: Örneğin Alan J. Pakula, William Styron’un aynı adlı kitabından uyarladığı “Sophie’s Choice” (Sophie’nin Seçimi) filmini yaparken, Resnais’in filmini derin bir şekilde analiz ettiğini söylüyor; Sight and Sound dergisinin 2014’te sinemacılar ve eleştirmenler arasında düzenlediği ankette film tüm zamanların en iyi dördüncü belgeseli seçilmiş; Japon sinemacı Nagisha Ôshima ülkesindeki sosyalist öğrenci hareketlerine eğilen filminin (1960 tarihli “Nihon No Yoru To Kiri“) adını Resnais’nin görmediği ama hakkında çok okuduğu filminden almış.

Resnais, Michel Bouquet’nin nötr bir sesle konuşmasını istemiş ve seslendirmenin herhangi bir duygusal provokasyondan uzak durmasını sağlamış. Görüntülerin yeterince “kışkırtıcı” olduğu bir film için doğru bir seçim bu elbette ve bir belgesel için en önemli işlevlerden biri olan hatırlatmayı kesinlikle başarmış olması ile mutlaka görülmesi gerekli bir çalışma.

(“Night and Fog” – “Gece ve Sis”)

La Jetée – Chris Marker (1962)

“Âniden bir ses. Kadının mimikleri. Bükülen beden. Ve korkuyla bulanıklaşan mendirekte kalabalığın çığlıkları. Daha sonra o, o anda bir adamın ölümüne tanık olduğunu anlamıştı”

Nükleer savaş sonrasında, bilim adamlarının geçmişe ve geleceğe uzanarak bugünü kurtarma umudu ile zamanda yolculuğa gönderdikleri bir adamın hikâyesi.

Chris Marker’in yazdığı ve yönettiği bir Fransa yapımı. 28 dakikalık film sinema tarihinin tartışmasız başyapıtlarından ve yönetmenin de 1982 tarihli “Sans Soleil” (Güneşsiz) ile birlikte en çok bilinen ve üzerinde tartışılan iki yapıtından da biri. Usta Fransız sinemacı Alain Resnais’nin “Yirmi birinci yüzyılın prototipi” olarak, İngiliz sinema kuramcısı Roy Armes’ın ise “Sınıflandırmalar ötesi, biricik, Fransız sinemasının tek gerçek denemecesi” ifadeleri ile tanımladığı Marker’in yapıtı kendi ifadesi ile “film değil, foto-roman”. Siyah beyaz fotoğrafları kurgulayarak çarpıcı bir sinema dili oluşturan Marker’ın filmi başarılı ses tasarımı, farklı yorumlara açık ve derin analizleri hak eden içeriği, Fransız oyuncu ve tiyatro yönetmeni Jean Négroni’nin üstlendiği anlatıcı sesten duyduğumuz ve özenle yazılmış metni ve finalin daha da güçlendirdiği hüzün dolu acısı ile mutlaka görülmesi gereken bir sinema klasiği.

Şarkılara, filmlere ve videokliplere esin kaynağı olan film Terry Gilliam’ın 1995 yapımı “12 Monkeys” (12 Maymun) adlı yapıtına da ilham vermiş olması ile 1990’lardan sonra tekrar gündeme gelmişti. Buna karşılık, Gilliam’in yapıtı ne kadar gösterişli ve gürültülü ise, Marker’inki o kadar yalın ve sessiz bir çalışma. Yarım saatin altındaki süresi boyunca, çok kısa bir süre hariç, fotoğrafların (görüntü yönetmeni olarak Marker ile birlikte Jean Chiabaut’nun ismi geçiyor) başarılı bir kurgu (Jean Ravel ve yönetmenin ortak çalışması) ile bir araya getirilmesinden oluşan bir yapıt izliyoruz; ama ne dinamizm ne de gerilim anlamında herhangi bir eksiği var Marker’in filminin. Gelecek zamanda geçen ve filmin genel düzeyinin altında kalan kısa bölüm bir yana bırakılırsa, başarılı ses ve müzik kullanımının da katkısı ile dört dörtlük bir sonuç koymuş ortaya Fransız sinemacı. İngiliz besteci Trevor Duncan’ın bu film için yazılmamış olan ama romantizmi ve tuhaflığı bir arada barındıran müzikleri doğru bir seçim olmuş hikâye adına ve filmin garip bilim kurgu havasını desteklemiş. Bunun yanında, Paris’teki Rus Ortodoks Katedrali Korosu’nun seslendirdiği, Rus besteci Piotr Gontcharov’un “Krestu Tvoyemu” adlı dinsel eseri de öykünün gerilimli, trajik, gizemli ve felsefik içeriği ile sağlanan uyumu sayesinde filme ek bir boyut katmış. Ses tasarımı ve kullanımında da çok üst bir düzeye ulaşılmış. Sabit fotoğraflar üzerinde sürekliliği olan ses kullanımı, anlatıcı Jean Négroni’nin pek çok filmde dublaj sanatçısı ve anlatıcı olarak çalışacak kadar rağbet görmesini açıklayan güçlü bir tonlaması olan sesi, bilim adamlarının deneyler sırasındaki fısıltılı konuşmaları gibi uygulamalar ve kısa/âni sesleri ile çok üst bir düzeye sahip film.

“Bu film, çocukluğuna ait bir görüntüden çok etkilenmiş bir adamın öyküsüdür. Onu bu derece etkileyen ve anlamını ancak yıllar sonra keşfedeceği olay Üçüncü Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde Orly Havaalanın’daki ana peronda meydana geldi” sözleri ile açılıyor hikâye. Bu yazının girişinde yer alan cümlelerin anlatıcı tarafından seslendirildiği sahne Marker’in “foto-roman”ının en çarpıcı bölümlerinden de biri. Bu sahnede yakalanan görsel güç filmi görmek için tek başına yeterli bir neden ve Marker’in özgünlüğünün de en sağlam örneklerinden biri olabilir. Sinemacının “çok azla çok şey başardığı” yapıt sinemanın olanaklarının uçsuz bucaksızlığının da kanıtı oluyor bir bakıma. Savaş sonrası Paris’te geçen ve çoğu insanın öldüğü, her tarafta radyasyon olduğu hikâyede sağ kalan az sayıda insan arasında yer alan birkaç bilimi adamı sığındıkları Chaillot Sarayı’nın mahzenlerinde esirler üstünde deneyler yapmaktadırlar ve amaçları geçmişten ve gelecekten alacakları yardımla bugünü kurtarabilmektir. Hikâyenin kahramanı olan adamın seçilmesinin nedeni onun geçmişteki bir imgeye güçlü bir saplantısı olmasıdır ve bu saplantı onu zamanda yolculuk için ideal kılmaktadır. Adamı canlandıran Davos Hanich’in tüm sinema kariyerinde sadece bu kısa film ve bir de yine Marker’in yönettiği bir belgeseldeki (“Le Fond de l’air est Rouge” 1960 ve 70’li yıllarda Fransız solunun yükselişi ve Latin Amerika ülkelerindeki sosyalist hareketlere eğilen çok başarılı bir yapıt) anlatıcılık rolü var. Çok doğru fotoğraflarla hikâyenin baş karakterine trajik bir güç katmış görünen, ressam ve heykeltraş Hanich’in Marker ile dostluğunun 2. Dünya savaşı sırasında bir sığınmacı ve direnişçi olarak bulunduğu İsviçre’de başladığını da belirtelim onun hakkında ilginç bir not olarak. Hanich’in zaman yolculuklarında hep buluştuğu kadını ise 2020’de Covid-19’dan hayatını kaybeden Fransız oyuncu Hélène Châtelain “canlandırıyor” ve duru güzelliği ile özlenen/mutlu bir geçmişteki romantizmin nesnesine çok yakışıyor.

Hiçbir konuşma olmadan güçlü bir romantizmin yaratılabilmesinin de bir kanıtı olduğu gibi bazı fotoğraflarla yakalanan duygular ve vücut dilleri sağladıkları somut ve soyut hareketlilik/dinamizm sayesinde ne derece doğru bir içerik ve biçimle yaratıldıklarını da gösteriyorlar. Bu fotoğrafların yarattığı etkide kendileri kadar kurgunun da çok büyük önemi var kuşkusuz ve çarpıcı finalin son darbeyi vurduğu hikâye boyunca hep sağlam bir trajedi hissinin bize geçmesini sağlıyor. Terry Gilliam’ın kurgu ve ona eşlik eden soundtrack’i “yalın bir şiir”e benzettiği filmin “Zamandan kaçışın mümkün olmadığı” üzerine kurulu olduğu pek çok analistin/eleştirmenin ortak düşüncesi.

Tek hareketli bölümün Marker’in bir film kamerasını kullanma imkânı bulduğu çok kısa bir sürenin sonucu olduğu film, yönetmenin kariyeri boyunca defalarca işlediği gibi zaman ve hafıza üzerine bir meditasyon bir bakıma. Her bir karesinin (fotoğraflardan oluşan bir film için gönül rahatlığı ile kullanabiliriz bu sözcüğü) kaçırılmadan ve kesinlikle birden fazla izlenmesi gereken yapıt zaman kavramı üzerine de düşündürüyor bizi. Kraliçe 1. Elizabeth’e atfedilen “Geçmişin dermanı yoktur” sözünü hatırlatan finali, filozof John Dewey’in “Zaman ve hafıza gerçek birer sanatkârdır: Gerçeği arzularımıza göre yeniden biçimlendirirler” sözünü hem doğrulayan hem de melankolik bir şekilde yanlışlayan içeriği ile film bir sanat eserinin kendisi kadar, bir sanat eserini deneyimleme zevkini de tattırıyor seyircisine. Benzer bir biçimde imajların dönüştürücü, yanıltıcı ve anlatıcı özelliklerini de sürekli hatırlatıyor bize Marker.

Chris Marker en sevdiği yönetmenlerden biri olan Hitchcock’un 1958 yapımı “Vertigo” (Ölüm Korkusu) filmine, daha sonra “Sans Soleil” (Güneşsiz) adlı filminde de tekrarlayacağı bir göndermede bulunmuş. “Vertigo”da kendisini uzun süre önce ölmüş olan bir kadın olarak tanımlayan Madeleine karakteri (Kim Novak) onu izlemesi için tutulan eski bir dedektife (James Stewart) bir ağacın gövdesi üzerindeki halkaları göstererek ölü kadının doğum ve ölüm tarihlerini işaret eder. Marker’in filminde ise erkek gelecekten gelmektedir ve kadına kendisinin ileride var olacağı ve henüz gelmemiş bir zamanı gösterir. Burada ilginç olan, bu ânın geçmişte yaşanmış olması ki bir bakıma geçmişin de tekrar edilmesi anlamına geliyor bu. Marker’in erkek ve kadına doldurulmuş hayvanların sergilendiği bir müzeyi ziyaret ettirmesini ise, orada zamanın durmuşluğuna ve hayvanların donukluğunun (geçmişte kalmalarının) karşısında karakterlerin “bugün”ü yaşamaktan kaynaklanan neşesine bir gönderme olarak yorumlamak mümkün.

Evet, birden fazla kez görülmesi gerekli ve bu izlemelerin her birinde farklı bir tecrübe yaşatacak bir klasik bu. Sinemanın görselliğinin gücünü, üstelik klasik anlamda hareketlilikten uzak durarak hatırlatan yapıt zaman ve hafıza üzerine derin tartışmaları en azından başlatma gücüne de sahip kesinlikle.

(“Mendirek”)

Operazione San Gennaro – Dino Risi (1966)

“Aziz Gennaro’nun fikrini almalıyız; çünkü onu gücendirirsek bir daha mucize gerçekleştirmez. Napoli’de hayat mucizelerle yürür”

Napoli Katedrali’nde Aziz Gennaro adına yedi yüz yıl boyunca yapılan çok değerli bağışlardan oluşan hazineyi çalmayı planlayan iki Amerikalı ve onların Napolili partnerlerinin hikâyesi.

Senaryosunu Dino Risi ve Ennio De Concini’nin orijinal öyküsünden yola çıkarak; Risi, De Concini, Nino Manfredi ve Adriano Baracco’nun yazdığı ve yönetmenliğini Risi’nin yaptığı bir İtalya, Fransa ve Almanya ortak yapımı. Jules Dassin’in 1964 yapımı “Topkapı” filminden esinlenmişe benzeyen hikâyesi, özellikle ikinci yarısında çok daha etkileyici olan komedisi, keyifli performanslar sunan kadrosu, çalışkan besteci Armando Trovajoli’nin orijinal müziklerinin yanında dönemin İtalyan pop şarkılarından oluşan soundtrack’i ve Napoli’ye adanmış görünen yaklaşımı ile eğlenceli bir komedi. Mizahı zaman zaman bir parça eskimiş görünse de, eğlenerek seyredilebilecek türden ve nostaljisi ile de çekici bir film.

Moskova Film Festivali’nde ikincilik ödülü kazanan film sinemada pek çok örneği olan bir hikâye anlatıyor: Ters giden bir soygun. Bu klasik hikâyeyi anlatırken de olabildiğince İtalyan ve tam anlamı ile bir Napoli filmi olmayı başarıyor. Soyguncuların peşine düştüğü ve değeri tam olarak bilinmese de, Birleşik Krallık Kraliçesi’ninkinden daha çok olduğu söylenen hazine Napoli Katedrali’nin yanındaki bir yapıda yer alıyor. Filmden 37 yıl sonra müze haline getirilen binada yer alan hazine yedi yüz yıl boyunca papalardan imparatorlara ve krallara zenginlerden sıradan insanlara binlerce kişinin Napoli şehrinin azizi olarak kabul edilen Gennaro’ya adadığı bağışlarla oluşturulmuş. Aziz Gennaro adına Napoli Katedrali’nde yılda üç kez düzenlenen bir törene katılanlar ona ait olduğuna inanılan ve mühürlü bir cam ampul içinde muhafaza edilen kanın “sıvılaşma”sına tanık olmayı umuyorlar. Napoli halkının her türlü dilek ve mucize beklentisi için ziyaret ettiği azizle birlikte, Napoli de şehir olarak hikâyenin göbeğinde yer alıyor mekânları, gelenekleri, günlük hayatı ve halkı ile birlikte. Filmle şehrin iç içe geçmişliğinin somut bir örneği olarak, hikâye boyunca sık sık görüntüye gelen, finalde de omuzlarda taşınan ve film için özel olarak yaptırılan Gennaro’nun tahta heykelinin bugün Napoli’deki Girolamini Kilisesi’nde sergilenmesini gösterebiliriz.

Film Napoli’ye müziklerle de sürekli bir sevgi gösterisinde bulunuyor. Kariyeri boyunca üç yüze yakın film için müzik hazırlamış olan Armando Trovajoli’nin notaları hikâyenin eğlenceli ve tempolu havasına uygun bir akışla keyif katarken, soygun girişimi gecesinin denk getirildiği Napoli Festivali’nde yarışan şarkılar da dönemin popüler eserlerini kısa sürelerle de olsa dinlememizi sağlıyor. Festivalin şehir halkı için ne kadar önemli olduğunu gösteren birkaç komik sahne boyunca, o gece yarışan Peppino di Capri’den “Ce vo ‘tiempo”, Giorgio Gaber’den “’A Pizza” ve Iva Zanicchi’den “Ma Pecché” adlı şarkıların yanında, Gianni Morandi (“Notte di Ferragosto”), Mario Abbate (“Nuvole”), Sergio Bruni (“Sole E’ Vierno”), Maria Paris (“Maie Pe’Mme”), I Rokers (“Take a Look” ve jenerikte adı yanlış yazılan “The Wind Will Carry Them By”) ve Dino Giacca da (“O’ Paese Do’ Sole”) kendi şarkıları ile 1960’lar nostaljisi yaratıyor.

Dino Risi’nin yapıtının gördüğü ilgi üzerine ertesi yıl Lucio Fulci’nin yönetiminde ve farklı bir oyuncu kadrosu ile yine İtalya, Fransa ve Almanya ortak yapımı olarak “Operazione San Pietro” adlı bir film de çekilmiş gayriresmî bir devam çalışması olarak ama aynı başarı sağlanamamış. Risi’nin hikâyesinin her ne kadar bir Napoli şiiri gibi olsa da, hem şehir halkını hem de genel olarak “İtalyan Usulü Hayat”ı imalar ve doğrudan söylemlerle eğlenceli bir şekilde tiye alması onu abartılı ve gereksiz bir milliyetçi yaklaşımdan uzak tutuyor. Örneğin Napoli sokakları bir hırsızlar ve suçlular cenneti olarak çiziliyor neredeyse ve Don Vincenzo karakteri şehirdeki otorite boşluğunun, suçluların özgürlüğünün, yozlaşmanın ve rüşvetin farklı sahnelerdeki sembolü olarak kullanılıyor. Halkın katolik inançlarındaki fanatizm ve dinsel inançlarla günahları bağdaştırabilme becerileri de birden fazla sahnede komedi malzemesi olarak değerlendirilmiş. Napoli’nin kalabalık ve kaotik yoksul sokaklarından Posillipo adlı gözde semtine şehri Dino Risi ve görüntü yönetmeni Aldo Tonti hikâyenin olmazsa olmaz unsurlarından biri olarak kullanmayı başarmışlar.

Dönemin İtalyan filmlerinin standart uygulaması olsa da, pek de başarılı görünmeyen bir dublajla seslendirilmesinin rahatsız ettiği film Amerikan hayatındaki planlılık ile İtalyanların rahatlığını (ya da disiplinsizliğini) de sık sık karşılaştırma konusu yapıyor bir komedi kaynağı olarak. Her zaman yeterince güçlü olmasa da sözlü ve görsel esprileri, şehri ve halkını da bir parçası yapabilen takip sahnesi, tarafların karşılıklı birbirlerine oynadıkları oyunlar ve hazineye tek başına el koyarak uçakla kaçmaya çalışan bir karakterin peşine düşüldüğü ve hikâyenin komedi açısından zirvesini oluşturan tüm final bölümü ile sonuç olarak eğlenceli bir yapıt bu. Nino Manfredi, Senta Berger, Harry Guardino, Ralf Wolter, Claudine Auger, Totò, Ugo Fangareggi, Dante Maggio, Pinuccio Ardia ve Mario Adorf’un kendilerinin de eğlendiklerini hissettiren performanslarının içinde öne çıkanların Manfredi ve Totò’dan geldiği film eski usul komedi suç filmlerinden hoşlananlar için özellikle ikinci yarısı ile kesinlikle çekici bir eser.

(“The Treasure of San Gennaro” – “Napoli Macerası”)

Taipei Suicide Story – KEFF (2020)

“Bir yabancıyı gömmek bir dostu gömmekten çok daha kolaydır”

İnsanların intihar etmek üzere geldikleri bir otelde eylemi konusunda kararsız bir kadınla resepsiyonda çalışan bir adam arasında gelişen arkadaşlığın hikâyesi.

KEFF adı altında çalışan Tayvanlı-Amerikalı sanatçının yazdığı, yönettiği ve kurgusunu -Ge Zhai ile birlikte- yaptığı bir Tayvan yapımı. 45 dakika uzunluğundaki film ilginç konusu; distopik havası; yalnızlık, umut(suzluk) ve mutsuzluk üzerine sahip olduğu acı tadı ve bir meditasyonu çağrıştıran havası ile güçlü bir yapıt. Sessizlikleri, sadeliği ve sakin temposu ile bir parça “yavaş”görünebilir ama hikâyesi, ses çalışması ve görselliği ile kesinlikle görülmeyi hak eden bir çalışma bu.

Kevin Wong adı ile de bilinen KEFF müzikten fotoğrafa sinemadan DJ’liğe ve tasarıma uzanan farklı alanlarda çalışan çok yönlü bir sanatçı. Bugünlerde dördüncü kısa filminin çalışmalarını sürdüren sanatçının bu üçüncü filmi sert bir konuyu doğrudan olmaktan çekinmeyen diyalogları ile anlatması sayesinde vurucu bir etki yaratıyor seyirci üzerinde. Filmin bu etkiyi adeta bir meditasyon atmosferi içinde yakalaması ise asıl başarılarından biri olarak öne çıkıyor. Tzu-Hao Kao’nun kamerası yönetmenin sade ve hassas mizansenine uygun bir tarz içinde, “güzel fotoğraflar” peşinde koşmadan ve yönetmenin tercihleri ile tam bir uyum içinde çok doğru görünen bir sonuç yakalamış. Otelin ışıklı tabelasının tam bir “şehrin ışıkları” havası içinde alttan ve çarpıcı bir açı ile görüntülenmesi gibi birkaç karesi var filmin ama bunlar güçlü fotoğraf anları yakalamanın değil; karakterlerin ve hikâyenin soyut ve somut yalnızlığını vurgulamak için seçilmiş gibi görünüyor.

Ses miksinden sorumlu Duu-Chih Tu ve yönetmenin ses çalışması filmin en cazip unsurlarından biri. Örneğin açılışta genç bir çiftin taksi ile otele geldiğini gördüğümüz sahnede, hiç diyalog olmadan ve sadece ortam seslerini (bu sesler de özenle seçilmiş görünüyor ve hikâyeye müphem bir giriş sağlıyor) kullanan film sahnenin sonuna doğru sesi birden keserek şaşırtıyor bizi. Baş karakterlerin (genç kadını Vivian Sung, resepsiyoncuyu ise Tender Huang oynuyor) ikili sahnelerindeki diyalogların arasına giren sessizlik anları da sesin varlığı kadar katkı sağlamış hikâyeye. Bu boşluk anları bir yandan soyut (ve soğuk) bir havanın doğmasını sağlarken, öte yandan -ilk anda düşünüleceğinin aksine- doğal bir konuşma akışına yol açıyor. İntihar etmeyi düşünen bir kadına yavaş yavaş ilgi duymaya başlayan adamın, seyircinin bekleyeceğinin aksine, onu vazgeçirmeye özel bir çaba harcamaması ve konudan uzak konuşması bu boşlukların gerekçesi de oluyor bir bakıma.

Otelin yasal olup olmadığı konusunda bir şey söylemiyor film; ama resepsiyoncunun işe başladığı günlerde tanık olduğu protesto gösterilerinden bahsetmesinden veya annesinin, komşularına oğlunun lüks bir otelde çalıştığı yalanını söylemesinden yola çıkarsak, otelin faaliyetinin etik açıdan sorunlu olsa da, yasal bir statü içinde olduğunu düşünebiliriz. Otel intihar etme düşüncesinde/kararında olanların bu eylemlerini gerçekleştirmek üzere geldiği ve sadece bir gece kalmalarına izin verilen bir mekân; o gecenin sonunda ya eylemlerini gerçekleştirmek ya da otelden ayrılmak zorundadır misafirler. Açılışta “temizlik ekibi”ni bir eylemden sonra rutin işlerini yaparken görüyoruz örneğin ama bir genç adamın da otelden ayrılmasına (“Ben… hayatıma bir şans daha vermek istiyorum”) tanık oluyoruz. Bu oldukça sert konuyu adeta sıradan bir hikâye gibi anlatmayı seçiyor KEFF ve görsel efektler, müzik, kamera çalışması ve diyaloglar gibi bir vurgunun aracı olarak kullanılabilecek unsurlarda sadeliği seçiyor. Hikâyenin ağızda gerçekten sert ve acı bir tat bırakmasının da en önemli nedeni bu olsa gerek. Kaybolmuş ve yalnız bir insana kendisi gibilerle aynı ortamda, bir intihar otelinde, bulunmaktan kaynaklanan “ilk kez kendimi yalnız hissetmedim” sözlerini söyleten bir hikâyenin doğal bir etkileyiciliğe sahip olmasında bu acının yakalanmasının önemli bir payı var.

Yirmi altıncı dakikaya kadar hiç müzik kullanmamış KEFF ve daha sonra da sadece hafif bir gitar müziğine (Tzu-Ting Yang icra ediyor kendisinin imzasını taşıyan melodileri) ve nadiren yer vermiş hikâye boyunca. Acı ve sert hikâyesine zaman zaman kara mizah da katmış film ve buradan da buruk bir tat çıkarmayı başarmış. İntihar yöntemlerinden biri ile ilgili şikâyet, jilet kutusunu açarken ve markette hazır erişte alırken yapılan uyarılar gibi kısa, doğal ve durum açısından absürt sayılabilecek bir mizahın örnekleri görüyoruz hikâyede. Umutsuzluk ve sonuçları üzerine ilerleyen bir filmde ve üstelik en olmayacak bir yer ve anda doğan dostluk/aşk üzerinden hayatı kutsayan filmin iki başrol oyuncusu her türden yapaylıktan uzak bir sadelikle, karakterleri arasındaki tuhaf yakınlaşmayı çekici kılmayı başarıyorlar. Albert Camus, “Gerçekten önemli olan bir tek felsefe sorunu vardır: İntihar. Hayatın yaşanmaya değer olup olmadığı konusunda bir yargıya varmak, felsefenin temel sorusunu da cevaplamaktır” demişti “Le Mythe de Sisyphe” (Sisifos Söyleni) adlı kitabında. KEFF burada bu temel soruyu doğrudan cevaplamıyor ama Taipei’nin soğuk neon ışıkları altında birbirlerini bulan iki yalnız ruhun hikâyesi üzerinden bir duruşu da net bir şekilde ortaya koyuyor.